Yakın geçmişte süt içenlerin daha zayıf oldukları, kilolarını korudukları iddiası ortaya atılmış ve birkaç klinik çalışma sonucuyla da desteklenmişti.
Sütteki kalsiyumun yağ kaybına yardımcı olduğu öne sürülmüş, iki yıl boyunca izlenen deneklerdeki karşılaştırmalı ölçümler ve araştırma sonuçları bildirilmişti.
Ne yazık ki devamı gelmedi ve bu durum daha kapsamlı araştırmalara da konu edil(e)medi.
Süt ve süt ürünleri, bazen suçlamalarla karşılaşıyor bazen de baş tacı ediliyor. Şimdiye kadar sütün kalp hastalıklarını artırdığı, romatizmaya yol açtığı, Alzheimer ve Parkinson hastalığı riskini yükselttiği, hatta osteoporozdan korunmada bile bir işe yaramadığını bildiren savlar öne sürüldü.
Sanırım tüm bu farklı görüşlerin içerisinde kafaları en çok karıştıran, en fazla kaygı ve şüphe uyandıran, süt ve süt ürünlerinin kanser olasılığını artırıp artırmadığıyla ilgili olanlardır.
2009 yılında, on binlerce kadın ve erkek deneğin katıldığı, 60 ayrı çalışmayı kapsayan bir meta-analizin süt ve süt ürünlerinin kalın barsak kanseri riskini yüzde 22 azalttığını bildirmesi yüreklere su (mu süt mü artık...) serpmişti. Yaklaşık 400 bin kadının katıldığı başka bir araştırmada meme kanseri sıklığı ile süt ve süt ürünleri tüketimi arasında ilişki bulunmaması da süt severleri memnun etmişti.
Ancak işin rengi prostat kanserine gelince biraz değişti. Londralı epidemiyolojist Teresa Norat, yayınladığı meta-analizde süt ürünlerinin prostat kanseri sıklığını yüzde 12 oranında artırdığını açıkladı.
Glukozamin, omega-3 ve biotin konusunda kafanıza takılan sorulara Yaşasın Hayat Ekibi’nden Dr. Evren Altınel yanıt veriyor. Buyurun...
Glukozamin kıkırdağı korur mu?
Eklem ağrıları ve yarattığı hareket kısıtlılığı orta yaşlardan itibaren hayatımızı etkilemeye başlıyor. Aslına bakarsanız yalnızca yılların yol açtığı yıpranmalar değil, sık ve zorlayıcı antrenmanlar yapmak da başta diz eklemleri olmak üzere bütün taşıyıcı sistemi zorluyor.
Ortaya çıkan ağrıları dindirmenin bir yolu çeşitli etki mekanizmalarına sahip ağrı kesicileri kullanmaksa, diğeri bazı destek ürünlerini denemek oluyor.
Bunlar içerisinde en yaygın tüketileni glukozamin isimli doğal bileşen.
Vücudumuzda doğal olarak da bulunan glukozamin, şeker ve glutaminden oluşmuş protein benzeri bir maddedir. Görevi, hücreler ve dokular arasında bağ kurmaya yarayan yeni moleküllerin üretimine katkıda bulunmaktır.
Yaşımız ilerledikçe vücudumuz yeterince glukozamin üretememeye başlar. Bu durum eklemlerimize yansır. Eklem aralıkları daralmaya, eklem yüzeyini kaplayan kıkırdak doku jele benzeyen kaygan yapısını yitirmeye başlar.
Ne zaman kafalar karışıp stresler artsa, endişe ve tereddütler yoğunlaşıp duygu durum karışıklıkları gündeme gelse tam da o zaman aklımıza “bir şeyler yiyip içmek” özellikle de “bir tatlı atıştırıvermek” gelir. Şimdi o günlerdeyiz. Canımız sıkkın, kafamız karışık. Bugün sizden gelen soruları yanıtlarken yazıya doğrudan “Sütlü mü, unlu mu olsun?” diyerek gireceğiz. Buyurun... Önce genel kuralımızı hatırlayalım: Prensip olarak tatlılardan uzak duracak, “damak çatlatan lezzet”lerin dikkat edilmediğinde “damar çatlatan” zehirler haline gelebileceğini unutmayacağız. Bu kural özellikle bel çevreniz genişse, ailenizde diyabet varsa, insülin direnci veya prediyabetli biriyseniz daha da önemli. Kabul ediyorum, tatlısız olmaz ama her şey gibi onda da makulü arayıp işi tadında bırakmakta fayda var. Sonrası şu:
SÜTLÜ MÜ, UNLU MU?
