Osman Müftüoğlu

Ne yiyelim ne içelim

3 Kasım 2014
Sağlıklı beslenme konusunun her geçen gün daha karmaşık bir hale geldiğine şüphe yok.

Ne yiyip ne içmemiz gerektiğini söyleyen onlarca diyet listesi, binlerce tavsiye havada uçuşuyor. Ama kilo sorunumuz bir türlü çözülemiyor. Mutlu mideler, sağlıklı bedenler için beslenmenin kişiye özel olduğunu unutmamak gerekiyor.

SAĞLIMIZ konusunda eskiye oranla daha duyarlı olduğumuz kesin. En çok da “nasıl beslenirsek daha sağlıklı kalabileceğimizi” anlamanın peşindeyiz. Sağlık uzmanlarının tamamı sağlığımızın birinci belirleyicisinin beslenme tarzı ve besin seçimlerimiz olduğunu söylediklerine göre doğru yoldayız. Yine çoğumuz “ne yersek” veya “yemezsek” kilomuzu koruyabileceğimizi de öğrenmek istediğimizden kilo konusunu ön plana çıkaran yazıları dikkatle okuyup televizyon programlarını ilgiyle izliyoruz. Doğru yapıyoruz ama “yeme içme konusu” öyle kolay kolay düzene sokulabilecek bir süreç gibi de görünmüyor. Nedenine gelince…


HANGİSİNE İNANALIM?


Bir kere uzmanların dedikleri birbirini tutmuyor. Birinin “ak” dediğine diğeri “kara” diyebiliyor. Biri “yağları azaltın” derken öbürü “kuyruk yağını bile azaltma, kaymaksız, tereyağsız kahvaltıya oturma” talimatı veriyor. Bir bakıyorsunuz “düşük karbonhidratlı beslenme” popülerleşirken, ertesi yıl “bu yanlış bir yol” uyarıları ile karşılaşabiliyorsunuz. Yumurtayı “kesin” diyen de “günde 10 yumurta yiyin” diyebilen de uzmanlar değil mi? Bir de “çakma uzmanlar” var ki o apayrı bir tehlike. Bunların tıpla, sağlıkla hiçbir ilgileri yok. Yok ama doktor ya da beslenme uzmanı edasıyla ve hiç çekinmeden inanılmaz önerilerde bulunabiliyorlar. Sorun “uzmanların ayrı telden çalması” veya yetkisiz, bilgisiz önüne gelenin beslenme tavsiyelerinde bulunması ile bitse neyse! Beslenme çok karmaşık bir konu. Yalnızca acıkma ve karın doyurmayı değil; ağız tadı, kültür, ekonomik durum ve ruhsal süreçleri de içine alan karmaşık bir süreç. Sadece aç olduğumuzda değil; can sıkıntımızı yenmek, mutsuzluğumuzu gidermek, kafamızı toplamak (veya dağıtmak), işimize odaklanmak gibi çok farklı nedenlerle de yiyebiliyor ve farklı yiyecek içecek tercihleri yapabiliyoruz.

PARAMIZ YETİYOR MU?


Yazının Devamını Oku

BB krem: Mucize mi, şişirme mi?

1 Kasım 2014
Birkaç yıldır kozmetik ürünler arasında bir krem türü var ki pek moda! Herkesin dilinde o: BB krem! Nedir bu BB krem? Ne işe yarıyor? Diğer kremlerden ne gibi bir farklılığı var? Buyurun...

