Osman Müftüoğlu

Bir yaşam tarzı Wellness

5 Mart 2015
Hepimizin hayattan beklentileri farklı. Ama ortak beklentilerimiz de yok değil. Mesela mı?

Sağlıklı, formda ve kaliteli bir hayat, ortak beklentilerimizin en başında geliyor.
İstiyoruz ki “ağrısız, sızısız, keyifli, neşeli bir hayat” sürelim. Stresimiz, öfkemiz az, umudumuz çok, mutluluk duygu dozumuz çok yüksek olsun. İstediğimiz kadar çalışıp dinlenelim.
Keyifli ve güzel şeyler yiyip hoş ve güzel sohbetlerle sadece adı değil, tadı da güzel bir hayat sürelim.
Peki bunlar zor şeyler mi? Hayır! Üstelik bunları istemekte de çok haklıyız.
Haklıyız, çünkü biliyoruz ki hepimiz “belli bir zaman dilimini tamamlamak üzere” buradayız. Üstelik o zaman diliminin ne kadar süreceğini de bilmiyoruz.
Ayrıca bugünün hayatı da dününkinden çok farklı. Bir kere inanılmaz hızlı. İnanılmaz soğuk ve uzak. İnanılmaz yalnız ve gürültülü.
Üstelik kirli mi kirli...

Yazının Devamını Oku

Stres azaltılmaz yönetilir

4 Mart 2015
Birçok hastalığın stresle bağlantısı var. İşin kötüsü, stres önlenebilen ya da kolayca savuşturulabilen bir şey de değil. Onu önlemenin değil, yönetmenin mümkün olabileceğini bilmemiz gerekiyor.

Kalp hastalıklarından kansere, bellek bozukluklarından kiloya, hipertansiyondan reflüye birçok hastalığın stresle bağlantısı var. Çoğunda esas neden... Kiminde ise ya tetikleyici ya da şiddetlendirme faktörü... Yaşlanmayı hızlandırdığı ise çoktan kanıtlandı. Ömür süresini belirleyen telomer isimli DNA bölümü, stresli insanlarda (stresin yoğunluğuyla paralel olarak) daha hızlı kısalıyor.
Yalnızca kötü, beklenmedik, ürkütücü/endişe verici sorunlarla da ortaya çıkmıyor.
Yeni bir göreve atanmak/terfi etmek, yeni bir çocuk sahibi olmak, hatta evlenmek gibi mutlu gelişmeler, iyi ve güzel olaylar bile bizi stresle tanıştırabiliyor.
Stres konusundaki yanlışlarımızdan biri de şu: Stres önlenebilen ya da kolay savuşturulabilen bir şey de değil. Onu önlemenin değil, yönetmenin mümkün olabileceğini bilmemiz lazım. Strese karşı özel tepkiler geliştirmek, savuşturma yollarını öğrenmek zorundayız.
Bu arada çoğumuzun farkına varmadığı “stres üreten” bazı “tanıdık” yanlışlarımız var. Onları da gözden uzak tutmamak gerek. Bu yanlışların başında “çok işlemcilik” geliyor.
Birçok işi aynı anda yapmayı bir marifet, bir yaşam biçimi haline getirmiş durumdayız. Hatta bunu başarının anahtarı gibi görenlerimiz de var. Uzmanlar sık tekrarlanan çok işlemcilik çabalarının sadece stresi artırmakla kalmadığını, dikkat azalması ve bellek kaybına da sebep olduğunu söylüyor. Onlara göre çok işlemcilik sırasında beyin en çok “prefrontal korteks” bölgesini kullanıyor. Kronik stres ise en çok bu bölgeye zarar veriyor.
Uzmanlar kronik çok işlemcilikten şikayet edenlere, her gün telefonlarını belirli bir süre kapatmalarını, yaptıkları ve düşündükleri her konudan uzaklaşmalarını, o zaman diliminde sadece tek bir konuyu yapmaya ya da düşünmeye yönelmelerini tavsiye ediyor.

