Taze ve ekolojik/doğal sebze ve meyvelerin çoğu neredeyse tıka basa “anti kanser maddeler” yüklü. Bir “Kanser savar meyve ve sebzeler” listesi yaparsanız şunları en başa yazın: Lahana, karnabahar, turp, sarmısak, soğan, pırasa, havuç, kabak, pancar/pazı/ıspanak, yer elması, balkabağı, elma, kiraz, üzüm, nar, çilek, vişne, portakal, greyfurt, mandalina, böğürtlen, yaban mersini...
Kanser savar yeteneklere sahip ot ve baharatlara gelince... Bence ilk sıraya yine zerdeçalı koyun. Sonra da hemen zencefili ve diğerlerini ekleyin: Kekik, biberiye, maydanoz, dereotu, fesleğen...
Kanser savar besinler sadece sebze meyve ve baharatlarla da sınırlı değil. Sağlıklı üretilmiş –organik olması tercih sebebidir- balık, et ve yumurta da bu gruba dâhil edilebilir. Tahılları da –tam tahıl olmaları koşuluyla- listeye rahatlıkla yerleştirebilirsiniz.
Yağlara gelince... Tabiî ki ilk sırada zeytinyağı ve hemen yanına da tereyağı konulmalı. Diğer bitkisel yağlardan ve de hidrojene edilerek sertleştirilmiş yağlardan uzak durmakta fayda var. Zeytinyağı dışında keten tohumu, susam, ceviz, fındık, çörek otu ve yer fıstığı yağından da yararlanabilirsiniz ama bir şartla: Bunların hepsinin soğuk presle elde edilmesi lazım. Yani illa ki soğuk sıkım olacaklar.
Anti kanser besinler listesine yeşil çay ve siyah çayı da eklemeyi unutmayın.
KESİP SAKLAYIN
İşte o liste!
Başımıza bela olan sağlık sorunlarından biri de kanserdir. Uzmanlara ve istatistiklere göre hemen her tür kanserde artış var. Eşimizden, dostumuzdan, ailemizden gelen kanser haberleriyle sık sık sarsılıp durmamız bundandır. Peki, bu konuda ne kadar bilinçliyiz, doğruyu, eğriyi, gerçeği, yanlışı ne ölçüde biliyoruz?
Ben fikrimi hemen söyleyeyim: Bu kadar çok konuşmamız, bu kadar fazla gündemde tutuyor ve tartışıyor gibi görünmemize rağmen kanser konusunda bilgi düzeyi bakımından cahil denilecek düzeydeyiz. Bunun biz doktorlar için bile söz konusu olduğunu itiraf etmeliyim. Doktorlarımızın çoğu kanser konusunda olması gerektiği kadar duyarlı, bilgili ve pozisyon almış durumda değil ve bu çok üzücü.
SORUN NE?
Birçoğumuz kanserin öncelikle ve birinci planda bir “yaşam tarzı problemi” ile alakalı olduğunun farkında değiliz. Çoğumuz sorunu hâlâ ve ısrarla “genetik miras”ımız ile ilişkilendiriyoruz.
Oysa biraz kafamızı kaldırıp etrafımıza dikkatle baksak sorunun genetik mirastan ziyade yaşam tarzımız ve özellikle çevresel etkenlerle ilişkili olduğunu görebileceğiz.
Ne var ki hepimiz hâlâ devekuşu gibi kafamızı kuma gömüp sadece kendimizi garantiye almaya çalışıyoruz. Kısacası “kanser” konusunda da yeni bir sayfa açmamız lazım.
BİR NOTGenetik mi, çevre mi?
İnanın, bu bile sağlığınız açısından çok önemli ve kıymetli...
