Çocuklar geleceğimizdir. Bugünün sağlıklı ve formda çocukları, yarının sağlıklı ve formda yetişkinleridir. Zaten bu nedenle de anne babalar “çocukların beslenmesi” denince kulağını kabartıverir. Beslenme söz konusu oldu mu iki nokta öne çıkıyor: Okul ve ev!
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki “okul ve beslenme” ilişkisi çocuklarımızın beslenme biçimini şekillendiren püf noktalarından biri. Okullar hem eğitim noktaları oldukları hem de çocuklarımız en az bir öğünü okullarında yedikleri için önemliler. İşte bu nedenle sayfamızda okul çocuğu beslenmesi konusuna daha sık yer vereceğiz.
İlk yazı Yaşasın Hayat Beslenme Enstitüsü diyetisyeni Nilüfer Bayram’ın güzel bir derlemesi... Yarın da “evde beslenme” konusunda bir şeyler aktaracağız size. Onu da Dr. Evren Altınel hazırladı.
Bir çocuğun sağlıklı gelişimi için yapabileceklerimizin başında, ona önce doğru beslenmeyi öğretmemiz geliyor. “Hiç kolay değil!” diyebilirsiniz. Haklısınız! Kentsel yaşamın getirdiği hızlı tüketim alışkanlıklarının önemli sorunlarından biri de beslenme kültürümüzün değişmesidir. Hazırlanması uzun zaman ve çaba isteyen sağlıklı ve faydalı besinlerden uzaklaşıyor, daha kısa zamanda beslenmek adına, besin listemizde yer alan sağlıklı besinler azaltıyoruz.
Oysa, doğru beslenme alışkanlıkları kazanmak için en önemli dönemden geçen çocuklarımız adına, yanlış beslenme alışkanlıklarından uzaklaşmamız şart! Özellikle de okula başladıktan sonra bazı öğünlerin okul saatlerine denk geldiği dönemlerde bu konu daha da önemli.
OKUL DEĞİŞTİRİR
Okula başlayan çocuklar, kendi başına bir birey olmanın farkındalığını hissetmeye başlayıp yıllar süresince kazandığı bağımsızlıkla kendi tercihlerini yapmak için mücadele ederler. İstediğini yeme konusunda ısrarları da bundan kaynaklanır. Ayrıca yalnızca sizden değil, arkadaşları ve öğretmenleri gibi yeni bilgi ve davranış kaynakları da edinmeye başlamışlardır. Yapılan araştırmalar okul çevresinin çocukların davranışları üzerinde çok etkili olduğunu göstermektedir. Bu süreçte çocuklar sürekli olarak ne kadar büyüdüklerini ölçmeyi severler. Koşmak ve oynamak için gerek duyduğu enerji ihtiyacı bir de öğrenme, okulda başarılı olma hevesi ile daha da artar. İşte tam da bu dönemde gerek duydukları enerjiyi sağlamak için sağlıklı beslenmelerinin önemi bir kez daha öne çıkar.
OZON TERAPİ DAMAR PLAKLARINI ERİTİR Mİ?
Ozon, üç oksijen atomundan oluşan (O3) bir maddedir. Bu maddenin tedavi amacıyla kullanılması çok eski tarihlere dayanır. 1920’li yıllarda Avrupa’da, özellikle Almanya’da tedavide ozon oldukça yaygın bir biçimde kullanılmıştır.
Üzerinde yapılmış araştırmaların, elde edilmiş olumlu verilerin az oluşu kanıta dayalı modern tıp tarafından şüphe ile karşılanmasına yol açmıştır. Uygulayıcıları bu yöntemin virüs çoğalmasını önlediğini, bakteri ve mantarları öldürdüğünü, bağışıklık sistemini aktive ettiğini, kan dolaşımını iyileştirdiğini, kanser tedavisinde tamamlayıcı ve destekleyici etki yaptığını ve hatta uygulayanları gençleştirdiğini ileri sürüyorlar.
Son yıllarda laboratuvar ve görüntüleme teknikleri ilerledikçe deneysel çalışmaların içerikleri de yorumları da gelişmeye başladı. Ozon tedavisi hakkında yapılan hayvan deneyleri, klinik çalışmalar arttı.