BB, İngilizce “Blemish Baume” sözcüklerinden türetilmiş bir kısaltma. Kremin yaptığı işi tanımlamaya da neredeyse yetiyor: Hem leke örten, hem de renk veren bir ürün. Hanımlar için adeta “yedi derdin devası”... Bir yandan güzelliklerini koruyup görünümlerini “vurucu” hale getirirken öte yandan da “zamandan tasarruf” ediyorlar. Üstelik de bir “leke örtücü”, bir “nemlendirici”, bir “fondöten”, bir “güneş kremi” derken uzayan liste yerine tek kremle işi “tak” diye anında bitiriyorlar.
BB kremlerin kozmetik sektöründe güzellik trendlerinden biri haline gelmesinin esas nedenleri işte bu saydıklarım. Bir uzman da BB kremleri kısaca şöyle tanımlamış: “BB krem yüzünüzü yıkadıktan sonra ihtiyacınız olan tek ürün...” Daha ne olsun...

NEDEN SEVİLDİ?BB FIRTINASI SÜRÜYOR
BB kremler, cildi korumak ve lazer tedavileri sonrası kapatıcı olarak kullanılması için önce Almanya’da üretilmiş, piyasaya sürüldükten sonra ise tüm dünyada hızla yayılıp kullanılmaya başlanmış. En büyük ilgiyi Uzak Doğulu hanımlardan gördüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. “All-in-one” denilen bizde de “hepsi bir arada” şeklinde kullanılan pazarlama yöntemi ile Kore’den Hong Kong’a pek çok ülkeyi, iki yıl önce de Türkiye’yi fethetti bu ürünler...
Gerçekten tek bir güzellik ürünüyle yetinmek olası mı? Belki de... BB kremlerin çoğu SPF 30 faktör ile iyi bir UV koruyucusudur. Uzmanlar BB kremlerin içerdikleri çinko oksit ve titanyum oksit ile suya dayanıklı hale gelip fiziksel olarak da koruma sağladıklarını belirtiyorlar.
BB kremler, A, E ve C vitaminleri gibi peptidler ve antioksidanları, hyalüronik asit ve gliserin gibi nemlendiricileri, cilt tonunu sağlamak için meyan kökü özütü ve arbutin gibi malzemeleri içerir. Işığı yansıtan mika sayesinde de cilde parlaklık verir. Cildi yumuşatmak içinse dimetikon gibi silikon bazlı maddeler barındırır.

ÖNEMLİBB MUCİZE YARATIR MI?

Yazının Devamını Oku

Hangi demir?

31 Ekim 2014
Kaliteli yaşamak, sorunsuz bir hayat sürmek için hücrelerimizin demir ihtiyacını aksatmadan karşılamak zorundayız. Ne var ki özellikle genç kız ve kadınlarımız arasında demir noksanlığı ve buna bağlı anemi çok yaygın. Üstelik çoğu bunun ya farkında değil ya da ciddiye almıyor.

Sağlığımızın bozulmaması için yeteri kadar demiri bedenimize kazandırmak, hücrelerimizin demir ihtiyacını aksatmadan karşılamak zorundayız. Kaliteli yaşamak, sorunsuz bir hayat sürmek için buna mecburuz.
Üstelik sağlıklı bir yetişkinin ihtiyacı olan demir miktarı başka elementlerle, mesela kalsiyumla kıyaslandığında çok ama çok az. Mesela kalsiyumun neredeyse binde biri kadar demir bile bize yetebiliyor. Yetişkin bir bedende toplam 3-4 gram demir var ve vücut işini bununla halledebiliyor. Özetle; yiyip içtiklerimizle kazanacağımız günde 50-60 mg. demir bile bize yetiyor.
Ne var ki özellikle genç kız ve kadınlarımız arasında demir noksanlığı ve buna bağlı anemi (kansızlık) çok yaygın bir sorun. Maalesef çoğu bunun ya farkında değil ya da ciddiye almıyor. Bu nedenle sayfamızı bugün özellikle onların dikkatle okumalarını istiyorum.

