Fazla kilolarınızı detokslamaya başladınız. Her şey iyi de gidiyor. Ne var ki 3-5 hafta sonra kilolar size direnmeye başlıyor.
Soru şu: Diyetinize aynı şekilde devam ettiğiniz halde, kilo verememeye mi başladınız? Vücudunuz sizinle inatlaşıyor gibi mi hissediyorsunuz? Yapmanız gereken ilk şey metabolizmanızla itişip kakışmayı ve kavga etmeyi bırakmaktır.
Kendinize önce şu soruyu sorun: “Bu diyetleri daha önce de yaptım. Hep bir noktada takıldım. Acaba bunun nedeni nedir?” Bunun birkaç sebebi olabilir. Vücudunuz yağ kaybını kendine yönelik bir tehdit olarak algılıyor olabilir. Onu böyle olmadığına ikna etmeniz gerekiyor. Daha çok hareket edip daha aktif olmak kilo vermeye devam etmenizi sağlayacaktır.
Eğer zayıflamanızı sabote edecek başka bir etken söz konusu değilse tavrınızı sorgulayın. Bu süreci vücudunuzla bir kavgaya dönüştürmüş olabilirsiniz.
Unutmayın, stres de kilo vermeyi zorlaştırır. Gevşeyin, biraz mola verin. Vücudunuz dinlensin. Bir ay sonra tekrar başlayın. Ama bu süre içinde yemeyi abartmayın.
Ayda bir kilo verseniz, yılda 12 kilo eder. Daima küçük adımlar atın, ama zaman zaman durmayı, dinlenmeyi de bilin.
Kendinizi eğitin
Başarılı ve kalıcı bir kilo kontrolü için diyetisyeniniz ve egzersiz hocanız tarafından size öğretilen her şeyi aklınıza, biyolojinize, psikolojinize yerleştirmeniz gerekiyor.
Eğer kilo vermeyi düşünüyor ve programınızın aksamadan yürümesini istiyorsanız, bedeninizdeki fazla yağları sanki bir ‘toksin deposu’ ya da toksin yükü gibi düşünün. Daha başarılı sonuçlar alacağınıza bahse girebilirim!
Kilo detoksuna başlarken atacağınız ilk safra, şeker ve şeker yüklü yiyecekler olsun. (İşin en zor noktasının da bu bölüm olduğunu itiraf etmeliyim.)
Şeker ve rafine karbonhidratlar (beyaz un ya da buğday unu ve nişasta) ya da yüksek fruktozlu mısır şurubu yüklü (meşrubatlar, kolalı içecekler) besinleri birdenbire kesmek muhakkak ki kolay olmayacak.
Çoğumuz için şeker, çikolata ve tatlılardan uzak bir hayatı düşünmek bile can sıkıcı. Ama emin olun ki başlangıç için böyle bir karar almak zorundasınız.
Hangi düzeyde bir şeker bağımlısı olursanız olun, şeker yeme isteğiniz ya da bir başka deyişle tatlı nöbetleriniz birkaç gün içinde kesinlikle bitecektir.
DNA’nız ne diyor
Hatırlatmak istiyorum; bir kâse yoğurt ve bir dilim pasta eşit kalori olabilir. Yani, bunları laboratuvar ortamında yakarsanız ortaya eşit miktarda enerji çıkar.
Geçtiğimiz hafta gazetemiz Hürriyet’te mükemmel bir dizi okuduk. Mesude Erşan ve İsmil Tufan Hoca, ülkemizde 100 yıllık yaşamı sağlıkla devirenlerin keyifle yaşlandığı yerleri incelediler, onların yaşamlarından kesitler verdiler.
Eh ben de “şimdi sıra sende Osman Hoca, okurlara şu huzurlu ve uzun yaşam konusunu bir özetle” deyip bu haftayı “100 Yıl Yaşamanın Sırları”na ayırdım.
Teşekkürler Mesude..
Teşekkürler İsmail Hoca..
Ve emeği geçen herkes...
Buyurun....
‘HAYIRLISI NE İSE O OLSUN’
Şu kesin: Evrendeki en kıymetli şey “insan yaşamı”, hemen her coğrafyada en değer verilen şey “yaşam hakkı”.
Önce şunu bilelim: Millet gripten kırılmıyor. Acil servisler ve hastaneler de griplilerle dolu değil. Her kış olduğu gibi makul düzeyde bir nezle durumu yoğunlaşması var.
“Hapşırıyorum, burnum akıyor, gözüm sulanıyor, her yerim ağrıyor, yorgun ve bitkinim, yataktan çıkmak bile istemiyorum” diyenlerin önemli bir bölümünün sorunu grip değil, nezle.
Tabii ki devreye üşüme ve titremelerle gelen ateş nöbetleri, şiddetli öksürük, boğaz ağrısı filan girdiğinde problemin griple de bağlantılı olabileceği unutulmamalı.
Peki, ne yapmalıyız?
Dinlenmek şart. Tedavinin en güçlü ilacının istirahat olduğu kesin. Sonra bol su içmemiz lazım. Ve de bol sebze, meyve tüketmemiz. Tabii ki gün boyu da bitki çayı. Özellikle de ıhlamur ve adaçayına yüklenmekte fayda var. Adaçayını ılık olarak sık sık “ağız-boğaz gargarası” olarak da kullanabilirsiniz. Müthiş işe yarıyor. “Tavuk suyuna çorba” her kış olduğu gibi bu kış da her sofrada olmalı.