Aktİf bir hayat sürmenin özellikle de yürümenin sağlığımızın en önemli koruyucu, güçlendirici ve garantisi olduğunu gündemde tutmaya çalışan hekimlerden biriyim. Çünkü çok iyi biliyorum ki, aktif yaşam, özellikle de ‘YÜRÜMEK’, en az sağlıklı beslenmek, güzel bir uyku çekmek, huzurlu ve keyifli bir hayat sürmek kadar önemlidir. Geçtiğimiz Temmuz’da dünyanın en önemli sağlık dergilerinden ‘Mayo Clinic Proceedings’de yayınlanan bir araştırmanın sonuçları da bu fikrimi net ve açık bir şekilde teyit ediyor. Bu nedenle konumuz bugün de ‘AKTİF HAYAT’ olacak. Sedanter, yani ‘aktivitesi az, yürümesi sınırlı, oturması, yatması bol bir yaşam tarzı’nın sağlığımızı bozabileceği eskiden beri bilinir. Zaten bu nedenle de ‘aktif yaşam’ yeni bin yılın yükselen trendidir.
ÇOK TEMBELİZ
‘Sedanter davranış’ biçimi, yani ‘hareketsiz yaşam’ özellikle şehirlerde yaşamanın bize dayattığı bir zorunluluk. Emin olunuz ki insanoğlu tarihin hiçbir döneminde bu kadar tembel olmadı, bu denli hareketsiz kalmadı. Herkes ama herkes ve tabii yaşı 40’ı geçenler, günde en az 30-45 dakikayı düzenli bir egzersize, özellikle de yürümeye ayırmayı unutmamalı. Dahası sağlıklı bir beden için günde en az 5000, optimum 7500, ideal olarak da 10 000 adım atmamız gerektiğini de ezberlemeliyiz. Yukarıdaki bahsettiğim bilimsel çalışma da zaten bu konuyla ilgili. İç hastalıkları uzmanı Dr. Jarett Berry, bu konuda şunları söylüyor: “Sadece düzenli egzersiz yetmez. Aslında bu her zaman mümkün de olmaz. Daha etkili ve doğru olanı uzun süre oturan birinin ne yapıp yapıp o esnada herhangi bir harekette bulunmasıdır. Yaptığı hareketin yürüyüş şeklinde olması ise en mükemmel sonuç verenidir.”
Eğer böyle bir sorununuz varsa problemin bacaklardan çok beyninizle, yani düşünce sisteminizle ilişkili olabileceğini unutmayın ve şu tavsiyelerden istifade etmeye çalışın.
* Düzenli egzersiz yapın. Özellikle yatmadan önce bacak kaslarınıza uygulayacağınız germe egzersizleri işe yarayabilir.
* Sabit bir uyku ritmi yakalamaya çalışın. Her gece aynı saatte yatıp sabahları aynı saatte uyanmaya gayret edin. Uzmanlara göre derin uyku huzursuz bacak sorunlarını azaltıyor, bu nedenle de derin uykudan yararlanabilmeniz için akşam yatma saatlerinizi biraz geciktirmeniz ve sabah biraz daha geç uyanmanız tavsiye ediliyor.
* Kafein içeren içeceklerden (kolalı içecekler, kahve, çay) ve yiyeceklerden (çikolata) uzak durun.
* Yatmadan önce sıcak ya da ılık bir banyo işe yarayabilir, deneyin.
* Derin derin nefes alma seansları uygulayın. Çünkü yavaş ve derin nefes almak gerilimi azaltıyor, stres skalasını küçültüyor.
Biz istesek de istemesek de ömrümüze her 10 yılda en az 1-2 yıl ekleniyor.
İstatistiklere göre de ortalama yaşam 80’leri geçmiş, 90’lara “merhaba” diyor. Durum bizde de aynıyla geçerli: Kadınlarımız 80’i, erkeklerimiz 70’i rahatça deviriyor.
Peki, amaç sadece bu mu olmalı? Yalnızca hayat uzatmak yeterli sayılmalı mı? Bir ömrü güzel şeylerle doldurulup keyifli, mutlu, huzurlu ve de “verimli”, yetmedi üstelik bir de “mükemmel” hale getirilmesi gerekmez mi?
Simone de Beauvoir, bu soruların yanıtını yıllar önceden verip bakın neler yazmış: “Hayatın içinde hem ölümsüzleşmek hem de kendini aşmak vardır.
