Karaciğer yağlanması 25-30 yıl öncesine kadar alkolü abartanlarda ya da aşırı kilo alanlarda görülen nadir bir sorundu. 2000’li yıllardan sonra durum değişti. Yağlı karaciğer problemi de global bir tehdide dönüştü. İstatistikler, özellikle gelişmiş toplumlarda her dört yetişkinden birinin karaciğer yağlanması ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Kısacası konu önemli...
Önemli, çünkü karaciğer yağlanmasına yol açan yeni problemlerle karşı karşıyayız. Bu problemlerin en başında da “insülin direnci” var. İşin kötüsü “yağlı karaciğer-insülin direnci” ilişkisi şeker hastalığı, ürik asit fazlalığı, damar sertliği, bel kalınlaşması ve göbeklenme dâhil başka pek çok problemin de hazırlayıcısı. Yağlı karaciğer iltihap üreten bir odak olduğu için de ciddi bir sorun.
Soru şu: Neden patladı karaciğer yağlanması problemi? Eskiden sadece alkol kullananlarda karşılaştığımız bu sorun, ne oldu da her dört yetişkinden birini tehdit eder hale geldi? Merak ediyorsanız buyurun...
Karaciğeri yağlandıran sorunlar
1 OBEZİTE: Özellikle bel kalınlaşması ile birlikte giden obezite olgularının tamamında karaciğer yağlanması da var. Bel çevresi 100 cm’yi geçen bir erkek, 90 cm’yi aşan bir kadın görürseniz doktor olmanıza, doktorsanız ultrason veya kan incelemeleri yaptırmanıza filan gerek yok. O kişiye rahatlıkla “sizde karaciğer yağlanması var” diyebilir, hatta bahse bile girebilirsiniz.
2 İNSÜLİN DİRENCİ: Henüz obezite düzeyine varmasa bile insülin direnci sorunu yaşayanların kötü kaderlerinden biri de karaciğerin yağlanması oluyor. Daha da mühimi henüz insülin fazlalığının (hiperinsülinemi) insülin direncine dönüşmediği dönemlerde bile karaciğerde yağlanma başlıyor. Açlık insülin ve şekerinizi ölçtürün. Bulduğunuz rakamları birbiri ile çarpıp 405’e bölün. Elde ettiğiniz değer 2,5’tan yüksekse bu sizde insülin direnci olduğunu gösterir. Rakam “karaciğerinize de bir baktırsanız iyi olur” anlamına da gelmektedir.
Hepimiz şu bilgiyi net ve açık olarak öğrendik: Aktivite olmadan sağlığımızı korumak da, geliştirip güçlendirmek de mümkün değil.
Hangi yaşta olursak olalım aktif bir hayatımız olacak. Bununla da yetinmeyip düzenli egzersiz alışkanlığı edineceğiz.
Hemen her gün en az 30-45 dakika kadar tempolu yürümeyi yemek içmek kadar vazgeçilmez bir hayat rutinimiz haline getireceğiz. Bu kesin!
Peki hangi egzersize daha çok ağırlık vermeliyiz? Yürümeye mi, pilatese mi?
Son günlerde pilates pek moda ama ben size hiç tereddüt etmeden (a) şıkkını, yani yürümeyi tercih edin derim. Nedeni şu...
İnsan bedeni aerobik egzersizler yapmak zorunda. Yani oksijeni kullanarak büyük kas gruplarını nefes nefese kalmadan düzenli olarak çalıştırmak mecburiyetinde.
Bunu yapmazsa paslanıyor, hastalanıyor. Aerobik egzersizlerin de farklı türleri var.
Şekerin her türlüsü sağlığımız için zararlı. Bu kesin! Biz sadece “zararlı” sözcüğü ile de yetinmiyor, şekeri “alışkanlık” yapan, “bağımlılık” yaratan “kötü bir madde”, yani “bir çeşit zehir” gibi de görüyoruz.
Bu nedenle de içine şeker giren hiçbir şeye tadı ne kadar lezzetli olursa olsun yanındaki diğer besin unsurları sağlıklı şeyler (süt, yoğurt, tam tahıl) de olsalar, iyi gözle bakmıyoruz.
Kısacası tatlılar ve tatlı içecekler bizde daima kara listede. Peki ne yapmalıyız? Tatlılardan tamamen mi vazgeçmeliyiz?
