Harvard Üniversitesi’ndeki gururumuz, değerli bilim insanı, arkadaşım Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ülkemizdeydi ve ayağının tozu ile o da “obezite tehdidi”ne dikkat çekti. Haklı!
Her yeni araştırma, yeni her istatistiksel sonuç obezite sorununun bizde de büyüdüğüne işaret ediyor. Sorun büyüdükçe de biz doktorların obezite ile bağlantılı sağlık tehditlerine, özellikle kronik hastalıklara ilişkin endişeleri artıyor. Artıyor, çünkü obezite hipertansiyondan şeker hastalığına, kalp krizlerinden felç ve bunamaya, safra kesesi taşlarından karaciğer yağlanmasına, kansere, kıkırdak kaybı ve kireçlenmeye, gut hastalığına, kısacası çok sayıda sağlık sorununa zemin hazırlıyor.
VKİ NEDİR?
Evet, burnumuz kanadığında çoğumuz gereksiz yere telaşlanıp korkarız. Oysa çoğu zaman korkacak/telaşlanacak bir durum yoktur. Burnumuzda biriken sertleşmiş yapılar, sert ve güçlü burun silmeler, kuru, rutubetsiz ortamlar ya da basit enfeksiyonlardır burnumuzu kanatan. Eğer “burun kanatan nedenler nelerdir?” diye merak ediyorsanız işte kısa bir özet...
1. Buruna darbe almak: Küçük çocukların burun deliklerine yabancı cisim sokmaları ya da sokmaya çalışmaları sık rastlanan ve ebeveyni acile koşturan önemli bir burun kanaması nedenidir. Erişkinlerin de sık ve sert hareketlerle burun karıştırması benzer etkiyi yaratır. Kaza ya da kavga sonucu buruna alınan şiddetli bir darbe sonucu da burunda şiddetli bir kanama ve eğer kırık gelişirse şekil bozukluğu olabilir. Çok nadir olarak, burun kanaması kafatasında başka bir yere alınan darbeden kaynaklanır. Burun veya diğer yüz ameliyatlarından sonra da burun kanamasına rastlanabilir.
2. Ortam havasının kuruluğu: Kuru hava en çok rastlanan burun kanaması nedenleri arasındadır. Burun içini kaplayan mukoza adlı tabaka kurur, kanamaya ve enfeksiyona karşı duyarlı hale gelir. Çok soğuk havalarda da burun mukozasının kuruyup çatlaması sonucunda kişilerde burun kanaması görülebilir.
3. Sert ve güçlü burun silme: Tıkalı burnumuzu açıp rahatlamak için var gücümüzle sümkürmeye çalıştığımızda burun damarlarımızın çatlayıp kanamasına neden olabiliriz. Burun tıkanıklığı ne kadar rahatsız edici olursa olsun burnu fazla zorlamamakta fayda olduğunu hatırlatalım.
4. Burun kemiğinin eğri olması: Bu eğriliğin tıptaki adı “septum deviasyonu”dur. Burun deliklerini ayıran ince duvar olağan koşullarda ortada yer alır ve her iki burun boşluğunu eşit olarak birbirinden ayırır. Bazen bu duvar bir tarafa doğru eğik olabilir ve burun boşluklarından birinin daralmasına yol açar. Bu eğrilik yüzünden daralan tarafta hava akışı azalır, nefes almakta zorlanma ve burun kanaması gibi belirtiler görülebilir.
5. Enfeksiyonlar: Nezle, soğuk algınlığı veya gribal enfeksiyonlar, sinüzit benzeri daha ciddi enfeksiyonlar da kanamaya neden olabilir. Bu durum daha çok burun içini kaplayan mukozanın kurumasından ve kabuklanmasından kaynaklanır. Öksürük, aksırık ve biriken ifrazatı temizlemeye yönelik sümkürme gibi nedenlerden dolayı kabuk çatlar, yara olur, kanama yapar.
1- GLÜKOZAMİN KIKIRDAĞI KORUR MU?