-Unlu da, sütlü de olsalar tatlılara şeker eklerken “tutumlu” değil, “pinti” olun. Hele hele “fruktoz şurubu” ile hazırlananlara elinizi bile sürmeyin. “Hocam bazen canımız çok çekiyor, dayanamıyoruz, o zaman ne yapalım?” mı diyorsunuz.
Bu durumda tercihinizi öncelikle “sütlü tatlılar”dan yana kullanın. Sütlü tatlıların (protein+karbonhidrat evliliği nedeniyle) glisemik yükleri daha az. Kanda şeker ve insülini yükseltme ihtimalleri daha düşük. Metabolizmanızı sarsıp kilo aldırma ve hipoglisemiyi tetikleme olasılıkları daha az.
VE BİR ÖNERİ DAHA
Aradaki “ömür süresi farkı” bazı ülkelerde 15 yılı geçebiliyor. Bizde 5-7 yıl civarında
bir fark var. Erkeklerin bu “şanssız” durumunun bir değil, birçok sebebi var ve sanırım en önemlisi
“stres” sarmalına daha sık ve derin girmeleri.
Öncelikle şu noktanın altını çizelim: Stres üretme konusunda erkekler kadınlardan çok daha becerikliler! Bol bol stres üretip olur olmaz şeyleri kolayca büyütme eğilimindeler.
Ayrıca streslerini dışa “yansıtır” yani “teflon” olmak yerine de “sünger gibi” “emerler!”
İsterseniz erkeklerin keyiflerini biraz daha kaçıralım... Erkekler, şiddet, öfke atakları gibi olumsuzluklarını, kavgalar, sövgüler ve fren patlamalarını daha sık yaşıyorlar.
Peki kadınların dezavan-
Tatlı krizi ataklarının arkasında genelde psikolojik, seyrek olarak da hormonal veya genetik faktörler var.
Eğer böyle bir probleminiz varsa öncelikle insülin direnci ve hipoglisemi ile ilgili araştırmaları yaptırmanız, açlık ve tokluk şekeri ile insülin değerlerinizi araştırmanızda fayda var.
Kan şekerinin aniden düşmesi (hipoglisemi) önemli bir sorundur. Kan şekeriniz çok hızlı ve çok fazla düşerse hücreleriniz beyninize gönderdiği emirlerle sizi şeker, şekerleme, tatlı, çikolata ve benzeri şeyleri hızla ve fazlaca tüketmeye zorlar. Bu durum bazen dramatikleşip bir tatlı krizine bile dönüşebilir ve siz tam bir “tatlı canavarı” haline gelebilirsiniz.
Söz konusu krizlere açlık insülini 5’in, hele 10’un üzerinde bulunanlarla yemek sonrasında “insülin patlamaları” yaşayanlarda (Tokluk insülini 40’ı geçenlerde), orta yaşlı kadınlarda, özellikle menopoz ilerledikçe daha sık rastlandığı biliniyor.
Tatlı krizlerinin kilo yönetimini güçleştirdiği, yorgunluk nöbetlerini tetiklediği, depresyon, stres ve benzeri kötü duyguları ön plana çıkarabildiği, hatta uyku bölünmelerine, öfke ataklarına, ödem ve şişkinliğe sebep olabildikleri de doğru.
Dengesiz beslenenler, öğün atlayanlar, kahvaltı yapmayanlar ve aşırı tatlı, unlu, nişastalı gıdaları abartanlarda -hele bir de genetik olarak diyabet mirası taşıyorlarsa- bir başka deyişle tatlı krizlerine daha sık rastlanıyor. Tatlı krizi nöbetlerinin arkasında çoğu zaman genetik, zaman zaman da hormonal faktörler saptanıyor. Eğer böyle bir probleminiz varsa insülin direnci ve hipoglisemi ile ilgili bazı araştırmaları yaptırmanızda, açlık ve tokluk şekeri ile insülin değerlerinizi araştırmanızda fayda var.
ÖNEMLİ Karpuza yer açın!
Son zamanlarda dikkatinizin çabuk dağıldığından, unutkanlıktan ve sık sık “neydi, neydi” gibi bir hatırlama güçlüğü çektiğinizden yakınıyor musunuz? “Bunuyor muyum, yoksa Alzheimer mı oluyorum?” diye kaygılandığınız filan oluyor mu?