Yazının Devamını Oku

Yaygın bir problem : Gaz

3 Mart 2015
Gaz sorunu yaygın bir problem. Peki ne zaman önemli? Ne zaman bir hastalık işareti? İşte yanıtı...

Gaz üretmek, sindirim sisteminin doğal işlevlerinden biri. Herkesin midesi ve bağırsakları gaz üretir. Belki bazıları “çok gazlı” olduğunu söyler, kimileri “şişme” sorunundan daha sık yakınır. Öyle veya böyle herkeste konuşurken, uyurken veya yemek sırasında hava yutmaktan ya da yiyeceklerin sindirim sırasında parçalanmasıyla ortama yayılan nitrojen, hidrojen, oksijen, karbondioksit ve metan gazı üretiminden dolayı gaz olur.
Gazdan kurtulmak -gaz çıkarmak, geğirmek- başkalarının yanında uygun olmayacağı için bizi zor durumda bırakıp şişkinliğe, sancı ve kramp tarzı ağrılara yol açabilir.
Aslında sindirim sistemimizi şişiren gaz artışının ancak bir bölümü bağırsaklardaki sorunlardan kaynaklanır. Hava yutmak, gaz sorununda ilk sırayı alır. Yemek yerken, bir şeyler içerken bir miktar hava yutarız.
Eğer sakız çiğneyen, sigara içen ya da içeceklerinizi kamışla içen biriyseniz, yuttuğunuz havayı daha da artırmış olursunuz.
Takma dişlerinizle sorun yaşıyorsanız, sıcak içecekleri tercih ediyorsanız yine daha fazla hava yutuyorsunuz demektir.Uzun açlıklardan sonra yemeği hızla silip süpürürken de fena halde hava yutarız. İkinci önemli gaz nedeni yiyeceklerimizdir.
Kabızlık da önemli bir gaz nedenidir. Bazı ilaçlar ve besin destekleri de gaz yapabilir.
Gaz yakınması, bir bağırsak hastalığına işaret edebilir. Kadınlarda, adet öncesi hormon düzeylerindeki değişmeye bağlı su tutulması olduğunda gaz da tabloya eşlik edebilir.

Hangi yiyecekler gaz yapar?

Yazının Devamını Oku

Ekmeğe bağımlıyız

2 Mart 2015
Ekmek vazgeçilmezimiz ama...

Bir; gereğinden fazla tüketiyoruz ve tıpkı şeker gibi “beyaz ekmek” de bağımlılık yapıyor. İki; ekmeklerimiz genelde sağlıklı değil.


EKMEKLERİMİZ genelde sağlıklı değil, değil çünkü unlarının seçiminden imalatlarına, pişirilmelerinden dağıtımlarına kadar uzanan bir dizi sorun var. Ekmek üretiminde kullanılan katkılar konusunda da kuşkular söz konusu. Fazla miktarda tuz eklendiğini de söylememiz lazım. Kullanılan yapay mayaların etkisi ise ayrı bir tartışma alanı. Peki, ne yapmalıyız? Ekmek olmadan doyamayan ve/veya ucuz olduğu için ekmeği beslenme modelinin en önemli parçası haline getiren geniş bir kesim var. Ayrıca ekmekle birlikte tüketildiğinde keyif aldığımız pek çok değerli ve lezzetli besine de (peynir, zeytin, limon suyu eklenmiş tereyağı!) sahibiz. Ekmeği o besinlerle birlikte tükettiğinizde oluşabilecek zararlar da azalabiliyor.

TAM TAHILLI OLMALI

Ekmekten vazgeçmek yerine ekmeğin kalitesini arttırmak ve miktarı azaltmak yoluna gitmemiz lazım. Bunun nasıl yapılacağı da belli. Mümkün olduğu kadar tam tahıllı ekmek üretilecek. Ekşi maya kullanılacak. Eklenen katkı maddeleri, pişirme, dağıtım yöntemleri ile içindeki tuz miktarı ciddi biçimde denetlenecek. Özetle “Ekmeği tümüyle bırakmak!” ekmek yemeyen bir toplum oluşturmak, sanki “olmayacak bir duaya âmin demek” ile eşanlamlı. Yapılması gereken ekmeğimizin kalitesini arttırmak, üretim koşullarını daha ciddi denetlemek, şekerden farklı olmayan beyaz un ağırlıklı ekmeği yavaş yavaş terk etmek ve kendimizi daha az ekmek yemeye, daha az ekmek tüketmeye alıştırmak olmalı.

Yazının Devamını Oku

Sağlığımıza özen gösteriyor muyuz

28 Şubat 2015
Bu soruya çoğumuzun “evet!” yanıtı vereceği kesin! Sağlığı korumanın yolu tabiî ki öncelikle beslenme, aktivite, uyku, stres yönetimi, hijyen kurallarına uyum ile bağlantılı ama bunlar yetmiyor.