Eklem ağrıları ve yarattığı hareket kısıtlılığı orta yaşlardan itibaren hayatımızı etkilemeye başlıyor. Aslına bakarsanız yalnızca yılların yol açtığı yıpranmalar değil sık ve zorlayıcı antrenmanlar yapmak da başta diz eklemleri olmak üzere bütün taşıyıcı sistemi zorluyor.
Ortaya çıkan ağrıları dindirmenin bir yolu çeşitli etki mekanizmalarına sahip ağrı kesicileri kullanmaksa diğeri de bazı destek ürünleri denemek oluyor. Bunlar içerisinde en yaygın olarak tüketileni glükozamindir.
Vücudumuzda doğal olarak da bulunan glükozamin, şeker ve glütaminden oluşmuş protein benzeri bir maddedir. Görevi, hücreler ve dokular arasında bağ kurmaya yarayan yeni moleküllerin üretimine katkıda bulunmak olan bu madde, sülfür ile birleşerek aktifleşir. Yaşımız ilerledikçe vücudumuz yeterince glükozamin üretememeye başlar. Bu durum eklemlerimize yansır. Eklem aralıkları daralmaya, eklem yüzeyini kaplayan kıkırdak doku jele benzeyen kaygan yapısını yitirmeye başlar. Kısacası amortisörlerimiz eskir!
Geçen ay ünlü tıp dergisi Lancet’de yayımlanan bir makalede glükozamin ile ilgili yeni bir araştırmanın sonuçları yer aldı. Şimdiye kadar glükozamini bir tür ağrı kesici gibi düşünerek öneren hekimlerin de kullanıcıların da bilmesinde yarar olan sonuçlara göre glükozamin yıpranan kıkırdak dokusunu onarıyor, kayganlığı koruyor ve tabii ağrıyı da azaltıyor. Üç yıl süreyle, günde 1500 mg glükozamin verilen denek grubunun plasebo verilen diğer grupla karşılaştırıldığında dizlerindeki eklem aralığını koruması ise bu desteğin ne denli etkin olduğunun en büyük kanıtıdır.
2- OMEGA 3 PROSTAT KANSERİNİ TETİKLER Mİ?
En doğru şekilde güneşlenseniz bile (hiç güneş yağı kullanmasanız, daha önce anlattığım şartlara tamı tamına riayet etseniz bile) günde en fazla 200-250 bin ünite D vitamini üretip depolarsınız.
İçinizden bazılarının “hocam biz yaz boyu Anamur’da/Alanya’da/Fethiye’de/Çeşme’de/Bodrum’da/Ayvalık’ta 10-15 gün değil, neredeyse üç ay güneşleniyoruz. Hesap o zaman da mı tutmaz? Bedenimiz bu süre içinde de yeteri kadar D vitamini depolayamaz?” gibi bir soruyu aklından geçireceğine eminim.
Yanıtım maalesef “Depolayamaz!” şeklinde olacak! Nedenini yeniden hatırlatayım: Siz güneşlenmeye devam ettikçe, kararıp bronzlaştıkça bırakın D vitamini üretmeyi, cildinizde üretilen D vitaminini de UVA etkisi ile parçalamaya başlıyorsunuz. Peki, bu işin etkili bir çözümü yok mu? Tabiî ki var. İşte o çözüm...
YAZI BEKLEMEYİN
Yıl boyunca güneşi gördüğünüz her fırsatta bulunduğunuz kapalı ortamdan çıkıp elinizi, ayaklarınızı, yüzünüzü -hiç olmazsa- yani bedeninizin o anda fırsat bulduğunuz bölümlerini güneşle buluşturun.
Yurtdışı seyahatlerinde görmüşsünüzdür: Yaz, kış, ilkbahar, sonbahar demeden, hava soğuk mu, sıcak mı gözetmeden insanlar park ve bahçelerde güneşlenirler. Nedeni, D vitamini üretme yani bilinçli güneşlenme eğitimini önceden almış olmaları. Yani güneşten istifadeyi sadece yaz mevsimi ile sınırlamamaları.