“Belleğiniz eski gücünü gerçekten de yitiriyor olabilir mi, yoksa tüm bunların altında basit, sıradan konsantrasyon sorunları mı yatıyor?” Muhtemelen doğru cevap sonuncusu, yani “dikkat dağınıklığı/konsantrasyon zorluğu” olmalı.
Yaşadığımız bellek sorunlarının çoğu aslında “çakma” ve “sıradan” bellek oyunlarıdır ve önemli bir bölümünün ardında “dikkat dağınıklığı sorunu” vardır.
Temel sorunsalımız da bence şudur: Çağımızın bilişim ve iletişim olanakları yaşantımızı kolaylaştırıp işlerimizin sonuca ulaşmasını hızlandırırken dikkat toplama, konsantre olma, odaklanma becerilerimize engel olmayı da ihmal etmiyor.
Sosyal medya ağlarına takıldığınızda bırakınız “takılıp kalmamayı”, “paçayı kurtarmak” bile hayli bir zaman alıyor. İletilerinize bakmanız, bazılarına hemen cevap yazmanız, SMS yollamanız, Facebook hesabınızı kontrol etmeniz ya da “Acaba Instagram’da en son neler paylaşılmış” merakını gidermeniz size epey pahalıya patlayabiliyor.
Kısacası işin bir sorumlusu da adına “sosyal medya” dediğimiz dikkat dağıtma canavarıdır.
Konsantrasyon düşmanları yalnızca iletişim ağları da değil elbette. Uykusuzluktan açlığa, kullandığınız ilaçlardan iş yükünüze, kansızlıktan vitamin mineral eksikliğinize kadar pek çok başka nedeni de olabilir.
Bu nedenle önem verilmesi gereken bir konu. Bu yazıda hipertansiyonlulardan gelen 10 önemli sorunun yanıtını bulacaksınız...
Tansiyon yaşlandıkça yükselir mi?
İleri yaşlarda yüksek tansiyon problemine daha sık rastlanır. Özellikle 50 yaşından sonra büyük tansiyon (sistolik) yavaş yavaş yükselmeye başlar.
Bu artış 70’li yaşlardan sonra daha da belirgin bir hal alır. Bazı kişilerde, ileri yaşa bağlı “izole sistolik hipertansiyon” denen ve sadece büyük tansiyonun 140mmHg’nın üstüne tırmandığı özel bir durumla karşılaşma olasılığı da artar.
Hangisi daha tehlikeli?
Doktorlar, yıllarca küçük tansiyonun (diastolik) yüksek olmasının daha önemli olduğunu, büyük tansiyondaki zaman zaman oluşan fırlamaları vücudun idare edebildiğini düşündüler.
Sürekli yüksek olan küçük tansiyonun bazı dokularda hasara yol açma riskinin daha fazla olduğu görüşü yaygındı. Artık, büyük tansiyonun yüksek olmasının en az küçük tansiyon kadar önemli olduğu biliniyor. Hatta 50 yaşın üzerindekilerde büyük tansiyonun daha önemli bir risk faktörü olabileceği düşünülüyor.
Kliniğimize başvuran herkese, yaşına, sağlık durumuna, zevkine uygun bir aktivite bulmasını ve düzenli olarak yapmasını öneriyoruz. Hele yürüyüş konusunda son derece ısrarcıyız.
Bıkmadan, usanmadan yürümenin yararlarını anlatıyor ve “yürüyün, yürüyün, yürüyün” diyoruz.
Egzersizle ilgili “sıkça sorulan sorular”ın başında “günün hangi saatinin en uygun zaman olduğu” ve “ne süreyle yapılmasının en yararlı sonucu verdiği” yer alıyor.
Bu konuda çok farklı görüşler var. Karşıt tezler öne süren uzmanların yorumları kafa karıştırıyor.
Biz de olgularımıza bir yön vermesi amacıyla bilgi ve deneyimlerimizden yola çıkarak bir “eğrisiyle-doğrusuyla sabah ya da akşam egzersizi özeti” hazırladık. Ama şunu şimdiden söylemek isteriz: Egzersizin sabah mı, akşam mı yapılacağı ve ne zaman yapıldığında daha faydalı olacağı “kişisel” bir seçim gibi görünüyor.
Bize sorarsanız “ardıç kuşları” sabah egzersizlerini, “gece kuşları” da akşam egzersizlerini tercih etmeli.
Daha detaylı bilgileri sayfamızdaki kutularda bulacaksınız.
BİR BİLGİSabah yağ yakar