UNUTMAYIN
DEMİR NEDEN ÖNEMLİ?
Peki demir neden bu kadar mühim? Nedeni şu... Demir olmadan alyuvarlarımız oksijeni taşıyamıyor, enzimler çalışamıyor da ondan. Demirsiz kalan hücrelerimiz ne yeterince enerji üretilebiliyor ne de beynimiz öğrendiği bilgileri depolayıp yeniden hatırlayabiliyor.
Kısa sürede yorgun düşmemizin, birkaç adım atınca çarpıntıdan bir hâl olmamızın, unutkanlıktan yakınmaya başlamamızın, üşüyüp solmamızın sebebi de bu. Yeteri kadar demiriniz yoksa bağ dokunuzun yapısı alt üst oluyor. Kasınız, kemiğiniz, saçınız, tırnağınız bozulup işini göremez hale geliyor.

Yazının Devamını Oku

Lokmaları mı, adımları mı sayalım?

30 Ekim 2014
Bu yazıyı geçen akşam bir televizyon programında anlatılanları dinleyince yazmaya karar verdim. Nedeni şu... Televizyondaki uzman ısrarla “kilo kazanımının yiyip içtiklerimizin miktarı değil, içeriği” ile ilgili olduğunu söylüyor, etin, yumurtanın, yağın ne kadar yenirse yensin kilo kazanımına yol açmayacağını iddia ediyordu.

Biraz üzülerek, azıcık da dehşete kapılarak dinledim anlattıklarını. Üzüldüm çünkü bu ünlü uzmanın da bir gram yağda 9, bir gram proteinde –hayvansal üründe- 4 kalori ve bol bol da doymuş yağ bulunduğundan mutlaka haberi vardı ama muhtemelen o anda “farklı” ve “halkın hoşlanacağı” şeyler söylemesi gerekiyordu.
Farklı şeyler söylemek, bilinenlerin tersini savunmak, bilimsel verileri bir yana bırakıp binlerce yayını, çalışmayı, alın terini yok saymak, birkaç çalışmaya sırt dayayıp farklı şeyler konuşarak mevcutları ters köşeye yatırmak her ülkede olduğu gibi bizde de prim yapıyor.
Kilo sorunu olanlar çoğaldığından beri “yeni diyet” önerilerinin ardı arkası kesilmiyor. Mevcutlara yenileri eklense de temel prensipler hep aynı, istisnalar dışında değişen ciddi bir şey yok: Yiyip içtiklerimizi gözden geçirecek, bedenimizi daha çok hareket ettirip kaslarımızı daha çok kullanmanın bir yolunu bulacağız.
Kısacası bir yandan “enerji/kalori kazanımımızı azaltacak”, diğer taraftan da “tüketimi/harcamayı arttıracağız”. Birincinin yolu “lokmaları”, ikincininse “adımları” saymaktan geçiyor.
Bana sorarsanız her lokmayı uzun uzun ve iyice çiğneyin ama lokmalarınızı ne kendiniz sayın, ne de başkalarının saymasına izin verin. Adımlarınızı saymayı ise sakın ihmal etmeyin, daha da iyisi kendinizi kolunuza takacağınız yeni nesil “adım ölçer”e veya belinize, cep telefonunuza ekleyeceğiniz “adım sayıcı”ya emanet edin.

ÖNEMLİ
KİLO VERMENİN ÜÇ ETKİLİ YOLU

Yazının Devamını Oku

Zerdeçal neden önemli?

29 Ekim 2014
Mutfağımızdaki doğal doktorların sayısı oldukça fazla ama bazılarının neredeyse 10 parmağında 10 marifet var. Zerdeçal bunlardan biri. Zaten bu nedenle de onu bu köşede sık sık misafir ediyor, gündemde tutmaya ve hatırlatmaya çalışıyoruz. İşte yine ve yeni bir zerdeçal yazısı. Onu da Dr. Evren Altınel hazırladı. Buyurun...

1- Kanser savardır. Hayvanlarla yapılan laboratuvar çalışmalarında kurkumin kullanımının kansere karşı mücadelede umut verici sonuçları olduğu görülmüştür. Kanser hücrelerin öldüren, tümör kitlelerini küçülten ve hayvanlarda kemoterapinin etkisini artıran kurkumin, kanser tedavisinde yeni umut kaynaklarındandır.

