Diğer taraftan tiroit bezinin az çalışması da, çok çalışması da akla hayale gelmez problemlere yol açabiliyor. Mesela cinsel güç kaybı nedeniyle incelenen bir erkekte ya da kısırlık nedeniyle tetkik edilen bir kadında esas sebebin gözden kaçmış bir tiroit yetersizliği olduğu saptanabiliyor. Özetle tiroit hastalıklarının girmediği kılık, taklit etmediği hastalık neredeyse yok gibi. İşte onlardan bazıları...
Kolesterolü etkiler mi
Tiroit bezinin az çalıştığı durumlarda kolesterol seviyeleri yükselebilir ve zamanında müdahale edilmezse damar sertliği süreci hızlanabilir. Kanda kolesterol değerlerinin beklenmedik şekilde yükseldiği durumlarda tiroit bezinde bir problem (hipotiroidi yani tiroit tembelliği) olup olmadığı da araştırılmalıdır. Ayrıca tiroit bezi hastalıklarında çarpıntı, ritim bozuklukları ve kalp yetmezliğine de rastlanabilir. Kısacası tiroitle ilgili her sorun kalp ve damar sağlığını etkileyebilir.
Romatizmaya yol açar mı
Tiroit hastalıkları kas ve iskelet sistemini de etkiler. Tiroit bezinin az çalıştığı durumlarda kas ve eklemlerde ağrılar (miyalji) görülebiliyor. Bu durum hastaların gereksiz yere romatizmal testlerden geçmesine, hatta romatizma tedavisi görmesine neden olabilir.
Tiroit doğrudan eklem iltihabı yapmaz ama eklemlerde en az iltihaplı artritler kadar ağrıya yol açabilir. Tiroit bezinin az çalıştığı durumlarda kas erimesi ve kas güçsüzlüğüne de sık rastlanır.
Depresyona sebep olur mu
Tiroit bezi metabolizma hızının temel belirleyicisidir. Bez yeteri kadar tiroit hormonu üretmediğinde –az ya da yavaş çalıştığında– beyin fonksiyonlarında da yavaşlama ve bozulmalar görülebilir.
Gelişmeler ve yeni araştırmaların sonuçlarına bakılırsa önümüzdeki dönemde “daha sık yiyerek” metabolizmamızı hızlandırma, devamlı hareket halinde tutma yaklaşımı yavaş yavaş gündemden düşecek! Beslenme tarihimiz incelendiğinde de insanlığın geçmişte iki öğünle, sabah ve akşamın erken saatlerinde tüketilen öğünlerle yaşamını sürdürdüğü anlaşılıyor.
Hatta bazıları günde üç öğün yemenin biyolojik bir ihtiyaçtan ziyade kültürel bir alışkanlık olduğunu ileri sürüyor.
Tam tersini savunanlar da yok değil: Onlara göre iki kez bol ve güçlü gıda alarak karın doyurmak yerine günde üç bile değil dört-beş kez az miktarda besin tüketmek daha mantıklı.
Peki, hangi görüş daha doğru ya da haklı?
Gelir geçer kesin bir yanıt vermek pek kolay değil. Bu sorunun yanıtı muhtemelen biraz da bedenin metabolik yapılanmasıyla ilgili bir durum.
Kiminin vücudu günde iki, kiminin vücudu günde dört, hatta altı öğüne göre planlanmış da olabilir.
Doğru cevabı, daha doğrusu kimin haklı olduğunu araştırmaların sonuçları belirleyecek, yani zaman gösterecek.
Daha az yemeyi öğrenmemiz lazım
Şu bilgiden de hiç kuşkunuz olmasın: Beden yapılanmamız ve metabolizmamıza en uygun aktivite ve egzersiz yürüyüştür. Yürüyeceğiz! Hem de her gün! Sağlığımızı korumak ve ileri yaşlara daha iyi hazırlanmak için buna mecburuz.
Ayrıca yürümek ciddi bir masraf da gerektirmiyor. Her yerde, her zaman, her koşulda yapılabilmesi mühim bir avantaj.