D vitamini bedende sürekli kullanılan, tüketilen bir madde. Dün karnınızı doyurmuş olmanız bugün tekrar yemek yemenize çare olamıyorsa, yazın bir miktar yedek D vitamini stoklamanız kışın sadece bu stokla idare etmenize çare olmaz.
D vitamini eksikliği çok tartışılıp sık gündeme getirilen sağlık problemlerinden biri. Yalnızca bizde değil, hemen her ülkede ilk sırada yer alan, önemsenen bir konu. Amerika’dan Fransa’ya, Güney Afrika’dan Avustralya’ya pek çok ülkede özellikle kadın ve çocuklar bu sorunla baş başa. Bir bakıma “GLOBAL” bir “D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ TEHDİDİ” var. Problemin bu kadar öne çıkmasının, bu denli sık konuşulmasının, sağlık uzmanlarınca sık gündeme getirilmesinin nedeniyse şu...
İYİ HAYAT İLACI!
D vitamini, bir vitaminden daha farklı işlevleri olan bir madde. Beyin sağlığından kalp sağlığına, diyabetten hipertansiyona, bağışıklık gücünden kemik-diş sağlamlığına kadar onlarca sağlık parametresi vücudumuzda yeterince D vitamini olmasına bağlı.
Miktarı azalınca bir dizi sağlık tehdidi gündeme geliveriyor. Kemikler daha zayıf, dişler daha çürük, bellek, bağışıklık daha zayıf oluyor. Damarlar, eklemler daha hızlı eskiyor. Beden sinsi ve ilerleyici bir ÇÖKME SÜRECİ içine giriyor.
Bu nedenle de D vitamini eksikliğine karşı hepimizin uyanık, dikkatli, bilinçli olması, ona sadece bir vitamin veya hormon, bir “iyi hayat ilacı” gibi bakması gerekiyor...
Nasıl desteklenecek?
D VİTAMİNİ NOKSANLIĞI! Çünkü güneşle buluşmak, özellikle cildi güneşle buluşturmak sessiz bir salgın halini alan D vitamini noksanlığının etkin, garantili ve ucuz çözümü. Tabiî ki güneşten faydalanmayı becerebilirsek. Nedeni şu...
İnsan vücudunda mevcut D vitamininin yüzde 90’ından fazlası güneşin derimizdeki bir öncü madde ile buluşması sayesinde üretiliyor. Güneşten gelen mor ötesi ışınlarından UVB’nin etkisi ile derinin derin tabakalarında depolanmış öncü bir maddeden (7-Dehidrokolesterol) fotosentez yoluyla D vitamini üretiliyor. Üretilen bu öncü maddenin (kolekalsiferol) son ürün vitamin D3 haline gelebilmesi için karaciğer ve böbrekte geçirmesi gereken başka aşamalar da var. Bizim bilmemiz gereken temel bilgiler daha basit ama neticeyi doğrudan etkileyen şeyler olmalı.
D vitamini eksikliği konusunu bizde en çok gündeme getiren bilim insanlarımızın başında rahmetli Prof. Dr. Ahmet Aydın vardı. Ahmet Hoca’yı 3 ay kadar önce kaybettik. Bu konuda sadece sizlerin değil, biz hekimlerdeki bilgilerin bile çoğu ondan öğrenilmiştir. Ben Ahmet Hoca’nın notlarından da yola çıkarak kısa bir D VİTAMİNİ özeti hazırladım. Umarım yaz öncesi size bilgilerinizi yeniden tazeleme fırsatı verir bu notlar. Hazırsanız buyurun...
GÜNEŞLENMEK ŞART!
1- Vücudumuzda bulunan D vitamininin yüzde 90’ı güneşle cildin temasından, yüzde 10’u yiyeceklerden geliyor. Yumurta, yağlı balıklar, hayvansal yağlar, sakatat grubu besinler D vitamininin en güçlü kaynakları. D vitaminiyle güçlendirilmiş sütler, meyve suları da faydalı ama prensip değişmiyor: Güneş olmadan, güneşlenmeden, cildi güneşle buluşturmadan yeteri kadar D vitaminine sahip olmak mümkün değil. Bu durumda yapacağınız tek şey, D vitamini desteklerinden faydalanmak. Ancak şunu unutmamak lazım: En faydalı D vitamini, deride güneşten gelen UVB sayesinde üretilen doğal D vitaminidir. Deride üretilen D vitamini suda çözülebildiğinden tüm hücrelere kolayca girebiliyor.