2- Beynimizi korur. Aromatik turmeron, zerdeçalın kurkumin kadar üzerinde durulmamış ve araştırılmamış bir başka bileşenidir. Fare deneylerinde kök hücreler üzerinde incelenen madde gelecekte felç, Alzheimer gibi hastalıklara karşı zerdeçalın etkisi hakkında ümitlendirici sonuçlar vermiştir. Bir klinik çalışmada Alzheimer hastalarında kullanılan kurkuminin hafızaya destek olduğu gözlemlendi.

3- Eklem sorunlarına destek olur. Kurkuminin anti-inflamatuvar etkisi, osteartrit nedeniyle ağrı çeken olguların zerdeçal kullanınca yakınmalarında azalma olduğunu bildirmeleriyle araştırılmaya başlanmıştır. Bu hastalarda ibuprofen gibi davranan zerdeçal ve taşıyıcı=lokomotör sistem hastalıkları arasındaki işbirliği geniş kapsamlı klinik araştırmalara açıktır.

4- Kalbimizi korur. Zerdeçalın o güzel parlak renginin sorumlusu olan kurkumin, aynı zamanda onun sağlık koruyucusu etkilerinin de başoyuncusudur. By-pass hastalarında kalp krizi riski üzerine yapılan bir çalışmada 2009-2011 yılları arasında izlenen 121 olgunun (ameliyattan 3 gün önce başlanıp ameliyat sonrası da 5 gün boyunca) yarısına plasebo, diğer yarısına da kurkumin verilmiştir. Kalp krizi, kurkumin verilenlerde yüzde 13, verilmeyenlerde yüzde 30 sıklıkta görülmüştür. İlaca karşı bir alternatif olmamakla beraber antioksidan ve anti-inflamatuvar etkileri sayesinde bypass’lılarda kalp krizi riskini azaltmaya yardımcı olduğu kesindir.

Yazının Devamını Oku

Meme kanserinden korunmanın 10 yolu

28 Ekim 2014
Meme kanseri kadınların korkulu rüyası olmayı sürdürüyor ama size iyi bir haberim var: Tedavide özellikle son 10 yılda kat edilen mesafeler, başarılar ve alınan müthiş sonuçlar, hem biz doktorların hem de siz hastaların yüzünü güldürüyor ve güldürmeye devam edecek. Ama yine de amaç önce “korunma” sonra da “erken tanı” olmalı. Bu kesin!

Konu korunma olunca Prevention dergisinde yayınlanan bir yazıyı size aktarmam lazım. Bence bu yazı mutlaka kesip saklanmalı ve iki-üç ayda bir “hatırlamak için” tekrar tekrar okunmalı. İşte o yazı...
1- MEMENİZİ TANIYIN
Bazı kadınların meme dokusu daha yoğundur. Bazılarının ise büyük memeleri olmasına rağmen içerdiği yağ doku çok ama meme dokusu pek azdır.
Yapılan incelemeler gösteriyor ki, meme dokusu yoğun ve fazla olan kadınların kanser riski diğerlerine göre 6 kat fazladır. Yoğun meme dokunuzu değiştiremezsiniz ama standart mamografi ile yetinmeyip daha ileri tetkikler yaptırmak elinizde.
2- HAREKET EDİN
Egzersiz yapmak her şeyden önce kilonuzu korumanıza destek olur, yağlanmanızı engeller. Yağ doku çoksa kanser riski de çoktur. Çünkü meme kanserinin tetikçisi olan östrojen menopozdan önce yumurtalıklarda üretilir, menopozdan sonraysa yağ dokudan salınır. Haftada üç gün 1-2,5 saat arasında tempolu yürüyüş yapan bir kadının meme kanseri riski yüzde 18 azalır.
3- AİLENİZİ ARAŞTIRIN

Yazının Devamını Oku

Kaç yıl yaşamak istersin

27 Ekim 2014
Yaşınız yavaş yavaş ilerlemeye başladığında, “Yaş yetmiş iş bitmiş” deyip kendinizi salmayın... Çünkü bazı ufak ama çok önemli sağlık kurallarına uyar, ‘kendinize iyi bakarsanız’, ummadığınız kadar uzun yaşayabilirsiniz...

