Son günlerde en sık duyduğumuz “sağlık yakınmalarından” biri bu. Bitmedi! Hastane yoğun bakımlarında da pek çok hasta “antibiyotik direnci/etkisizliği” nedeniyle bir türlü iyileşemiyor. Peki, ne oldu da “antibiyotik direnci” bu denli yayıldı, bu noktaya nasıl gelindi? Olanlar bir değil, birçok!
Birincisi gereksiz ve kontrolsüz antibiyotik kullanımı yaygınlaştı. Leblebi yutar gibi antibiyotik yutan bir toplum olduk. Reçeteli satılmaları zorunlu olan bu ilaçları beş yaşındaki bebeler bile gidip eczaneden istediği kadar alabiliyordu! Neyse bu durum son zamanlarda bir ölçüde kontrol altına alındı.
İkincisi ve daha mühimi yiyip içtiklerimizin içindeki “gizli antibiyotik”ler sorunu. Pek çok besinde bulunan bu “örtülü antibiyotikler” nedeni ile de direnç kazandık antibiyotiklere.
Dr. Evren Altınel gizli antibiyotik tehlikesi hakkında güzel bir yazı hazırladı. Buyurun beraberce okuyalım.
ANTİBİYOTİĞİNİZİ NASIL ALIRDINIZ?
Birincisi “beslenme hatalarımız” artıyor. Bağışıklık sistemimizin en çok ihtiyaç duyduğu “protein” yüklü besinleri (yoğurt, et, peynir) yeteri kadar almıyor, buna karşılık sistemi zehirleyen şeker, un gibi zararlı yiyecekleri fazlaca tüketiyoruz.
Bağışıklık gücümüz için olmazsa olmaz kabul edilen besin unsurları ile vitaminleri yeterince kazanamıyoruz. En güçlü bağışıklık destekçisi kabul edilen D vitamini söz konusu olduğunda adeta “bitik” durumdayız. Her dört yetişkinden üçü D vitamini fakiri.
Bu sorun çocuklarda daha da yaygın. Listeye B12, C vitamini, Omega-3 ve probiyotik fakirliğimizi de ekleyebiliriz. Bağışıklığımızı zayıflatan sorunlar sadece kötü beslenmemizle ilgili de değil.
Bağışıklık gücümüzün en önemli destekçisi olan “huzurdan da yoksunuz”. Gerginiz, sinirli, öfkeli, endişeli ve daha pek çok şeyiz. Ve bu “pek çok şey”, sürüklediği stres sarmalı ya da kaygı durumu nedeniyle bizi “bağışıklık fakirleri” haline getiriyor.
Bağışıklığımızın canına okuyan bir sorun daha var: “Uykusuzluk!” Açık açık konuşmuyoruz ama çoğumuzun, özellikle 50 yaşı geçen nüfusun önemli bir bölümünün uyku problemleri yaşadığı kesin. Oysa güçlü bir bağışıklık için uyku olmazsa olmazlardan...
Önerim bu konularda kendinizi iyice sorgulayıp, sorunlu alanlar için çözüm üretmenizdir.
GRİP VİRÜSÜ HER KILIĞA GİRİYOR!
Grip virüsü “değişken/ oynak/ ele avuca sığmaz/ enteresan ve sık sık kılık-kimlik değiştiren bir virüs”. Bu özelliğini de yapısının/ genomunun sürekli değişmesine borçlu. Öyle ki her yıl değil, yıl içinde bile değişen genetik kombinasyonlar üretebiliyor. Böyle olduğu için de bir grip türüne karşı kazandığımız bağışıklık, ertesi yıl, hatta aynı yıl bile işe yaramıyor.
Konu kilo olunca ortak hatalardan söz etmemek olmaz. Bunların başında süreci bir “diyet reçetesi” gibi algılamak, sanmak, düşünmek var.
Çoğumuz şöyle düşünüyoruz: “Bir diyetisyene gider, verdiği düşük kalorili beslenme planını tamı tamına uygulayıp 4-5 kilo ile bu işi hallederim!”
Vermeniz gereken kilo, yani kurtulmanız gereken yağların ağırlığı sadece 3-4 kiloysa bu formül geçici olarak işler.
Diyetisyeninizin anlattıklarını dikkatle dinleyip verdiği beslenme planını bire bir uyguladığınızda 3-4 kilo fazlalıktan iki ay içinde kurtulursunuz.
