En önemli, güçlü, etkili, “olmazsa olmaz”ımız, yaşam için son karar verenimiz, özetle patronumuz hangisi?
Kalp mi, beyin mi?
Soruya yanıt arayanlardan biri (Emo Phillips), bakın o bu soruya nasıl yanıtlamış: “Bir zamanlar beynimin vücudumun en önemli organı olduğunu düşünürdüm. Sonra aklıma geldi: Bir dakika, bana bunu söyleyen kim?”
“Patron kim?” sorusunun yanıtında son kararı beyin veriyor olsa da bence bu onun önemini asla azaltmaz. Hayatı nasıl yaşayacağımızı, onu nasıl yapılandırıp ondan neler üreteceğimizi, hayat sepetimizin içine neler doldurup hayat ağacımızı nasıl süsleyeceğimizi, kısacası duygu ve düşüncelerimizi, seçimlerimizi, neticede yaşam biçimimizi o yönetiyor. Ve bu mühim bilgi özellikle bugünlerde hepimize daha çok lazım. Çünkü beyin içine ne doldurursanız onu düşünüp onu üretiyor.
BEYİN YENİDEN ÇALIŞMAZ
Gelin (olan biten onca kötü şeye, pisliğe, hıyanete, teröre) rağmen biz yine de iyi şeyler düşünmeye devam edelim. Enseyi karartmayıp “gelecek güzel günlere” dair beklentilerinizi sürdürelim. Bu da geçer deyip sabırla bekleyelim ve dik değil, dimdik durmaya devam edelim. Bir ayrıntı daha: Ölüm de “kalbin durması” ile değil, “beynin devre dışı kalması” ile başlayan bir süreç. Ve unutmayalım ki duran kalp yeniden çalıştırılabilse de beyin ölümü gerçekleştiğinde böyle bir şansımız yok. Netice şu: Patron beyindir. Nokta.
BUNAMA: BÜYÜK TEHDİT
Sağlığımıza düşkün olalım ya da olmayalım fark etmiyor. Ömrümüz sürekli uzuyor!
Hepimiz boyumuzu ve kilomuzu biliriz. 40’lı yaşlardan sonra tansiyonumuzu, nabzımızı daha bir dikkatle izler, şeker ve kolesterol seviyelerimizi özenle takip ederiz. Biraz daha hassas olanlarımız, “tiroidim ne durumda, B12 ve D vitamini seviyelerim ne halde” gibi soruların da yanıtını öğrenmek ister. Doğrusu da budur. Böyle olmalıdır.
Ne var ki pek çoğumuz önemli bazı bir sağlık belirleyicilerini nedense hep “pas” geçeriz!
Peki, neler mi o belirleyiciler? Mesela bel çevremiz! Mesela bel/kalça oranlarımız! Ve çok daha önemlisi kanımızdaki insülin hormonunun açlık ve tokluk seviyeleri! O rakamların açlık ve tokluk şekerimizle ilişkileri yani “insülin direnci” problemi!
Bilim insanları bize çok açık ve net olarak şunu söylüyor: “Unutmayın ve aklınızdan hiç çıkarmayın! Kanınızdaki insülin seviyesi en az açlık ve tokluk şekeriniz kadar önemlidir.
İnsülin seviyeleriniz yüksekse ve hele bir de sorun insülin direnci noktasına kadar ulaşmışsa bu işler yolunda gitmiyor anlamına gelebilir.”
Bu bilgi çok önemli. Önemli çünkü “yüksek insülin” salgısıyla “kilo” dengenizi korumanız da, fazla kilolarınızdan kurtulmanız da, verdiğiniz kiloları geri almamanız da mümkün değil.
Açlık ve/veya tokluk insülin seviyenizin fazlalığı sizin bir süre sonra önce metabolik sendromlu sonra da “GİZLİ VEYA AÇIK ŞEKER HASTASI” adayı olduğunuz anlamına da gelir.
Anne karnındaki bebeğin de, anne sütüyle beslenen yeni doğanın da beyin, sinir sistemi ve göz dokuları başta olmak üzere sağlıklı gelişimi için mutlaka Omega-3 yağlarına özellikle de DHA’ya ihtiyacı var.