Ortalama ömür hemen her ülkede uzuyor. Özellikle altmışlı yaşlarını sağlıkla yolcu edebilenlerin çoğu seksenlere hatta doksanlara rahatlıkla ulaşabiliyor. Bunda refah artışı kadar hijyenik koşulların iyileşmesi, sağlık hizmetlerinin yaygınlaşıp ulaşılabilir hale gelmesi, çevre koşullarının düzeltilip eğitimin yaygınlaşmasının da rolü var. Hayatımızdaki iyileşmeler sadece ömrümüzü uzatmadı, akut hastalıklara –mesela mikrobik hastalıklara- bağlı ölümleri de azalttı. Öncelikli sorun akut değil, kronik sağlık problemleri oldu. Özellikle ellisinden sonra ortaya çıkan obezite, diyabet, hipertansiyon, artrit, kanser gibi sorunlar ön plana çıktı. Kalp ve beyin damar hastalıkları, bellek sorunları, uyku problemleri, ağrılar, yorgunluklar, işitme ve görme kayıpları bilhassa yaşı altmışı-yetmişi geçen herkesin öncelikli gündemi haline geldi.

BENİM GÖRÜŞÜM FARKLI

Yaşlanma yolculuğuna çıkan yüzlerce insanla görüştüm. Çoğu hem daha uzun yaşamak istiyor, hem de bu sorunlardan korkuyor. “Uzun yaşayayım ama kalbim beni yolda bırakabilir mi? Uzun yaşayayım ama ya kansere yakalanırsam? Yetmişimden sonra da dizlerim tutacak, gözlerim iyi görecek mi? Belleğim sekseni geçtiğimde de tıkır tıkır çalışacak, dengem yerinde olacak mı?” gibi sorulara cevap arıyor. Hatta aralarında “bana yetmiş yeter arkadaş, ondan sonrası biraz sıkıntılı, ben almayayım kalsın!” diyenler de oluyor. Serdar Turgut birkaç hafta önce Habertürk’teki köşesinde, Amerikalı bir uzmanın makalesinden yola çıkarak bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Amerikalı uzman diyor ki: “Bana yetmiş beş yıl yeter. Yaşım yetmiş beşi geçince ne sağlık kontrolü yaptıracağım, ne de ortaya çıkabilecek sağlık sorunlarına çözümler arayacağım. Problemlerimi basit ağrı kesicilerle, yatıştırıcılarla, uyku ilaçları vs. ile geçiştireceğim. Biliyorum ki bu yaştan sonra yapılacak hiçbir bakım beni kötü yaşlanmaktan, özellikle de bellek sorunlarından koruyamayacak. Belleğim beni yarı yolda bırakacak, dizlerim beni taşımayacak, işitmem de görmem de eskisi kadar mükemmel olamayacak!” O uzmanla aynı fikirde değilim. Nedeni şu...