Ama bu yaklaşımın “geçici” olduğunu, vermeniz gereken kiloların miktarı beşin üzerindeyse hiçbir işe yaramayacağını unutmayın.
Unutmayın, çünkü çok dirençli biri bile olsanız iki aydan daha uzun bir “yoksunluk reçetesine”, 8-10 haftadan daha uzun bir “onu ye, bunu yeme” tavsiyesine uymak olanaksızdır, günün birinde herkesi isyan ettirir. Yapmanız gereken ne o zaman?
Hemen her evde bir veya birkaç kişi ya nezle ya grip. Kimi ateşler, ağrılar içinde kıvranırken, kimi öksürüp aksırıyor, burun tıkanıklığı, boğaz ağrısı, halsizlik, yorgunluk, bitkinlikten yakınıyor. Çoğunun da sesleri kısık, dermanları düşük, eklemleri, kasları sızlıyor. Bütün bunlara dayanmak gerçekten zor. Zor olduğu için de bazıları dayanamayıp feryat ediyor. “Ey Osman Müftüoğlu derdimize bir çare bul!” diyen sevgili Ahmet Hakan da bunlardan biri. Ahmet Hakan feryat etmekte haklı ama “nezle grip topuna” girmemekte de ben haklıyım!
Haklıyım çünkü elim kolum bağlı. Size verebileceğim etkili, dişe dokunur, “İyi ki varsın Osman Hoca!” dedirtebilecek ciddi bir öneri yok elimde.
MODERN TIP ‘ÇARESİZ’
Yalnız benim değil, kimsenin elinden gelen bir şey yok. Son elli yılda olağanüstü başarılara imza atan modern tıp konu nezle, grip oldu mu çaresizlikten kıvranıyor. Birkaç antiviral ilaç da ya çok ciddi yan etkileri veya fiyat yüksekliği nedeniyle kullanılmıyor. Araştırma sonuçlarına bakılırsa bu ilaçlar zaten ortalama yedi günlük hastalık süresini altı buçuk güne indirmekten daha fazla bir işe de yaramıyor. Ben şahsen bu güne kadar hiçbir hastama gribi için antiviral ilaç önermedim.
ÇARE DOĞAL TIPTA
* D vitamininin eksikliği kadar fazlalığı da sorun... D vitamini noksanlığının kalp damar hastalıklarının gelişimini hızlandırdığı biliniyordu. Kopenhag Üniversitesi’nde Prof. Peter Schwarch ve arkadaşları tarafından yürütülen yeni bir çalışma ise D vitamini yüksekliğinin tıpkı eksikliği gibi kalp damar hastalıklarına yakalanma riskini artırabileceğini gösterdi. Güvenli seviye 50-100 aralığı.
* Çinko eksikliği, bağışıklığı zayıflatıyor. Yetersiz çinko seviyelerinin cinsel hormonların üretimini, tırnak ve saçların gelişimini olumsuz yönde etkilediği biliniyor. Oregon State (ABD) Üniversitesi’nde yapılan yeni bir çalışma, çinkonun başka bir marifetini daha ortaya çıkardı: Düzenli çinko kazanımı ve çinko seviyelerinin korunması, inflamasyon/iltihapla ilişkili kronik sağlık sorunlarından korunmada da işe yarıyor.
* Probiyotik eksikliği önemli bir problem. Yaşadığımız sağlık sorunlarının çoğu sindirim sistemimizdeki probiyotik bakterilerin eksikliği ya da dengesizliğinden kaynaklanıyor. Yeni çalışmalar, otizmden bellek bozukluklarına, kalp damarlarında plak oluşumundan kemik erimesine pek çok sorunun arka planında probiyotik eksikliğinin bulunabileceğini gösteriyor.
Yeni bir çalışma probiyotik eksikliği ile nezle ve grip yoğunluğu arasındaki ilişkiyi de yeniden gözler önüne serdi. Florida Üniversitesi’nde Prof. Bobby Langkamp–Henken ve arkadaşlarının yaptığı yeni bir çalışma, bağırsakta bifido bakteri eksikliğinin nezle veya gribe yakalanma sıklığını artırdığını gösterdi.
Enteresan bir başka çalışma ise bu ay yayınlandı. Söz konusu çalışmanın sonuçlarına bakılırsa, kadınlarda MS (Multipl Skleroz) sıklığı ile probiyotik noksanlığı arasında da muhtemel bir ilişki var. Kısa bir süre önce probiyotik eksikliğinin kilo sorunu ile ilişkili olabileceğini gösteren çalışmaların da yayınlandığını hatırlatalım.