Yeteri kadar DHA’ları olmadan sağlam bir beyin, güçlü bir sinir sistemi ve göze sahip olabilmeleri mümkün değil.
DHA (ve EPA) ihtiyacını karşılamak için de tek şansları var: Annesinin Omega-3 rezervlerinden istifade etmek!
İşte bu nedenle çoğu gelişmiş ülkede çocuk doğurmayı düşünen anneler ve anne adayı hamileler için hazırlanan vitamin desteklerinin içine mutlaka DHA da ekleniyor.
Ayrıca süt verme döneminde de annelerin DHA’dan zengin beslenip DHA desteklerinden istifade etmeleri tavsiye ediliyor.
Yoğurt bu övgüyü sadece kaliteli proteinleri, dengeli yağ yapısı ve mükemmel karbonhidrat yapılanması nedeniyle de hak etmiyor. Onun en mükemmel “prebiyotik ve probiyotik karışımı” olduğu da tartışmasız kabul edilmiştir. Kısacası geleneksel yoğurt sıradan bir gıda değil, bir “SÜPER BESİN” gibidir.
Ne var ki aynı övgüyü marketler ve bakkallarda satılan “homojenize endüstriyel yoğurtlar” hak etmiyor. Çünkü onların “probiyotik güçleri” neredeyse sıfırlanmış durumda. İçlerinde sağlığa faydalı bakterileri ara ki bulasın.
Her neyse. Yoğurt söz konusu olunca “tavşana küsüp dağdan vazgeçecek” değiliz. Böyle bir lüksümüz yok. Yoğurdu kaşıklamaya devam edeceğiz.
Üstelik yoğurt bizim için milli bir besin. Yoğurt ve ondan yapılan ayranın mucidi biziz. Bizim mutfağımız.
Kısacası konu yoğurt olduğunda zaten ve doğal olarak tarafız.
Kahvaltıda yoğurt yeme meselesine gelince. Buyurun...
Neden yoğurt?
5yıl kadar önce New York Times gazetesinin sağlık sayfasındaki başyazının manşeti aynen şöyleydi: YOĞURT: SADECE KAHVALTIDA DEĞİL!
Oyuna gelmeyelim
Şunu lütfen unutmayalım: “Birileri” bizi ısrarla “öfkelenmeye, kontrolsüz, aşırı, ölçüsüz öfke tepkileri vermeye” bitmedi, “birbirimize düşürmeye” zorluyor. Ve yine “o birileri” en yetkin, yetişkin, en ruhlu olanlarımızın bile ne zaman, neden ve nasıl öfkelendirilebileceğini çok ama çok iyi biliyor. Çünkü onlar öfke tepkilerini tahrik edip çığrından çıkarmada bir hayli ustalaşmış ve çok iyi eğitilmiş kötü, pis, alçak kişiler.Ama her şeye rağmen gelin biz bu oyuna gelmeyelim. O tuzağa düşmeyelim. Öfkemize yenilmeyelim. Öfke tepkilerimizi vermesine verelim ama o tepkilerin bizi esir almasına, ölçüsüz ve kontrolsüz cevaplar oluşturmasına izin vermeyelim.
Sükuneti kaybetmeyelim
Ruh sağlığı uzmanları diyor ki: “Karşılaştığınız olaylar ve karşınızdaki insanlar ne kadar kışkırtıcı olursa olsun öfke tepkilerinizi verirken de SÜKUNETİNİZİ KAYBETMEYİN.
Asla ve asla siz de ŞİDDETE YÖNELMEYİN.”
Haklılar... Unutmayalım ki, “Yaşamak ve her zaman, her koşulda ayakta kalmak” sadece ve sadece “bize” ve “doza” bağlıdır.
Unutmayalım ki, hayat elimizdeki tek fırsattır. Ve en çok da bugünler, “TERÖRE İNAT YAŞASIN HAYAT!” deme zamanlarıdır.
Sağlık mı huzur mu
Geleneksel beslenmeyi terk ettik
Kilo problemi artıyor, sağlık sorunları çoğalıyor. Çok fazla yemek yiyoruz ama aslında doğru dürüst beslenemiyoruz.
Diyabet toplumsal bir tehdide dönüşüyor. Peki bu sorunlar neden arttı ve artmaya devam ediyor?