Örneğin laboratuvar tavşanları ile yapılan bir çalışmada, ateroskleroz yapan lipofundin maddesi verilip ozon tedavisi uygulanan deney hayvanlarının aort damarlarında aterom plağı oluşumunun engellendiği gözlenmiştir. Bir başka klinik araştırmada 81 kişinin farklı atardamarları incelendiğinde ozon tedavisinden sonra ateroskleroz belirtilerinde gerileme saptanmıştır.
Bu sonucun, ozonun antioksidan olarak koruyucu etkisine, pıhtılaşmayı azaltıcı gücüne ve yangı giderici özelliğine bağlı olduğu belirtilmiştir.
Elbette sayı ve içerik olarak “emekleyen” bu araştırmaların çoğalması ve çeşitlenmesiyle ozon tedavisi tıbbın etkin alanlarından biri haline gelebilir.
EPO CİLDİ NEMLENDİRİR Mİ
Son zamanlarda sık karşılaştığımız bir durum var. Önü arkası iyice araştırılmadan yeni yapılmış ama doğruluğu başka araştırmalarla onaylanmamış çalışmalara dayanılarak yerleşmiş bazı tıbbi kuralları yıkmak marifet sayılıyor. Bunu yaparken de işin dozu da, suyu da kaçırılıyor, kimi zaman ‘ezber bozan!’, kimi zaman ‘özür dileyen’, kimi zaman da ‘bilimsel tıbbı mağlup eden’ söylemlerle ortalık karışıyor. Oysa bilinen şeylerde pek bir değişme yok. Aslında değişme olsa da fark etmez. Zaten bilgi dediğimiz de değişen ve yenilenebilen bir şey değil mi? Kural dediğimiz şeyler de gereğinde daha iyisi, daha doğrusu, daha uygulanılabiliri oluşturulsun diye konulmaz mı?
YUMURTADAKİ ÖZÜR
Bunların örneklerini daha önce de yaşadık. Mesela yumurta bunlardan biri. Yumurta sağlığa zararlı olması bir yana faydalı olabilecek gıdalardan biri, hatta bana göre belki de birincisi. Sağlığı yerinde olan birinin her gün bir yumurta yemesinde, hatta zaman zaman iki yumurtanın keyfini çıkarmasında hiç ama hiçbir mahsur yok. Ne var ki koroner by-pass ameliyatı geçirmiş ya da stent takılmış birinin gereğinden fazla yumurta tüketmesi sorun yaratabilir ve böyle bir durumda kararı medya tartışmaları ile değil, kardiyolojik konsültasyonlarla vermek daha doğru olur.
YAĞDA BOĞULMAYALIM
Benzer şekilde tereyağı da sağlığa zararlı bir yağ değil. Ama ne kadar tükettiğinize dikkat etmeniz koşuluyla. Sağlıklı her insanın her gün toplam kalori ihtiyacının yaklaşık üçte birini yağlardan karşılaması gerekiyor. Bunun da yaklaşık üçte birinin sağlıklı, doymuş yağlar olması zaten öneriliyor. O zaman tabiî ki en başa ‘sağlıklı doymuş yağların kralı!’ olarak tereyağını koymanız lazım. Ama siz tutar da ‘sağlıklı doymamış yağların kralı!’ zeytinyağının üzerine kocaman bir çarpı işareti koyar, yağ ihtiyacınızın tamamını doymuş yağ deposu tereyağı ile karşılamaya kalkarsanız, hele bir de bu işi abartır her gün kaşık kaşık tereyağı tüketen biri olursanız sağlığınız bozulabilir. Tereyağının sağlıklı bir doğal yağ olduğunu herkes biliyor. Hatta biraz fazlasının kaş göz çıkarmayacağını bu köşede ben de sık sık dile getirdim. Yani burada da yumurtada olduğu gibi ‘doz meselesi’ önemli mi önemli. Burada da yine size sık sık hatırlattığım ‘ifrat-tefrit’ dengesi, yani hayatın her alanında olduğu gibi ‘makulde kalmak’ kuralı geçerli.
TUZA GELİNCE...