Bütün bunlar tamam ama yürüyüşlerimizin süre ve temposu ne olacak? Günde kaç adım ve hangi hız hedeflenecek? Merak ediyorsanız buyurun…
PASLANMAMAK İÇİN EN AZ 5.000 ADIM
Bedenlerimizin günde en az 5000 adım atmak üzere tasarlanmış bir yapılanması var. Bu rakamın altında kaldığınızda paslanma, yani inflamasyon süreçleri devreye giriveriyor. Paslanmaktan ve kötü yaşlanmaktan korunmak istiyorsak hiç olmazsa “günde 5000 adım”ı hedefleyeceğiz. Bunu yapmazsak oluşabilecek bir iç yangın (kronik iltihap/inflamasyon) nedeniyle çok değil ellili yaşların hemen sonrasında artritten obeziteye, şeker hastalığından damar sertliğine, karaciğer yağlanmasından bellek zayıflığına kadar pek çok problemin devreye gireceğini bileceğiz.
Bazıları omega-3 kapsülleri, CoQ10 haplarından, bazıları da B12 iğneleri, D vitamini ampulleri ya da damlalarından istifade etmenin yolunu arıyor.
İşi biraz daha ileri götürüp kalsiyum, çinko, selenyum ve magnezyum gibi minerallerden, biotin, kolin, folik asit ve C vitamini ve benzeri desteklerden, ginseng, rhodiola veya silimarin içeren bitkisel ürünlerden faydalananlar da var.
En yaygın kullanılan destek ise -bütün dünyada olduğu gibi- bizde de omega-3 kapsül ve şurupları.
Kimi keten tohumu yağı içeren bitkisel omega-3’lerden, kimi de balık yağı, krill yağı, havyar yağı kaynaklı omega-3’lerden faydalanmaya çalışıyor.
Böyle olunca da besin destekleri konusunda sık karşılaştığımız soruların başında “omega-3 soruları” geliyor. İşte o sorulardan bazıları ve yanıtlarımız...
BİTKİSEL OMEGA-3 MÜ, HAYVANSAL OMEGA-3 MÜ?
Bitkisel omega-3’lerden bedenimiz yararlanamıyor. Alfa linolenik asidin bedenimizde EPA ve DHA’ya dönüşmesi gerekiyor. Dönüşüm oranı ise çok düşük, EPA’da yüzde 5-7’yi, DHA’da yüzde 1-3’ü geçmiyor. Dolayısıyla hayvansal omegalara, yani balık, krill, havyar yağı omegalarına öncelik vermeniz daha doğru olur.
HANGi HAYVANSAL OMEGA?
Sağlık problemlerini geleneksel yaklaşımlar, bitkisel çözümler, doğal şifaya yönelik arayışlarla da çözüm üretmek mümkün. Ayrıca şu bilgiyi de lütfen hep aklınızda tutun: Hastalıkları önlemek, en azından gelişme safhasındayken yakalayıp hastalık haline dönüşmelerini engellemek daha akılcı bir çözümdür.
Önleyici ve güçlendirici yöntemlerin çoğu da geleneksel ve doğal çözümlerdir. Özellikle bazı bitkiler ve bitkisel besinler var ki onlar gerçekten de ilaçlar kadar etkilidir. Yeter ki doğru zamanda, doğru yöntemlerle kullanılsınlar. Yeter ki “ot-çöp” ticareti yapan sahtekarların elinden kurtarılsın, bilimsel çözümler öne çıkarılsın.
Bu hafta başında Bezmialem Üniversitesi Fitoterapi Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi’ni ziyaretimde merkezin direktörü Prof. Dr. Murat Kartal ile uzun uzun sohbet etme fırsatı buldum. Merkezden de, yürüttükleri çalışmalardan da çok etkilendim.
Aynı zamanda büyük bir mutluluk da duydum. Mutluluğumun nedeni şu: Fitoterapi alanında ne kadar doğru işler yapar ve başarılı olursak ilaç harcamalarımız o kadar azalacak, sağlık sorunlarına çözüm imkânlarımız o oranda artacaktır. Tebrikler Bezmialem Vakıf Üniversitesi’nin yöneticilerine... Teşekkürler Prof. Dr. Murat Kartal’a...
Başlıktaki detaylar için buyurun...
MİDENİZDE GAZ VE YANMA MI VAR?
Hazımsızlık, şişkinlik, gaz, mide yanması en yaygın sağlık sorunlarından. Tümünün ortak sebebi de yanlış beslenme, yanlış besinler, yeteri kadar çiğnememek gibi hatalar. Tabii ki gerginliğin, yorgunluğun, kahvenin, sigaranın, alkolün, kızartmaların da bunda epey bir payı var. Biz işin “şifa” kısmına geçelim ve hemen en başa naneyi yazıverelim. Nane ve yağı sadece mideyi değil, bağırsakları da rahatlatan, yatıştıran, gazı azaltan doğal bir çözüm. Sırada başka bitkiler de var. Mesela papatya çayı. O da mideyi rahatlatan bir içecek. Mesela zencefil. O da mükemmel bir mide rahatlatıcısı ve dinlendiricisi ilaç gibi çalışıyor.