Aynı hikâyenin benzer bir versiyonu da şu: Yemeklerden sonra karnınızda, özellikle sağ kaburga yayınızın hemen altında oluşan ağrılardan şikâyet ediyorsunuz. Ağrılar sırtınıza, sağ omzunuz, sağ kürek kemiğinizin altına doğru yayılıyor. Bitmedi, ağrılara şişkinlik, gaz, bulantı gibi hazımsızlık işareti başka sorunlar da eşlik ediyor. Sorunun yine safra kesenizle ilgili olabileceği, muhtemel bir safra kesesi taşından kaynaklanabileceği aklınızda olsun.
Ayrıca orta yaşlı, biraz topluca/balıketi ve göbekli biriyseniz, sağlık hikâyenizde karaciğer yağlanması, gizli şeker, tansiyon yüksekliği gibi sabıkalar da varsa bu ihtimalin daha da yükseleceğini bilin.
Peki, nedir bu safra taşları, nasıl oluşur, neden oluşur ve nasıl önlenir veya tedavi edilir? Buyurun...
TAŞLAR NASIL OLUŞUR?
Safra kesesi taşlarının oluşmasına yol açan birden çok faktör var. Safra yoğunluğunun artması, bazı kan hastalıkları, safra yolu tıkanıklıkları, kanda bazı maddelerin fazlalaşması en önemli faktörler.
Önce şunun altını net olarak çizelim: Selülit bir hastalık, bir bozukluk, bir problem olmaktan çok ciltte estetik bir değişim, istenmeyen kozmetik bir gelişimdir.
İsterseniz kafanıza hiç takmazsınız. İsterseniz de en ufak bir selülitik değişimi dağlar gibi büyütür, sorun yaparsınız.
Diğer bir mühim nokta da şu: Selüliti olmayan kadınların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Gençliğinde “selülitim yok çok şükür” diye kasım kasım kasılanların çoğu yaşları 40’ı geçince sorunla bir şekilde tanışır.
Üçüncüsü bence daha önemli:
Uzmanlara göre selülit hormonal gücü yüksek hanımlarda daha sık görülen bir problem!
Bu açıdan bakıldığında “selülitim var” demek belki biraz da avantajlı bir durumu ifade etmiş olabilir, aklınızda olsun.
Sağlık konularında her zaman başa oynayan organlarımız var. Bunların ilk beşi beyin, kalp, akciğer, böbrek ve karaciğer. Tıp bilimi de onları “hayati organlar” olarak tanımlar.
Organlara özel önem sıralaması yapıldığında bağırsaklarımız hep geri planda kalır. Onlardan söz etmek akla gelmez. Ama şimdi sıralamada yaklaşım da değişti. Bağırsaklar hakkında koca koca kitaplar yazılıyor, filmler çekilip makaleler yayımlanıyor. Zira gayet iyi biliyoruz ki gündelik yaşantımızın konforu açısından bağırsaklarımızın “keyifli” olması çok ama çok önemli.
İKİNCİ BEYİN: BAĞIRSAKLAR
“İkinci beyin” tanımlamasını bile hak edecek kadar vücudumuz ve hayatımızın yönetiminde söz sahibi olan bu upuzun ve geniş (açıp yaysak neredeyse top sahasını kaplar) organ, gece gündüz incesi ve kalını ile yiyip içtiklerimizi kullanılabilir enerji kaynakları haline getirmek için çalışır. Sahibine yaşattığı sorunların çoğu, hareketlerin kısıtlanması ya da ritminin bozulması yüzünden ortaya çıkar.
Duygusal yüklenmeler, stres, kaygı ve zihinsel yorgunluklar yalnız beyni değil onun adeta bir izdüşümü gibi yapılanan bağırsakları da hırpalar. Tıpkı kötü bir beslenme örneğinde (dengesiz, aşırı tuzlu, niteliksiz yağlar içeren) ya da bağırsakları etkileyen bakteri veya virüslerin yarattığı enfeksiyonlarda olduğu gibi bağırsak cidarının uyarılması da salgıyı (müküs) artırır, hareketin ahengini bozar.
Gaz, şişkinlik, hazımsızlık, iştah değişikliği, ağız kokusu gibi birçok yakınma ortaya çıkar. Bağırsakları “pohpohlamak”, gönlünü alıp hatırını sormak ve onlara iyi davranmak genel sağlık açısından çok önemlidir.