Şimdi yine böyle bir tartışma başlatıldı. 6870 yetişkin Fransız’da yapılan ve American Journal Of Hypertension dergisinde yayınlanan yeni bir çalışmanın verileri orasından burasından cımbızlanıp ‘aha gördünüz mü, tuz da aklandı!’ gibi bir hava yaratıldı. Korkarım yine birileri televizyon televizyon dolaşıp ezber bozan hoca edalarıyla bu konuyu gündeme getirecek ve hava atacak! Oysa tuz aklanmadı, zaten ‘ak’tı. Eğer ihtiyacınız kadar tuz almazsanız sağlığınızı korumanızın mümkün olmayacağı zaten biliniyordu. Ama ihtiyacınızdan fazla tuz tüketirseniz eğer, bunun bazen hipertansiyon, bazen böbrek ya da kalp hasarı şeklinde bir bedeli olacağı zaten biliniyordu. Tavsiye edilen yine burada da ‘makulde kalma’ idi. Eğer her gün kaşık kaşık tuz tüketmeye devam edecek olursanız, hele bir de genetik mirasınız buna müsaitse herkes değilse de bazılarının sağlığının bozulacağından şüpheniz olmasın. Eğer böyle giderse korkarım ki bu tür yaklaşımlar önümüzdeki yıllarda önümüze ciddi sağlık faturaları çıkaracak. Ve yine bu yaklaşımlar nedeniyle belki de şeker de aklanacak (!), çocuklarımız daha obez, yetişkinlerimiz daha çok tansiyon, şeker, kalp-beyin damar hastası, kanser olacak!
Canınızı sıkmayın ama dikkatli yiyin
SONBAHAR DETOKSU İLE ARININ
Yaz günlerinin dondurma seanslarının, simit-kaşarlı beş çaylarının, gün batımı keyiflerinin kalıntılarından vücudunuzu arındırmanız yaklaşan soğuk havalara ve kısalan günlerin azalan güneş ışığına karşı iyi bir önlem olacaktır.
Sabahları, güne nitelikli bir protein kaynağı ile başlamanız (haşlanmış ya da omlet olarak hazırlanmış yumurta...), tam tahıl ürünleri ile enerji depolamanız (tam buğday ekmeği ya da yulaf...), doymamış yağ kaynakları ile dişlilerinizi yağlamanız (zeytin ya da ceviz...) çok yerinde seçimlerdir.
Her türlü yeşili barındıran salatalarınızı sirke ile lezzetlendirerek hem sindiriminize hem de bağışıklığınıza destek olursunuz. Salatalık, maydanoz-dereotu ve su-maden suyu ile hazırlayacağınız detoks içeceğinden aralarda 3-4 bardak içmeniz karaciğerinizi dinlendirirken cildinize de canlılık verecektir.
Akşamları mevsim sebzeleri ve yoğurtla desteklenmiş hafif mönüleri tercih edin. Bu sayede vitamin ve mineral depolayın. Tatlı isteğinizi bir parça siyah çikolata ile karşılamak kaslarınızın istediği magnezyumu verecek ve yorgunluğunuzu da azaltacaktır.
FAZLA KİLOLARI ATINAslında bedeniniz size haber vermeden kış hazırlığına başlar. Genetik hafızanız kışa ilişkin pek de iyi olmayan anılarla doludur! Kış ayları bedenin soğuktan korunmasının güçleştiği, beden ısısının sürdürülmesinin zorlaştığı, beslenmenin bir sorun haline gelip besin temininin nerdeyse olanaksızlaştığı, gribin, nezlenin, zatürrenin sıklaştığı bir zaman dilimidir. Genlerinizdeki olağanüstü hafıza bunları kaydeder, geçirdiği bütün deneyimleri bir daha unutulmamak üzere ustaca depolar.
SORU 1Omega-3 bağışıklığı güçlendirir mi?
Bu soruya hiç tereddütsüz evet diyebiliriz. Yağ asitleri arasında bağışıklık sistemine en çok destek olan grup Omega-3’tür. Kışa girerken Omega-3 kaynaklarımızı kontrol etmemiz, yeterince alıp almadığımızı hesaplamamız bağışıklığımız için yapacağımız en iyi işlerden biridir.
Balık sezonunun başlaması ile doğal Omega-3 kaynaklarımız da artacaktır. Haftada 2-3 kez balık yemek Omega-3 yönünden iyi bir beslenme alışkanlığıdır. Tabii ki tüketilen balığın cinsi ve miktarı da çok önemlidir. Soğuk sularda yetişen yağı bol balıklarda Omega-3 yağ asitlerinin miktarları daha fazla olduğunu hepimiz biliyoruz.
