Çünkü kendimizi ne kadar iyi hissedersek hayattan o kadar keyif alırız, sağlığımız o oranda güçlenir.
“YENİ hayat”, işimizi her gün biraz daha zorlaştırıp yaşantılarımızı hızla yavanlaştırıyor. Bizi biz olmaktan çıkarıp, kendi renksiz sıradanlıklarının içine hapsediyor. Duygularını dışa vuramayan, eğlenip neşelenemeyen, canı istediğinde gürültülü bir kahkaha atamayan durgun ve mutsuz insanlar haline getiriyor.
AYIP SAYILAN BİR DÜNYA
Boş zamanlarımızı çalıyor, duygularımıza yasaklar sınırlamalar koyuyor. Kısacası ‘hazzın ayıp olduğu’ bir dünyada yaşıyoruz. Birbirimizi görmüyor birbirimize dokunmuyor, dinlemiyor, anlamıyor, eğlenmekten, keyif odaklı kaçamaklardan yani haz peşinde koşmaktan korkuyoruz. İşin kötüsü bunu birazda biz doktorların abuk sabuk önerileri nedeni ile, yani ‘daha sağlıklı olmak ve daha uzun yaşamak’ adına yapıyoruz!
ŞUNU YEME, BUNU İÇME!
ÖNCE şunu bilelim: Bu çok önemli maddenin vitamin mi, hormon mu olarak kabul edileceği konusunda bile tartışmalar var. Onu belki de “bedenin güneşle eşleşerek ürettiği” doğal bir “ilaç” gibi kabul etmemiz lazım. “İlaç gibi” deyimini bilerek kullandım, D vitamini gerçekten eşi bulunmaz bir koruyucu ve tedavi edicidir. Bedenin hiçbir doku ve organı yoktur ki sağlığı ondan etkilenmesin. Hiçbir sistemi yoktur ki onun eksikliğinden zarar görüp varlığından keyif almasın. Kısacası o adeta bir “iç doktor” gibidir.
YÜZDE 90’I CİLTTEN
D vitamini ihtiyacımızı sadece yiyecek içeceklerle karşılayabilmemiz mümkün değil. Her gün bir kova süt de içseniz, 3-5 kilo balık da yeseniz, bir hocamızın önerdiği gibi “her kahvaltıda on yumurta” da tüketseniz günlük D vitamini ihtiyacınızı sadece besinlerle karşılamanız olanaksızdır, ihtiyacın yüzde 90’ı ciltte üretilen D vitamini ile karşılanır. Bunun için de cildi güneşle buluşturmanız yani fırsat buldukça “güneşlenmeniz” gerekir.
SAAT 3’TEN SONRA
Tam da bu noktada “Ne zaman güneşleneceğiz” , “Ne süre ile güneşleneceğiz”, “Güneşin cilt kanseri yapma ihtimali nedeniyle koruyucu kremler sürerek mi, yoksa koruyucu kullanmadan mı güneşleneceğiz” gibi sorular akla geliveriyor. Bu soruların yanıtları hakkında tartışmalar hâlâ sürüyor. Mesela “güneşlenme zamanı” konusunda önemli fikir ayrılıkları var. Bana göre en uygun güneşlenme zamanı sabah 11’den önce, öğleden sonra 2’den, hatta 3’ten sonraki zaman dilimi. Bu zaman dilimlerinde güneşlendiğinizde güneş ışınlarının cilt kanseri yapabilme riski azalıyor. Bu görüşün tersi düşüncede olanlar da var. Onlara göre “Amacınız cildinize D vitamini ürettirmekse en uygun zaman güneş ışınlarının bedene dik geldiği öğle saatleri olmalıdır” ve “gölgenizin boyunuzdan daha kısa olduğu saatler” D vitamini üretimini maksimuma çıkarmak için en uygun zaman dilimidir.
AHMET HOCA İSE ‘12’ DER
Prof. Dr. Ahmet Aydın hoca da bu düşüncede olan biliminsanlarından biri. Fikirlerini dinlemektea fayda var. Ben hâlâ öğle saatlerinde güneşlenmeye pek sıcak bakan biri değilim ama Ahmet hocaya da çok güvenirim, bu nedenle ısrarcı değilim. Bu saatlerde güneşe maruz kalmanın sadece cilt kanseri bakımından değil, genel sağlık yönünden de –özellikle orta yaş ve sonrası ile çocuklar için riskli olabileceği kanaatindeyim.