Sağlığımızı korumanın yolu; onun ihtiyaçlarını anlamaktan, risklerini öğrenmekten ve yeni durumlara, gelişen yeni şartlara bağlı güncel stratejiler oluşturmaktan da geçiyor. Kısacası belirli aralıklarla “sağlık yoklamaları” yaptırmak şart. Bu yoklamaların sıklığının ve genişliğinin kişiden kişiye değişebileceğini unutmamakta fayda var.
Ben kadınların sağlık konusunda erkeklerden daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Bu sadece benim düşüncem de değil, pratikte net olarak görülüyor: Düzenli sağlık kontrolü yaptıran her 10 kişiden 7’si kadın. Erkekler sağlıklarına kadınlar kadar özen göstermiyor. Sağlık kontrollerine gelen erkeklerin de çoğunu kadınlar yönlendiriyor.
Bence erkeklerin kadınlara oranla daha kısa ömürlü olmalarında sağlıklarına gösterdikleri özensizlik önemli bir faktör. Kadınlar burada da doğru olanı yapıyor.
Sağlık kontrolleri, çoğu hastalığı erken yakalama fırsatı verdiği için önemlidir. Yeni geliştirilen testler, sağlığımızdaki değişimleri, bu değişiklikler sonrasında ortaya çıkabilecek hastalıkları sadece erken dönemde teşhis etmekle kalmıyor, daha tasarım aşamasındayken bile yakalayabiliyor.
Eğer sağlık taramalarını sıradan ticari check-up’ların dışına taşıyabilir de kişiye özel risk analizleri haline dönüştürebilirseniz, hastalıklardan korunma ve erken teşhiste çok daha önemli mesafeler alacağınızdan emin olabilirsiniz.

Elleriniz titriyor mu?

El titremesi yaygın bir sorun. Genç-yaşlı, kadın-erkek birçok kişi, ellerinde titreme olduğunu fark edip telaşlanıyor. Her şeyden önce şunu unutmayalım: El titremeleri her zaman, bir sağlık sorununun varlığına işaret etmez. Arkasında genellikle bir aile hikâyesi de vardır.

Yazının Devamını Oku

Doğru beslen iyi yaşa

27 Şubat 2015
Bedenin yıkım sürecine girdiği, hastalanma eğiliminin arttığı bir zaman dilimidir yaşlılık. Hayatın bu döneminde iyi beslenenler daha güçlü oluyor. Hücreleri daha az yıkıma uğruyor, daha geç yıpranıyor, yıkım süreçlerine daha çok direnebiliyor. İyi beslenenler yıkılanları, dökülenleri yaşlanıp pörsüyenleri daha kolay onarabiliyor.

İyi beslenmek deyimi yaşlandıkça anlamı değişen, içeriği gelişen ve kişinin hayatındaki önemi daha da artan bir kavramı tanımlar. Sağlıklı yaşlanmanın anahtar cümlesi de diyebiliriz. Lezzetli ve kaliteli şeyler yiyip içerek doğru beslenmek hayatınızın her döneminde önemli ama bana sorarsanız orta yaşlar ve sonrasında bu iş daha ciddi bir konu haline geliyor.
Bedenin yıkım sürecine girdiği, hastalanma eğiliminin arttığı bir zaman dilimidir yaşlılık. Zaten bu nedenle de orta yaşlar ve sonrasında elzem aminoasitlere –mesela taurin, lizin, arginin-, elzem yağlara mesela DHA ve EPA-, bazı vitaminlere –mesela D, B 12 vitaminleri-, bazı antioksidanlara –resveratrol, lütein, likopen gibi- ihtiyaç artıyor.
Diğer taraftan yaşamsal bir zorunluluk olan enerji ihtiyacınızı karşılayabilmeniz için hayatın her döneminde (çocuklukta, gençlikte, yaşlılıkta) mutlaka karnınızı doyurmanız zorunlu ama orta yaş ve yaşlılıkta beslenmekten söz edildiğinde konu başka bir anlam kazanıyor. ‘İyi beslenmek’ bu dönemde sadece ne kadar değil, neleri, ne zaman, ne sıklıkta ve hangi oranlarda, nelerle birlikte yediğinizi planlamanız anlamına da geliyor.
Hayatın bu döneminde iyi beslenenler daha güçlü oluyor. Hücreleri daha az yıkıma uğruyor, daha geç yıpranıyor, yıkım süreçlerine daha çok direnebiliyor. İyi beslenenler yıkılanları, dökülenleri yaşlanıp pörsüyenleri daha kolay onarabiliyor. İyi beslendiniz mi bağışıklığınız daha güçlü, metabolik yapılanmanız daha formda, hormonlarınız daha kifayetli kalıyor.
Ayrıca iyi beslenenlerin kendilerini daha iyi hissettikleri, ruhsal sorunlarla daha az karşılaştıkları, stresle daha kolay mücadele edebildikleri biliniyor. İyi beslenmek belleğinize, uykunuza, cinselliğinize farkında olmadığınız katkılar sağlıyor.