Omega-3’ün yararları saymakla bitmez! Kanın incelmesi, pıhtılaşma olasılığının azalması, kalp ritim bozukluklarının düzelmesi, damar içini döşeyen yüzeyin sağlıklı ve kaygan hale gelmesi, trigliserid düzeyinin düşmesi, HDL kolesterolün yükselmesi, kan basıncının daha kolay ayarlanabilmesi, belleğin güçlenmesi, kilo almanın güçleşip, kilo kaybının kolaylaşması, eklem sorunlarının geciktirilmesi bunların başlıcalarıdır.
Beynimizin yüzde 60’ı yağlardan oluşuyor ve bunun önemli bir kısmı omega-3 yağlarından meydana geliyor. Hamilelik döneminde yeteri kadar omega-3 kazanan annelerin doğacak çocukları daha kolay öğreniyor. Bu annelerde hamilelik sonrası depresyon riski azalıyor. Yeni doğan çocuklara omega-3 desteği sağlanması öğrenmelerini, odaklanmalarını kolaylaştırıyor. Omega-3 yağlarının depresyonu önlemede de büyük rolü var.
SORU 2Beta-glükan işe yarıyor mu
Bu soruya doğrudan evet yerine “eğer” diyerek cevap verebiliriz. Eğer seçtiğiniz beta-glükan desteği güvenli bir ürünse ve kaliteli –patentli-, etkin, biyoyararlanımı yüksek olduğu kanıtlanmış bir beta glükanı yeterli miktarda alabiliyorsanız bağışıklığınıza katkısı olabilir. Bazı araştırmalarda beta-glükanın kanser hücrelerine karşı savaşta bağışıklığa destek olduğunu gösteren olumlu sonuçlar da elde edilmiştir.
İki gündür çoğunuzun “böyle diyet olur mu?” deyip geçtiği uçuk kaçık diyet örnekleri yayınlıyoruz ama milyonlarca insanın bu saçma sapan diyetleri yaptığı da bir gerçek ve bu şanssız insanların biri bile sağlıklı kilo aralığında kalmayı başaramadı.
Üstelik bu diyetlerle bağışıklık sistemleri iflas edip sinüzite, zatürreeye yakalananlar, böbrekleri perişan olup detoks sistemleri mahvolanlar, yağ değil kas yakıp verdiği kiloları fazlasıyla geri alanlar, 3-5 kilo fazlalıktan kurtulmak amacıyla bu diyetleri yapıp da yıllar sonra obezite sınırını zorlayanlar oldu.
Kısacası yanlış diyet önerilerinin hiçbiri işe yaramaz. Ne yazık ki hasta eden diyetler günümüzde de var ve onlara her gün bir yenisi daha ekleniyor. Peki, o zaman ne yapmak lazım? Doğru diyet hangisi?
NE YAPMALI?
Fazla kilolu biri olmak kimsenin hoşuna gitmez. Bazıları için de birkaç kilo fazlalık bile bedene ve ruha yüktür. Ayrıca biz doktorlar için “kilo fazlalığı” herhangi bir metabolik ya da hormonal bozukluğun işareti de olabileceği için de önemlidir. Bütün bunlar doğru ama olayın daha derin katmanları var. Yani soğanı biraz daha soymak lazım. “Neden kilo alıyoruz?” sorusuna yanıt aramak gerekli.
Yiyeceklerin çoğunu tat duyumuzu tatmin etmek için tüketiriz. Tat duyusu dediğimiz şey sadece dilimizdeki tat tomurcuklarıyla da sınırlı değildir. O minnacık tomurcuklara hükmeden beyninizi de işin içine katmak zorundasınız.
(Huffington Post’ta K. Aleisha Fetters imzasıyla yayınlanan yazı, Yaşasın Hayat diyetisyenlerinden Erinç Atay tarafından dilimize çevrilmiştir.)