Bence hayır. Tamamen vazgeçmek zorunda değiliz. Meyvenin de içinde şeker (früktoz) var. Früktoz var diye meyveden mi vazgeçeceğiz? Asla!
Vazgeçmek yerine makul miktarda ve doğru zamanda meyve yiyeceğiz. Şunu da unutmayalım: Vücudumuzun meyve şekeri früktoz için de, bakkal şekeri sakaroz (früktoz+glikoz) için de belli limitli bir istihkakı, kullanabileceği belirli bir hakkı var. Bu hakkı aşmayacak ölçüde tatlı yiyecek tüketebiliriz. Ama bu hakkı öncelikle meyve olarak kullanalım.
Diğer tatlıların da sadece tatlarına bakıp bırakalım!
Peki, tatlının unlusu mu, sütlüsü mü daha az zararlı? Unlu tatlılar çoğu zaman iki kötü şeyin, iki zararlı besin unsurunun, unun ve şekerin “evlendirilmesiyle” ve bu ikiliye bir başka kötünün “yağların” eklenmesiyle hazırlanıyor. Hatta çoğu zaman bu üçlüye bir dördüncüsü daha eklenip “kızartılarak” üretiliyor ve bunlar adeta “trans yağ” kaynıyor. (Bakınız lokma tatlısı!).
Alzheimer hastalığı önemli “bellek bozan”lardan biri. “Genetik miras” ile onun da az ya da çok bir ilişkisi var.
Ama bu, Alzheimer mirasının da günün birinde mutlaka Alzheimer hastalığına dönüşeceği anlamına gelmiyor.
Konuyu da zaten bu nedenle ve bir okurumuzun sorusu nedeniyle gündeme getiriyorum.
Soru şu: “Annem Alzheimer hastası. Ben de genetik mirasımın bu yönde bir yapılanma taşıyıp taşımadığını anlayabilmek için ‘APOE-4’ genetik testini yaptırdım. Maalesef ‘pozitif’ çıktı. Bu benim de Alzheimer hastalığına yakalanacağım anlamına mı geliyor?”
Soruyu konunun uzmanlarına da sorarak yanıtladım ve o yanıttan sizin de haberiniz olsun istedim. Buyurun...
Genetik miras kader değil
Daha önce yapılan bazı çalışmalar da, yeni tamamlanan incelemeler de gösteriyor ki APOE-4 varyantı taşıyanlarda Alzheimer hastalığına yakalanma riski taşımayanlara göre 10-14 kat daha fazla.
Yanıt aslında çok net ve sadece üç sözcükten ibaret: İlgisizlik, bilgisizlik ve dikkatsizlik.
Halkı, yani bizi obezite tehdidinin nedenleri, önlemleri ve sonuçları konusunda eğitmesi ve önlem alması gerekenler maalesef konuya hâlâ gereken ilgiyi göstermiyorlar. Bilgisizlik de mühim. Çoğumuz hâlâ obezitenin yol açabileceği sağlık sorunlarını sadece metabolik ya da estetik/kozmetik zannediyoruz. Obezite ile ilişkili metabolik sorunlardan birçoğumuzun haberi bile yok. Tansiyonu yükselmiş, şekeri patlamış, damarları plaklarla tıkanmış, karaciğeri yağlanmış, gut krizleri başlamış beyaz yakalılarımız bile bunların neredeyse tamamının obezite ile ilişkili olabileceğinin farkında değiller.
HEM CANA HEM CEBE ‘ZARAR’
Hele hele “obezite-kanser” ilişkisinden hiçbirimizin haberi bile yok.
Bağışıklık sistemi bizi iç ve dış düşmanlardan koruyan mükemmel bir doğal organizasyondur. Onun sayesinde içimizdeki İrlandalıları (!) (yani bedenimizde oluşan kanseröz yapıları) henüz daha oluşum halindeyken tanır ve yok ederiz. Yine onun sayesinde dış düşmanlarla (bakteriler, virüsler) savaşır ve genelde de kazanırız.
İşte bu nedenle bağışıklık sistemimizi korumayı ve onu güçlendirmeyi öğrenmek, bir ölçüde sağlığımızı da garanti altına almak anlamına geliyor. Bunu yapabilmek için de, önce onu tanımak ve anlamak zorundayız.