Bunun ilk nedeni, beslenme modelimizin değişmesi. Son yıllarda geleneksel beslenme kültürümüz altüst oldu. Yüzlerce yıllık yapısından uzaklaştı. Çok değil, 60’lı yıllardan önce hiç tanımadığımız, tatmadığımız yiyecekler gündelik beslenme düzenimizin değişmez parçası oldu.
Kolalı, asitli, meyve aromalı meşrubatlar, enerji içecekleri, hamburgerler, çizburgerler, hazır çorbalar, pizzalar yiyoruz.
Salam, sosis, gofret ve cipslerle tanışmamız olsa olsa 30 yıllık bir geçmişe dayanıyor.
Pizza zincirlerinin en çok yatırım yaptığı ülkelerden birinin Türkiye olduğunu biliyor musunuz? Ve etrafımız şekerli, çikolatalı, yağlı, tıka basa unla yüklü, kalori bombası, tadı hoş içi boş yiyeceklerle tıka basa dolu. Netice mi? Ortada!
Yanlış şeyler yiyip içiyoruz
- DAHA BOL NEŞE: “Güne keyifli başlama” konusunda ben çok şanslı biriyim. Mühim ve ayrıcalıklı bir avantajım var: Haftanın en az üç sabahında güne sevgili Sezen Aksu’nun kahkahalarla dolu telefon sohbetiyle başlarım. Ve o gün mutlaka ama mutlaka her şey yolunda gider. Daha önce de yazdım, hatırlatayım: “MUTLULUK AN, HUZUR ZAMANDIR.”
İkisi de mühimdir ama aralarında minik bazı farklılıklar vardır. Mutluluk kolaydır. Hemen her koşulda üretebileceğimiz, farkındalıklarımızla geliştirip büyütebileceğimiz kısa süreli serotonin ve endorfin banyolarıdır. Ve bu banyolar limon kolonyaları gibidir. Ruhu şımartır, bedeni ferahlatır.
ÖNERİM ŞU: Bu yıl daha neşeli, keyifli ve hoşgörülü kalmayı, kahkahası, neşesi, umudu bol biri olmayı önceleyin. Keyifli ve mutlu insanlarla bir arada kalmayı hedefleyin.
KÖTÜMSERLİK RUHA ZARAR
- DAHA ÇOK İYİMSERLİK: İyimserlik de mühim bir “iyi hayat” stratejisidir. Bu yıl da onu ilk sıralara yerleştirin. Şu da önemli: İyimserliğe “olan bitene razı olmak, sonuçlara katlanmak, önleyici tedbirleri almayıp başa gelenlere razı olmak” gibi bir anlam yüklemeyin. İyimserlik basitçe bilimin ve aklın gerektirdiklerini yapmak ama bunların yetmeyebileceği bazı şeylerin de olduğunu unutmayıp “o şeyleri” iyi beklentilere emanet etmek demektir. Kötümserlik ruha ağırlık verir, toksik ve tatsız kimyasallar yükler. Bu tür kötü kimyasalları nötralize etmenin yolu ise iyi kimyasalları (serotonin, endorfin, dopamin) devreye sokmaktan yani “iyimserlik limanına sığınmaktan” geçer.
MANEVİ ‘İÇ DOKTOR’
- DAHA GÜÇLÜ MANEVİYAT: İnanç dünyanızın zenginliği de, manevi gücünüzün sağlamlığı da önemlidir. Bu ikili sadece hastalıkları önleme veya tedavide değil, hayatınızı iyileştirmede de sizi adeta bir “ilaç”, bir “iç doktor” kadar etkiler. Tamamlayıcı/geleneksel tıpla modern tıbbın kombinasyonu olan “integratif sağlık yaklaşımının” başarısı biraz da bundandır. Unutmayın: “Yaratılışın arkasındaki kudrete inanmak” her zaman, her yaşta, herkesin işine yarıyor.
-
VARAN 1
(BESLENME UZMANI NİLÜFER BAYRAM)
YULAFIN GÜCÜ
◊ 1 su bardağı süt
◊ 3-4 çorba kaşığı yulaf ezmesi
◊ 1-2 adet kuru erik
◊ 2 bütün ceviz içi