Bu nedenle de etkisi yağda çözülenlere göre daha fazla oluyor. Ağız yoluyla kullandığınız D vitaminleri genelde “sülfatsız” olduklarından suda değil, yağda eriyorlar, etkileri sınırlı kalıyor.
Panik atak, son zamanların en sık gündeme gelen sağlık sorunlarından. Kimisi gerçekten ‘panik atak’tan mustarip, kimi başka sorunlarını ‘panik atak’ zannediyor. Peki bu nasıl anlaşılır? Çaresi, tedavisi nedir?
Panik odaları gerçekten var mı? Varsalar işe yararlar mı? Bu soruların yanıtını bilmiyorum ama “panik atağı”nın sık gündeme getirilen bir sağlık sorunu olduğuna eminim. Belki de bu nedenle çoğu kişi kendini “panik atağı hastası” zannediyor. Tersi de doğru: Panik atağı hastası olduğu halde sorunu kalbinde, tansiyonunda, böbreğinde zannedip doktor doktor dolaşanlar da var.
Bu hafta sayfamızın ilk konuğu “panik atağı”. Bilgileri hazırlarken psikiyatri alanının duayenlerinden Prof. Dr. Özcan Köknel’in “Kaygıdan Korkuya/Remzi Kitapevi” kitabından faydalandım, Özcan hocaya teşekkür ederim. Eğer hazırsanız başlayabiliriz, buyurun…
BİR BİLGİ
Bir ‘panik’ özeti
Bedendeki eskime her hücre, doku, organ ve sistemde eşit olmaz. Eskimeden yalnızca motor aksam (iç organlar) ile onları birbirine bağlayan yaşamsal yapılar (damar ve sinirler) ve destek dokular nasiplenmez. İskelet (kemik-eklem) ve kaporta (cilt ve saç) bölümlerinde de (!) bozulmalar ortaya çıkar.
Bunların çoğu normal, olması gereken, beklenen gelişmelerdir. Bizim bilmemiz, razı olup boyun eğmemiz, kabullenmemiz gereken canlı veya cansız her şeyin yaşlandıkça eskiyeceği, yıpranacağı gerçeğidir.
Ama yine de eskimekten eskimeye fark var. Makbul ve makul olanı yavaş yavaş, zarafetle, arınıp hafifleyerek, tecrübe biriktirerek hayatı ıskalamadan eskimek olmalı. Eskimekten değil, kötü eskiyip çürümek ve küflenmekten korkmalı. Bunun için de “kendine iyi bak” cümlesi hep gündemde olmalı.
Özetle zamanın etkilerinden her hücre, doku, sistem gibi kemik dokusu ve eklemler de nasibini alır. Ama bu “nasiplenme”lerin bir kısmı “normal” değil, “anormal”dir. Böyle olduğu için de kimi 70’inde, 80’inde zıp zıp zıplarken, kimi birkaç merdivende tökezleyip ağrılar içinde kıvranır.
Yaşla ilişkili kemik/eklem sorunlarından birini, ayak parmaklarında gelişen ortopedik bir eskime sorununu, Hallux Valgus’u Dr. Evren Altınel yazdı, zevkle okuyacağınızı umuyorum, buyurun...
Ayağım neden çarpık?
Yaşı 40’ı aşanlar -en çok da kadınlar- ayak başparmağının kökünde büyümeye başlayan, zaman zaman ağrısından duramadıkları bir yumrudan söz eder, değil vitrinde beğendikleri ayakkabıyı almak, bazen terliklerini bile zor giyecek hale gelirler. Bir ortopedik sorun olan bu yumruya tıp dilinde “hallux valgus” deniyor, sorunu başparmak kökü ile ayaktaki tarak kemiğinin aksının bozulması başlatıyor.