7. LİMONATA DİYETİ
Bu diyet, yıllardır ortalarda dolanıyor ve birçok varyasyonu var. Hemen hemen tüm gün limon suyu, akçaağaç şurubu ve kırmızı biberin suya katılarak içildiği diyet çeşidi de dahil. Mount Sinai Adolesan Sağlığı Merkezi’nden araştırma, geliştirme ve uygulama müdürü Christopher N. Ochner, bu diyette diüretiklerin içildiğini ve verilen kilonun aslında su kaybı olduğunu söylüyor. Tekrar katı gıdalar yenilmeye başlandığında kaybedilen tüm kilolar geri alınıyor. Yaygın görülen yan etkiler; yorgunluk, bulantı, baş dönmesi, dehidratasyon. Ayrıca bunun gibi son derecede düşük kalorili diyetlerde kilo kaybının kas kaybı da olabileceği belirtiliyor.
8. BEBEK MAMASI DİYETİ
Bu diyette düşünce şu; eğer bir bebek lapa şeyler yiyerek büyüyebiliyorsa sizin de bunu yemeniz zarar vermez. Ama şöyle bir sorun var; siz bebek değilsiniz! Dieters (Bebek maması markası. Bir kavanozda 20-100 kalori bulunuyor.) , yaklaşık 14 kavanoz ile kahvaltı ve öğle yemeği yapmanızı, akşam yemeğinizde de düşük kalorili yemek yemeniz gerektiğini söylüyor. Ochner ise “Az kalori alıp vücudunuzu yormamanız kolay olabilir, ancak kim gerçekten her gün bebek maması yemek ister ki?” diyor.
9. LAHANA ÇORBASI DİYETİ
Moda diyetlerin “büyük annesi” olan bu diyette bir haftada iki-üç gün, gün boyunca yağsız lahana çorbası, yanında ise düşük kalorili kuruyemiş, muz ve yağsız süt tüketiyorsunuz. Çok kısa sürede kilo kaybı görülüyor. Bu diyetle kilo verilmesi doğal, çünkü gün boyunca doymak için yoğun lif ve su alınıyor ama bu sadece hızlı kilo verme diyeti. Aynı zamanda lahana gaz, şişkinlik yapıyor. Ayrıca bu diyet, protein eksiği olduğundan vücudun ihtiyacını da karşılamıyor.
10. GREYFURT DİYETİ
O yeni diyet öncekilerden ne kadar farklı, önerileri ne kadar ayartıcı, baştan çıkarıcı, ne kadar uçuksa, vaatleri ne kadar çoksa RİSKİNİZ o kadar YÜKSEKTİR. Çevremizdeki diyet gazileri veya diyet bağımlılarının artmasının nedeni de genelde işte bu uçuk-kaçık, ne idüğü belirsiz zayıflama formülleridir. ABD’nin ünlü internet gazetesi Huffingtonpost’ta yayınlanan K. Aleisha Fetters imzalı yazıyı kliniğimiz diyetisyenlerinden Erinç Atay tam da bu konuya değindiğinden sizin için dilimize çevirdi.
1. ÇİĞ BESLENME DİYETİ
Bu diyette pişirilmiş veya işlenmiş gıdalar yasaklanıyor. Neden? Çünkü pişirmeyle besin öğelerinin yok olduğunu söylüyorlar. Pişirmenin besinlerin yararını azalttığı doğru olsa da, pişirilmiş sebzelerde de lif, vitamin ve mineraller bulunabiliyor. Ayrıca bazı durumlarda pişirme, bakterilerin yok olmasını sağlıyor, böylece yemeğin besin değeri artıyor.
2. ALKALİ DİYET
Alkali diyette daha çok taze meyve ve sebze, fındık ve tohumlar tüketmek gerekiyor. Ancak bu diyet; alkol, tatlı, kafein, yapay ve işlenmiş gıdalarla birlikte et, süt gibi sağlığımıza katkısı olabilecek besinleri de yasaklıyor.
3. KAN GRUBU DİYETİ
Peter D’Adamo tarafından geliştirilen Kan Grubu Diyeti, yediğiniz besinlerle kan türünüzün kimyasal reaksiyona girmesi fikrine dayanıyor. Örneğin 0 kan grubuna dahil olanların yağsız et, sebze ve meyve yiyebileceği, ancak buğday ve süt tüketemeyeceği belirtiliyor. “Kan grubunuz A ise vejetaryen olun, B ise tavuk, mısır, buğday, domates, fıstık, susam tüketmeyin” deniyor. Ancak kan tipinin ağırlık kaybıyla ilişkisi olduğuna dair bir çalışma yok. Ve kan grubuna göre diyet son derece kısıtlayıcı olabiliyor.
4. KURTADAM DİYETİ