ZENGİN İŞİ DEĞİL AKIL İŞİ

Yazının Devamını Oku

Başınız mı ağrıyor

26 Şubat 2015
Baş ağrısı yaygın bir sorun. “Sağlıklıyım” diyen her altı kişiden birinde baş ağrısı sorunu var ama çoğu bunu ciddiye almıyor. Uzmanlara bakılırsa yine sağlıklı olduğunu düşünen her üç kişiden biri hayatının bir döneminde bir şekilde baş ağrısıyla tanışıyor.

Başımızı ağrıtan dertlerin sayısı oldukça fazla. İşi ters gidenin, canı bir şeye sıkılanın, üzülenin, yakınını, sevdiğini kaybedenin başı ağrıyabiliyor ama tansiyon yüksekliği, beyin baloncukları, tümörleri, baş boyun iltihapları gibi önemli sağlık sorunları da baş ağrıtabiliyor.
Uykusuz kalınca veya tam tersi çok uyuyunca, açlık süresi uzayınca, kapalı bir yerde uzun süre oturunca da baş ağrısı yaşanıyor. Kısacası baş ağrısının bin bir çeşit sebebi olabilir.
MİGRENİM Mİ VAR?

Bin bir sebebi olsa da “migren” baş ağrılarının her daim en popüler olanı ve en çok bilineni.
Hele bir de baş ağrısı yarımsa, başın yarısını tutuyorsa, ağrıya bulantı, ışık ve sesten rahatsız olma, göz sulanması ve kızarıklığı gibi işaretler de eşlik ediyorsa teşhis hemen hazırdır: Sende migren var! Uzmanlar burada iki noktaya özellikle dikkati çekiyor.
Bir: Migren yukarıda saydığımız belirtilerden çok farklı şekilde de ortaya çıkabiliyor, hatta baş ağrısız migren bile var.

Yazının Devamını Oku

D vitamini niye az

25 Şubat 2015
Yaz sonunda yaptırdığı kan tahlillerinde normal olan D vitamini seviyesinin son tetkikte dibe vurduğunu(!) öğrenen hastam şu soruyu yöneltti: “6 ay önce normaldi, şimdi neden bu kadar azaldı?” Sadece onun değil, birçok insanın aklında aynı soru var. Cevabı merak ediyorsanız buyurun!

D vitamini diğer vitaminler gibi sürekli olarak kullanılan/tüketilen bir bileşen. Vücudumuz pek çok işini/ işlemini/ üretimini D vitamini kullanarak (harcayarak) yapıyor, dolayısıyla yerine yenisi konmadığında D vitamini seviyesi düşüyor.
Her ne kadar yağda eriyen yani “depolanabilen bir vitamin” olsa da neticede D vitamin dengesi için de bir “havuz problemi” durumu var. Bedenimizdeki D vitamini havuzuna giren miktar kullanılan miktarın altındaysa, havuzdaki D vitaminimiz yavaş yavaş azalıyor.
Sorun tam da bu noktada başlıyor. Çünkü en çok yarı yarıya doldurabildiğimiz havuzumuz, cildimiz kış nedeniyle güneşe tamamen hasret kalınca boşalmaya başlıyor. Bu sene kış zaten güneşsiz geçiyor. Güneş olmayınca da cildimiz D vitamini üretemiyor.
D vitamini rezervimizin yüzde 90’ını ise derimiz üretiyor. Eğer destek olarak vitamin D ampulleri, damla ve kapsüllerinden istifade etmemişsek, kanımızdaki D vitamini seviyesinin azalması sürpriz sayılmıyor.

NE YAPMALI?

Yazının Devamını Oku