KORUYUCU SÜRELİM Mİ
Alfalipoik asit hâlâ gözde bir cilt desteği olma şerefini iftihar ve inatla sürdürüyor. Ona birinci sırayı kazandıran özellikler o kadar fazla ki, sanırım yakın bir gelecekte onu tehdit edebilecek herhangi bir rakip de yok.
Yok, çünkü o hâlâ bilinen en güçlü antioksidanlardan biri ve cilt dokusu gibi “yağı ve suyu olağanüstü dengeleyebilen” bir sistemde ustaca çalışabilecek hemen hemen tek antioksidan.
Suda ve yağda aynı zamanda eriyebilen, bu nedenle de hücrenin hemen her yerinde görev üstlenebilen başka bir antioksidan yok. Üstelik sadece kendini antioksidan güç ile de sınırlamıyor, C, E vitamini gibi antioksidan vitaminlerin, CoQ10 ve glatation gibi diğer antioksidan moleküllerin gücüne de güç katıyor. Onlarla birlikte mükemmel bir “antioksidan ağı” oluşturarak cilt yaşlanmasına sebep olan her türlü oksidan zararla inatla savaşıyor.
Özellikle güneş ışınlarına fazlaca maruz kalanların, şeker hastaları ve insülin direnci nedeniyle protein glikasyonu süreçlerinden fazlaca etkilenenlerin ve sigara içenlerin alfa lipoik asidin bu mucizevî faydalarından imkânları varsa faydalanmalarını tavsiye ederim.
Üstelik alfa lipoik asit sadece cilt yaşlanmasını geciktirmekle de kalmıyor, bilinçli kullanıldığında hemen hemen her hücremizi oksidan zararlardan -yani paslandırıcı dış ve iç etkenlerden- koruyabiliyor.
Önerim, ondan günde 200-400 mg civarında iki-üç aylık kürler şeklinde faydalanmanızdır. Eğer ağız yoluyla bu desteği kullanıyorsanız, cildinize sürdüğünüz kremlerde de alfalipoik asit bulunmasına özen gösterin. Böylece süreci hem içten hem de dıştan desteklemiş olursunuz.
Bu hafta kısa bir “cilt dizisi” yapmış olduk. İyi de oldu! Uzun süredir cilt sorunlarına değinme fırsatı bulamamıştık. Ayrıca malum mevsim yaz. Güneşle her zamankinden daha fazla samimi, daha içli, dışlıyız. Sonuçta cildimiz hem daha fazla tehdit altında hem de daha bir göz önünde. Kısacası cilt yaşlanmasını engelleyen ve cildi destekleyen konularla biraz daha haşır neşir olmanın tam zamanı.
Bugün cilt dostu gıdalardan bahsedeceğiz. İlk sırayı da balığa vereceğiz. Balıklar, özellikle de yağlı balıklar mükemmel birer cilt desteğidir. Nedeni açık: Balık cilde faydalı hemen her şeye sahip bir besindir. Kaliteli protein yapısı, magnezyum, kalsiyum, fosfor, selenyum, çinko gibi minerallerle tıka basa dolu oluşu, D vitamininden zengin kompozisyonu ve güçlü bir omega-3 yapılanmasına sahiplik etmesi, balığı cilde faydalı gıdaların hemen ilk sırasına oturtuveriyor.
Tatilinizi ister Karadeniz’de (Karadeniz’in soğuk su kefali müthiş bir omega-3 deposudur), Ege’de, ister Akdeniz’de geçirin, fırsat buldukça balık yiyin.
Küçük bir hatırlatma: Sağlık açısından haftada üç-dört kez 100-150 gram balık yemek mükemmel bir karar. Benim tavsiyem, mümkün olduğu kadar çiftlik balıklarından uzak durun. “Balık yiyen balıkları” ve “iri/dev balık parçalarını” değil, küçük -yavru ya da bebek balıkları değil- balıkları (örneğin barbunu) tercih edin. Kızartma yerine ızgara ya da buğulama veya fırında hazırlanan balık yemeniz daha doğru olur. Özellikle daha önceden kullanılmış bitkisel yağlarda kızartılmış balıklardan fayda beklemeyin!
Cilt dostu diğer besinleri yandaki kutularda bulabilirsiniz...
DİKKAT
Aynı yaşta olmalarına rağmen farklı görünen, size 50’yken 70’li, 70’ken 50’li yaşların çizgileriyle merhaba diyen pek çok insan görürsünüz. Bu pek de şaşırtıcı olmamalı. Çünkü her organ aynı hızda yaşlanmaz ve herkes aynı hızda “yaş almaz!”
Farklı hızla yaşlanan organların en başında cildimiz gelir. Cilt yaşlanması denince tabiî ki önce genetik miras ve çevresel faktörler (güneş, sigara...) akla gelmeli ama en az onlar kadar önemli, onlar kadar etkili bir faktör daha var: Ruhsal durum!