KENDİNİZE İYİ BAKIN

Ömrün ne zaman ve nasıl sonlanacağını bilemeyiz ve ona sadece biz karar veremeyiz. Bize düşen, son nefesimize kadar kendimize iyi bakmak olmalı. Tabiî ki yaşlanmanın getireceği bazı “eksilmeleri” hoş karşılamalıyız ama ortaya çıkabilecek sorunları “önlenemez, hafifletilemez veya iyileştirilemez” sanmayalım. Yaşımız ne olursa olsun kendimize iyi bakmaya, yiyip içtiklerimize, aktivitemize, uykumuza özen göstermeye devam edip sağlığımızı iyi izleyelim. Hastalanınca da süratle tedavi olmanın yollarını arayalım. Çünkü “sağlığın takibi ve sağlık sorunlarına doğru zamanda, doğru müdahalelerin yapılması” her yaşta önemlidir ve uzun bir ömür sürmek ya da hayata erken veda etmek ne “seçilmiş olma” veya “şansa” ne de sadece “sağlıklı kalmaya” bağlıdır ve istatistiklere göre kendine iyi bakan insanların daha uzun ve daha kaliteli bir hayat sürme şansları kesinlikle daha yüksektir.

UZUN, KALİTELİ YAŞAYIN

Amacınız sadece ömrünüzü uzatmak olmasın. Hayatın kalitesi de mühim bir noktadır. Ayrıca uzun ömrün içinin nasıl doldurulduğu da çok önemlidir. Ne ürettiğimiz, geriye ne bıraktığımız ve “hayat”ın içine ne kadar huzur, haz, keyif, mutluluk, hoşgörü, başarı, sevgi, sevinç eklediğimiz de unutulmaması gereken ayrıntılardır. Bunlar eksik kalırsa uzun ömür sadece “uzun bir yalnızlık” ve “derin bir ıskalama” durumudur ve böyle bir ömür kimsenin işine gelmez, kimseye tat vermez.

ÖMRÜNÜZÜN YETTİĞİNCE

Yazının Devamını Oku

Kolesterol hapları melek mi, şeytan mı?

25 Ekim 2014
Kötü huylu kolesterol (LDL) yüksekliğini normal seviyelere indirmek için “statin” grubu ilaçların kullanımı konusunda tartışmalar sürüyor. Bir grup “Kolesterol faydalı bir maddedir, düşürülmemeli” derken, bir başka grup “Kolesterol artışı görüldüğü yerde kafası ezilmesi gereken bir zararlıdır” düşüncesinde.

Kötü huylu kolesterol (LDL) yüksekliğini normal seviyelere indirmek için “statin” grubu ilaçların kullanımı konusunda tartışmalar sürüyor, muhtemelen daha da sürecek. Tartışma ilaçların etkinliğinden çok yan etkileri ve “kimlere, ne zaman ve nasıl” verilecekleri noktasında kilitleniyor.
Bir grup “Kolesterol faydalı bir maddedir, düşürülmesi fayda değil, zarar verir, bu ilaçlara da güvenmemek gerekir” derken, bir başka grup –özellikle kardiyologlar- “Kolesterol artışı görüldüğü yerde kafası ezilmesi gereken bir zararlıdır ve bu işin en güvenli yolu statin haplarını yutmaktır” düşüncesinde.
Kısacası birinci gruptakiler statinlere “külliyen” karşılar, ikinci gruptakilerse neredeyse bir “sempati yumağı” halindeler.

KİM KULLANMALI?
Peki hangi grup haklı? Hastalar kimi dinlemeli? Mevcut verilere bakılırsa burada da “makul bir yol” izlenip şöyle bir strateji ile hareket edilmeli:
Kalp atağı geçirmemiş, bypass ya da stent tatbik edilmemiş sağlıklı biri; öncelikle diyabeti, düşük HDL kolesterolü, insülin direnci, hipertansiyonu, göbeği, hiperürisemisi ve/veya aile hikâyesi nedeniyle çoklu bir damar hastalığı riski varsa bunları öncelikle gidermeli... Ayrıca beslenmelerini ciddiye almalı, kan basıncı, kan şekeri ve hiperürisemilerini dengelemeli, aktivite konusunu ciddiye alıp yaşam tarzlarını iyileştirilmeliler. Bu konular halledildikten sonra yeniden değerlendirilmeli. Kolesterol hapları daha işin başında bu problemler çözülmeden devreye sokulmamalı.

Yazının Devamını Oku