Eğer tüm yapabildiğiniz sadece kendinizi idame ettirmek ise o zaman yaşamak, ölmemekten farksız bir şeydir.”
Karar sizin!
Sadece ömrünüzü uzatmayı mı, yoksa hem uzun yaşayıp hem de verimli, iz bırakan, içi dopdolu, keyifli, huzurlu ve mükemmel bir ömür mü istiyorsunuz?
UYKU SORUNU YAŞAYANLAR MELATONİNİ NASIL KULLANMALI
Melatonin, uykuyu düzenleyen, uyku ritmini yöneten, biyoritmi düzenleyen, yani biyolojik saati ayarlayan beynimizden salgılanan çok önemli bir hormondur. Karanlık bu hormonun salgılanmasını arttırır, ışık, özellikle de parlak ışık ise azaltır. Melatonin uzun kış gecelerinde daha fazla, kısa yaz gecelerinde ise daha az salgılanır.
Eğer yeteri kadar melatonininiz varsa uykusuzluk sorununa yakalanma olasılığınız azalır. Bir hata yapar da uyku saatinizi kaçırırsanız melatonin seviyeniz azalır, bunu uyku kaybı, uyku dalmada zorlanma, uyku süresinin kısalması ve kalitesinin düşmesi izler.
Uykusuzluk sorununun çözümünde yatmadan 1-2 saat evvel (akşam 21:00-23:00) arası 1-3 mg melatonin alınabilir. Düşük dozlardan 0,5-1 mg başlanıp dozların yavaş yavaş arttırılması, yaşlılarda çok düşük dozların kullanılması önerilir.
Melatoninin başka marifetleri de var. Kanınızdaki melatonin seviyesi yüksekse uykunuz derinleşiyor, derinleştikçe hipofiz beziniz daha fazla büyüme hormonu salgılıyor. Daha çok büyüme hormonu demek çocuklar için daha hızlı ve güçlü büyüme, daha çok sağlık, daha uzun boy, yaşlı yetişkinler için ise daha uzun ve sağlıklı bir hayat anlamına geliyor.
Uzmanlar melatoninin son derece güçlü bir antioksidan olduğunu kabul ediyor. Kansere karşı bağışıklık sağladığı, enfeksiyon bağışıklığını güçlendirdiği düşünülüyor. Uykusuz gecelerden sonra daha sık enfeksiyonlara yakalanmanız, uyku bozuklukları olanlarda bazı kanserlere yakalanma olasılığındaki artış belki de bu durumla ilintili.
Örneğin bir çalışmada gece çalışan ve uyku sorunları yaşayan kadınlarda meme kanserinin daha sık görüldüğü saptanmış. Melatonini yüksek kişilerde soğuk algınlığı ve gribe yakalanma olasılığının düşük olduğu bulunmuş.
Antioksidanlar daima gündemdeler. Özellikle yaşlanma süreci ile ilişkili problemlerin çoğunun “oksitlenme” veya “serbest radikal hasarı” yani “oksidasyon zehirlenmesi/paslanma” ile ilişkili olduğunun anlaşılması antioksidanların yıldızını daha da parlatıyor.
Peki, nedir, kimdir bu antioksidanlar? Nasıl etkilerler ve ne işe yararlar? İsterseniz yeniden bir hatırlatma yapalım. Antioksidan vitaminlerinin en ünlüleri, E ve C vitaminleri ile bir provitamin olan betakaroten dir. Antioksidan minerallerin ilk sıralarındaysa selenyum ve çinko yer alır.
Vitamin ve mineral olmadıkları halde antioksidan etkisi gösteren daha pek çok doğal madde var. Bunların genelde sebze ve meyvelerde oldukları, özellikle de renkli sebze ve meyvelerde yerleştikleri biliniyor. Zaten bu nedenle de beslenme uzmanları “ne olur biraz daha fazla sebze meyve tüketin, mümkünse de renkli olanlara yönelin” tavsiyesinde bulunuyor. Domatesteki likopen,soğandaki kuvarsetin, karnabahardaki sülforafan, üzümdeki resveratrol, kirazdaki antosiyaninler, çaydaki kateşinler bu tür maddelerin en ünlü olanları, en çok tanınanları.