İç dünyamızda olup bitenler de cildimizi derinden etkiler. Zaten bu yüzden de cilt yaşlanmasıyla ilgilenen her uzman, cildi etkileyen temel faktörlerden birinin “iç dünyamız, duygu ve düşüncelerimiz” olduğunu söyler.
Hayata olumlu bakan, keyfi yerinde, huzurlu, stres seviyesi düşük, korkusu, endişesi az, umudu bol, neşesi yoğun kişilerde cilt yaşlanması daha yavaştır.
Kısacası cilt sadece güneşten, rüzgârdan, egzoz dumanı, toz, sigara ve alkolden değil, hiddet, öfke, mutsuzluk, hüzün, korku, endişe gibi olumsuz, mutluluk, kahkaha, keyif, huzur gibi olumlu duygulardan da etkilenir.
Cilt yaşlanması üzerinde söz sahibi faktörlerden birinin de uyku olduğunu hatırlayalım. Güzel bir uyku, cildin dinlenmesine, kendisine çekidüzen vermesine, derlenip toparlanmasına fırsat verir. Özellikle uyku süresince azalan kortizol düzeyi ve yükselen melatonin seviyeleri cilde adeta “ilaç gibi” gelir.
Bu nedenle,
Örneğin D vitamini üretmek, su-elektrolit dengesini desteklemek, bağışıklığı korumak, ısı ayarını düzenlemek cildinizin işidir. Cildinize lütfen iyi bakın, onu koruyun, kollayın. Nemini, reaksiyonlarını, döküntüleri ve diğer sorunlarını dikkatle izleyin ve çözüm arayın.
LAZER Mİ, IPL Mİ? Güneşin oluşturduğu deri hasarı günümüzün en önemli sorunlarından biridir. Güneş gerek yol açtığı güneş lekeleriyle, gerekse sebep olabileceği cilt kanserleri nedeniyle adeta korunulması gereken bir zararlı gibi algılanmaya başlanmıştır.
Güneşin tetiklediği deri hasarı, özellikle el, kol, yüz ve dekolte gibi güneşe açık bölgelerde kahverengi lekelerle kendini gösterir. Leke sorunu ile baş etmenin birinci kuralı, yoğun ve kontrolsüz güneşten korunmadır.
Leke tedavisi sırasında ve sonrasında da, yani hayat boyu, güneş koruyucu kullanmak zorunludur. Çünkü 5 dakikalık bir zaman diliminde bile güneş ışığı renk hücrelerini uyarabilir.
Kış aylarında en az 15 SPF, yaz aylarında 50’nin üzerindeki SPF’ye sahip güneş koruyucuları sürmek gereklidir. Tedavide bazı kremler etkili olabilir, ancak tedaviye cevap almak uzun zaman alır ve sabırla her gün ilacı sürmek gerekir.
Cilt lekelerinin tedavisinde etkili olan başlıca maddeler; hidrokinon, tretinoin, adapalene gel, askorbik asit (C vitamini), kojik asit, azaleik asittir. Kimyasal peeling, mikrodermabrazyon ve kriyoterapi de tek başlarına veya diğer tedavilerle kombine uygulanabilir.
KOENZİM Q–10 HANGİ BESİNLERDE VAR? Koenzim Q–10, doğanın bize bağışladığı en güçlü doğal antioksidanlardan biridir, balıklar ve bakliyat grubu besinlerden kolayca temin edilebilir. Sardalye balığı ve nohut, Koenzim Q10’un en iyi kaynaklarından biridir. Ne var ki günlük ihtiyacınızı karşılayabilmeniz için yarım kiloya yakın sardalye balığı veya bir kilodan fazla nohut yemeniz gerekir. Önerim, imkanınız varsa eğer Koenzim Q-10’u desteklerle almanız, eczanelerde satılan Koenzim Q–10 desteklerinden faydalanmanızdır.
Biz her yıl iki dönem kürler şeklinde günde 30–200 mg dozlarda tavsiye ediyoruz. Kürler ortalama 3 ay sürüyor. 30–40 yaş grubunda 30 mg, 40–60 yaş grubunda 100 mg, 60 yaş ve üzerinde 200 mg günlük dozları kullanıyoruz. Bu maddeyi tok karnına almanın daha yararlı olacağı düşüncesindeyiz. Yağda eridiği için hastalarımıza Koenzim Q-10 kapsüllerini bir damla zeytinyağı ile temas ettirdikten sonra bol su ile içmelerini öneriyoruz. Bizim gözlemlerimiz, egzersiz yapanlara egzersizden hemen önce verilen Koenzim Q-10 ve Karnitin tabletlerinin daha etkili olduğu yönündedir.
ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ NE İŞE YARIYOR?
Üzüm çekirdeklerinden elde edilen antioksidan polifenollerinin içerdiği en etkin kimyasallar, OPC’ler yani “oligomerik proantosiyanidin”lerdir. Antisiyaninler üzümün suyunda da bulunur. OPC’ler antioksidan güçleri nedeniyle çevresel yaşlanmaya neden olan serbest radikallerin oluşturduğu zararları engeller. Özellikle güneş ışınları, sigara ve diğer çevresel gazlara bağlı kollajen zararlarını azaltırlar. OPC’lerin cilt damarlarını koruyup güçlendirdikleri ve cildin damarsal beslenmesini destekledikleri de bilinmektedir. OPC’ler sadece üzüm çekirdeğinde değil, kiraz ve vişne gibi mor, mavi ve kırmızı renkli meyvelerde de boldur. Eğer destek şeklinde yararlanmak istiyorsanız her yıl iki-üç ay süreyle günde 100 mg kullanabilirsiniz. Üzüm çekirdeğinden elde edilen yağlardan OPC’lerden zengindir. Bu yağları yemeklerinizde kullanabilir, salatalarınıza ekleyebilirsiniz.
EVENİNG PRİMROSE OİL (EPO) CİLDE NE KAZANDIRIR?
Evening Primrose Oil (EPO) orta yaş kadınlarının gözdesi bir bitkisel destektir. İçerdiği Gamma Linolenic Acid (GLA) çok önemli bir Omega-6 yağ asididir. Vücudun üretemediği bu yağ asidinin kaynağı besinler veya Evening Primrose bitkisinin çekirdeği gibi bitkisel kaynaklardır. GLA ve Omega-3 yağ asitleri birlikte çalışarak Prostaglandin E-1 isimli kimyasalın üretimini sağlarlar. Bu önemli madde ise vücudunuzdaki yangısal süreçleri baskılar. Günde 1000-2000 mg EPO aldığınızda 270-540 mg arasında GLA kazanırsınız.
Sinirsel kolit veya spastik kolit ile ilişkili ağrılı durumlarda
Diyabetten hipertansiyona, Alzheimer’dan Parkinson’a pek çok sağlık sorununda genetik yükünüz –ya da genetik mirasınız- önemli bir belirleyici olsa da, en az onun kadar önemli olan bir risk faktörü daha var: Yaşam tarzı yanlışları! Özellikle obezite dahil kronik dejeneratif hastalıklar ve bazı kanserler söz konusu olduğunda yaşam tarzının en az genetik yük kadar etkili olduğu kesin. Genetik yükünüz ağır, genetik mirasınız kötü de olsa erken yaşlarda yapabileceğiniz etkili ve kalıcı bazı yaşam tarzı değişiklikleri pek çok kronik sağlık sorununu önleyebiliyor. Önleyemeseler bile geciktiriyor. Daha da önemlisi o sağlık sorununun muhtemel zararlı etkilerini hafifletiyor, sorun oluşturma gücünü azaltıp oluşturabileceği tahribatı minimuma indiriyor.
TİP 2 DİYABETİ ÇÖZÜN
Diyelim ki, insülin direncine kodlanmış bir genetik kurgunuz –ya da kusurunuz- var. Eğer insülin direncini tahrik etmeyecek tarzda beslenir, biyolojinize uygun yakıtlar alır, aktif, hareketli, egzersiz yoğunluğu yüksek bir hayat sürerseniz insülin direncinin gelişimini geciktirir, gücünü ve etkisini hafifletebilir, hatta sorunu tamamen çözerek oluşabilecek bir tip 2 diyabetin ve kilo fazlalığı- obezite probleminin önüne geçebilirsiniz. Yine diyelim ki, tip 2 diyabetiniz var ve hayat tarzınızı tepeden tırnağa değiştirip beslenmenizi, aktivitenizi baştan aşağı değiştirdiniz. Aktif, egzersize dayalı yaşamı ve doğru beslenmeyi hayatınızın vazgeçilmezlerinden biri yaptınız. Hatta biraz daha gayret edip fazla kilolarınızdan kurtulup alkolden sigaradan uzak yeni bir hayata odaklandınız. Çok büyük bir olasılıkla kötü bir genetik miras gibi düşündüğünüz diyabete veda edecek, en azından onu en fazla bir iki hapla yönetebileceksiniz.
TESLİM OLMAYIN