Vücudun savunma mekanizması, bir anlamda ordusu olan bu sistem, yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi bizi hem kanser gibi iç tehlikelere hem de dışarıdan gelen mikrop saldırılarına karşı koruyor.
Kafanızın karıştığını biliyorum, isterseniz biraz daha açayım: Kulağa korkutucu gelse de, vücudumuzda her gün yüzlerce kanser hücresi gelişiyor. Bağışıklık sistemi biz farkında bile olmadan, kanserleşen bu atipik hücreleri anında yakalıyor ve yok ediyor.
Vücudumuz, haberimiz bile olmadan yok edilen kanserli hücreler gibi, normal koşullarda bize zarar vermeyen mikroplarla da dolu. Sistem zayıf düşmedikçe bu durum herhangi bir sorun teşkil etmiyor.
Fakat denge bağışıklık gücü aleyhine bozulduğunda vücuttaki bakteriler ve mikroplar saldırıya geçiyor. İşte bu nedenle hemen herkesin sağlam ve tıkır tıkır işleyen bir bağışıklık sistemi olması şart.
“Peki bu iş nasıl başarılacak?” diye soruyorsanız buyurun…
Antibiyotiklerden uzak durun
Eklem sorunları hepimizi ilgilendiren problemler. Eskiden yaşı 60’ı, 70’i geçenlerin bile pek azında görülen bu sorunlar şimdilerde neredeyse 30’lu yaşlarda başlıyor. Her üç yetişkinden birinin ya dizi, ya kalçası ya da beli ağrıyor.
Peki, ne oldu da eklemlerimiz bu kadar erken yaşlarda hastalanıyor? Ne oldu da bu ölçüde kıkırdak kaybına uğruyor? Yapısı bütünlüğü neden bozuluyor? Kısacası eklemlerimiz neden hızla yaşlanıyor?
Yukarıdaki soruların bir değil, birçok yanıtı olsa da en önemlisinin beslenme hatalarımız olduğu kesin. İkinci sıraya da aktivite yanlışlarımızı yazmamız gerekir.
Başka hatalarımız da var ama sadece bu ikisi “eklem bozar” nedenlerin yüzde 90’ını oluşturuyor. Detaylar için buyurun...
AKLINIZDA OLSUN
Sorun kıkırdaklarda
Eklemlerin temel yapıları karışık olsa da hepsinin ortak yapısında kıkırdak dokusu var. Kıkırdak dokusu elastik ve kaygan, çok özel bir yapılanma. Eklem içi sıvıyla da devamlı iletişim halinde. Gereğinde o sıvıdan beslenip kayganlaşıyor, gereğinde de o sıvıyı daha kaygan hale getiriyor.
Omega-3 yağ asitlerinin sağlığımız için ne kadar önemli ve vazgeçilmez maddeler olduğunu hepimiz yeterince öğrendik. Bu nedenle de daha çok ve sık yağlı balık yiyor, ceviz tüketip semizotu salatasına yükleniyoruz.
Bütün bunlar iyi, güzel şeyler ama bir konuda hâlâ yeteri kadar bilgilenmediğimiz anlaşılıyor. O da şu: Omega-3 yağları DHA ve EPA sadece bedenimiz için kazanılması zorunlu besin unsurları değil. Ruh sağlığımız için de bunlara ihtiyacımız var.
Özellikle ruhsal çökkünlük hali ve/veya depresyonla mücadelede omega-3 yağlarının ne kadar önemli olduklarını gösteren pek çok güvenilir kanıta sahibiz.
Mesela 2010’da Journal of Clinical Psychiatry dergisinde yayınlanan bir çalışma var.
Çalışma, Francois Lesperance ve arkadaşları tarafından yapılmış, omega-3 desteğinin majör depresyonla mücadelede işe yarayabileceği net ve açık olarak gösterilmiş.
Omega-3 yağlarının ruh sağlığı için de çok mühim doğal ilaçlar olduklarını gösteren çalışmalar bunlarla sınırlı da değil.
Daha pek çok çalışma var ve neredeyse tamamına yakınında düzenli omega-3 takviyesi kullanan depresyonluların ruhsal durumlarında ciddi iyileşmeler olduğu net ve açık olarak saptanmış.