BİR SERBEST RADİKAL NE YAPAR?
Vücudumuz, tabii ve sıradan metabolik faaliyetlerini sürdürürken her gün binlerce “serbest radikal” adı verilen kararsız yapıda çiftleşmeye hazır bazı moleküller üretiyor. Serbest radikaller “oksitleyici” yani “paslandırıcı” ve “yaşlandırıcı” parçacıklar.
Gereğinden fazla hareket etmek, aşırı beslenmek, güneşe, kirli havaya, kirli yiyeceklere maruz kalmak, vücutta baş edebileceğinden daha fazla serbest radikal birikmesine yol açıyor. Aslında, vücudun kendi antioksidan savunma sistemi var ve bu sistem oldukça güçlü. Kolay da bozulmuyor. Ama eğer, siz vücudunuza gereğinden fazla serbest radikal yüklüyorsanız, bunların yok edilemeyen kısmı hücre duvarına veya hücre içi organcıklara yapışıyorlar hatta fırsat bulurlarsa DNA’nın yapısına bile zarar verebiliyorlar. DNA’nın yapısına zarar verdiklerinde kontrol dışı ve sınırsız çoğalma yeteneği olan anormal hücrelere, yani kanser hücrelerine doğru bir dönüşüme sebep olabiliyorlar. Sonuç olarak, hücreler normalden daha hızlı yaşlanıyor. Daha erken ölüyor. Kısacası, serbest radikal yükünüz arttıkça, yani vücudunuz “oksitleyici” -paslandırıcı- zararlılara daha fazla maruz kaldıkça beklenenden daha erken yaşlanıyor.
Yarın normal yaşamımıza geri döneceğiz. Yeniden koşuşturma, telaş ve hıza teslim olacağız.
Bana sorarsanız yeni hayat dediğimiz şey biraz da bu aslında ve sadece hız, koşuşturma ve telaştan da ibaret değil. Aynı zamanda had safhada sentetik ve plastik bir durum da var. Bizi ister istemez doğal yaşamdan hızla uzaklaştırıyor, sağlığımıza ilişkin korkular içine sokuyor.
Öyle ya ne annelerimizin o pek güzel kokan otları, baharatları, ne de ninelerimizin keyifle anlattıkları eski tatlar var şimdi. Böyle olunca da çareyi yeniden doğaya dönmekte arıyoruz. Ama burada da yine yanlışı seçtik. Doğanın kendine değil de yapay kısmına geçtik. Kefir içmiyor, kefir kapsülünü yutuyoruz. Yemeklere tarçın eklemek yerine tarçın hapı, zerdeçal eklemek yerine zerdeçal kapsülü içiyoruz.
YANLIŞ YOLDAYIZ
Kısacası yanlış yoldayız ve yanlışımızı başka yanlışlarla örtmeye çalışıyoruz. Bize iyi gelen şeylerin doğal olması gerektiğini öğrendik ama onlardan da nasıl faydalanacağımızı maalesef doğru dürüst bilmiyoruz. Kısacası “Yeşil Eczane”yi geç de olsa fark ettik ama onu yanlış yerlerde arıyoruz.
Ayrıca yeşil eczaneyi keşfeder etmez, maalesef onu da bozmakta, sulandırmakta geç kalmadık. Olur olmaz otu, çöpü, bitkiyi, dalı, yaprağı “faydalı mı, zararlı mı” sorularına yanıt bile aramadan, çay yapıp içmeye, tablet yapıp yutmaya, krem yapıp yüzümüze gözümüze sürmeye başladık. Bu güvenli “yeşil eczanenin ürünleri” ile zehirlenenlerin, alerjik reaksiyonlar geçirenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Doktor muayenehanelerine, hastane polikliniklerine bu ürünlerin yanlış hazırlanması, pazarlanması ve bilinçsiz kullanılmasına bağlı sağlık sorunları ile mücadele eden hastaların sayısında ciddi bir artış var.
GÜVENLİK ŞART