Beynimizin en mühim görevinin “bellek fonksiyonu”, yani “anılarımızı muhafaza etmek” olduğu kesindir.
Ayrıca şu bilgi de açık ve nettir: Tıpkı sağlığımız gibi belleğimizi korumak ve geliştirmek de elimizdedir.
Belleği etkileyen süreçler ise zannedildiğinden de karmaşık şeylerdir. Zaten biraz da bu sebeple sağlam bir bellek dikkat, bilgi ve beceri gerektirir.
Beslenmenizden stres düzeyinize, uyku alışkanlıklarınızdan aktivite yoğunluğunuza, ruhsal gelgitlerinizden sosyal yaşamınıza kadar pek çok değişken belleğinizi etkilemektedir.
Diğer taraftan bellek fonksiyonu kendi içinde de muazzam farklılıklar göstermektedir. Mesela anıların kimi kısa süreli bellekte geçici olarak işlem görürken, kimi de uzun süreli bellekte yıllarca muhafaza edilmektedir.
Bitmedi! Eğer o anılar travmatikse yani canınızı yakmış, duygularınızı ve ruhunuzu derinden sarsıp etkilemişse “flash bellek”te muhafaza edilmekte, beyninize adeta bir daha unutulmamak üzere kazınarak yerleşmektedir.
BÜTÜN ANILAR EŞİT DEĞİLDİR
Chia mı, keten tohumu mu?
Chia tohumları omega-3 zenginliği bakımından keten tohumuna göre biraz geride. Ama lif ve lezzet açısından keten tohumuna göre iki katı zengin. Özellikle kabızlık sorununa karşı kullanımı onu öne çıkarıyor. Bu üstünlüğüne kalsiyumdan çok zengin oluşunu da ekleyelim.
Keten tohumu ise lignan yani fitoöstrojen zenginliği sayesinde kalp-damar sağlığı açısından öncelikli görünüyor. İkisi de düşük kalorili olan bu tohumlardan chia’nın 2 çorba kaşığı 69 kaloriyken aynı miktar keten tohumu 75 kalori. Proteinleri ise hemen hemen aynı. Her ikisi de benzer oranlarda fosfor, magnezyum ve potasyum içeriyor.
Peki hangisi? Kabızsanız keten tohumu. Günde 1-2 çay kaşığı ile başlayın. Bol su ile için. Menopozdaysanız keten tohumu. İçindeki lignanlar terleme ve ateş basmalarını azaltıyor. Lezzet içinse chia! O daha kolay suda eriyor. Salatalara, çorbalara, yemeklere daha kolay ekleniyor.
Benim tercihim mi? Ben “bitkisel” değil, “bedensel” omega’ları tercih ediyorum. Önceliği de balık yağına değil, havyar ve krill yağı kaynaklı omega’lardan yana kullanıyorum.
Yanıt: Keten tohumu!
Mercimek mi, kinoa mı?
Ben “besinlerin bedenlerle” daha da açıkçası “genlerimizle” konuştuklarını düşünen biriyim. Bana göre boğazımızdan geçen her şey DNA’mızla da hasbihal eder, onu da etkiler.
Neden sabah yağ yakar!
Çoğu insan sabahları enerjisinin gayet yüksek olduğunu ve gün içerisinde yorularak inişe geçtiğini söyler. Doğrudur da...
Verimli bir uyku ile geçen geceden sonra sabah kahvaltıdan hemen önce egzersiz yapmak, duş alıp proteini, yağı, karbonhidratı ve posası yerli yerinde bir kahvaltı ile evden çıkmak bütün güne yayılacak bir enerji sağlayabilir.
Arınmış beden ve zihinle günlük yaşama başlamak her şeye daha pozitif yaklaşmanızı sağlayabilir.
Akşama bırakılan spor, gün içerisindeki yüksek tempo ve yoğun stres nedeniyle hem zor gelebilir hem de kaytarmak için bahanesi bol olabilir.
Sabah kahvaltıdan önce yapılan egzersiz sırasında kan şekeri düzeyi nispeten düşük olduğu için vücut, depolarındaki yağları (glikojen) şekere çevirerek (glikojenolizis) kas hücrelerine enerji kaynağı yaratır.
Spordan sonra yenen kahvaltı da çok verimli bir biçimde kullanılır, alınan besinsel yüklerin depolanma oranı düşüktür.