Hipoglisemi işaretlerinin çoğu beynin şekerden mahrum kalışına bağlı. Şekeriniz düşünce yaşadığınız halsizlikten bitkinliğe, baş ağrısından sinirliliğe, uyku halinden terlemeye, baş dönmesinden gerginliğe pek çok belirtinin temel nedeni beyin dokusunun şeker ihtiyacı içinde kıvranması ve bir tür “şeker noksanlığı krizleri” yaşaması. Nedenine gelince. Buyurun...
Beyin bir şeker canavarıdır
Beyin dokusunun temel enerji kaynağı şekerdir. Vücut ağırlığının yüzde 1-2’sini oluşturmasına rağmen beyin bedenin en büyük şeker tüketicisidir. Kanımızdaki şekerin ortalama yüzde 20’sini beynimiz tüketmektedir. Zaten bu yoğun ve vazgeçilemez şeker ihtiyacı nedeniyle de bedende sadece beyin dokusuna insüline gerek kalmadan şekeri doğrudan kullanabilme izni verilmiştir. Ayrıca ciddi oranda şeker tüketicisi olmasına rağmen yedek enerji depolayamaması da beynin mühim bir dezavantajıdır. İşte bu iki nokta onu hem bir şeker canavarı yapmakta, hem de kan şekerine bağımlı kılmaktadır.
Beyin şekersiz kalınca...
Özeti şudur: Kanınızdaki şeker düştüğü zaman beyniniz ihtiyacı olan enerji ham maddesi şekeri yeterince bulamaz. Bu da “şeker yoksunluğu/nöroglikopeni” olarak bilinen bazı süreçleri gündeme getirir. Beynimiz daha düşük bir enerji devresi ile çalışmak (konsantrasyonunun azalması, uyku hali, bitkinlik, yorgunluk, halsizlik, unutkanlık), farklı ve atipik reaksiyonlar vermek (öfke atakları, sinirlilik, gerginlik, uyku bölünmeleri), hatta ruhsal yapılanmada değişiklikler (psikolojik bozukluklar) oluşturmak zorunda kalır. Bazı depresyon, hatta panik bozukluk problemlerinin geri planında hipoglisemi sorununun saptanması biraz da bundandır.
Peki şeker yükselince ne oluyor?
Kanımızda fazla miktarda şeker bulunmasının da (hiperglisemi) kısa ve uzun vadeli olumsuz sonuçları var. Kısa vadeli sonuçları şunlar: Ağız kuruması, çok su içme, çok ve sık idrar yapma, kilo kaybı, yorgunluk...Hiperglisemiden uzun dönemde en çok etkilenenler ise damarlarımızdır. Zaten böyle olduğu için de “şeker hastalığı” bir tür “damar hastalığı” sayılır. Şeker hastalığının en çok zarar verdiği organlar damar yapısı en yoğun organlardır. Mesela gözlerimiz. Mesela böbreklerimiz. Mesela kalbimiz ve beynimiz.Şeker hastalığının en korkulan sonuçlarının felçler, kalp krizleri, böbrek yetmezlikleri ve körlüğe kadar gidebilen görme sorunlarının olması biz hekimler için işte bu nedenle şaşırtıcı değildir.Bir kez daha hatırlayalım: Açlık kan şekeri ve insülin seviyelerimizi ve HbA1c değerlerimizi en az yılda bir kez kontrol ettirmek zorundayız.
Kandaki şeker yediğimiz şeker mi?
Ama bazı doktorlar var ki onlar pek çok sorunu aynı anda ve de tek bir reçete ya da ameliyat bile yapmadan çözebiliyorlar. Bunlardan bazıları sadece sorun çözmede değil, sorunları önlemede de ustalaşmış mucize hekimler. Kısacası onlar dünyanın en iyi doğal doktorları. İşte o listenin ilk 6’ya girenleri...
1- Beslenme
2- Egzersiz
3- Dinlenme
4- Güneş ışığı
5- Kendine güvenme
6- İyi arkadaşlar
Not
Doğada farklı proteinler var ama hepsinin yapısı aslında 20 farklı yapıtaşından ya da tuğladan oluşuyor. Bu tuğlalara biyokimyacılar “aminoasit” diyor. 20 farklı aminoasit var ve onlar farklı kombinasyonlarla değişik proteinleri oluşturuyor. Bu 20 tuğlanın vücudumuzda sadece 11 adedi üretilebiliyor. Geriye kalan 9’unu üretemiyor, onlar için “doğaya” yani “dışa bağımlı” yaşıyoruz. Dışarıdan temini zorunlu olan bu aminoasitlere “temel aminoasitler” adı veriliyor.
Neticede ister bedende üretilsin, ister dışarıdan temin edilsin, bu 20 tuğladan farklı proteinler, o proteinlerden de bedenimiz (kaslarımız, kemiklerimiz...) inşa ediliyor.
Eğer dışarıdan yeteri kadar almaz ya da bedenimizde kafi miktarda protein üretemezsek bundan en çok ve öncelikle kaslarımız etkileniyor, kas erimesi/kaybı başlıyor. Kaslar azaldıkça da bedenimizde enerji üretimi ve tüketimi bozuluyor. Enerjimizin üretildiği yer esas olarak kaslarımız. Daha doğrusu kaslarımızda bol miktarda bulunan mitokondri isimli cihazlarımız. Enerjinin tüketim yeri de yine aynı yer, yani kaslarımız. Protein tüketiminin miktar ve kalitesinden sadece kaslarımız değil, tendonlar, kirişler, organlardaki destek yapılanmaları, bölmeler, bağışıklık sistemi, damarlarımız, sinir sistemimiz, kısacası hemen her şeyimiz etkileniyor. Detaylar için buyurun...
Neden protein?
Bedenimiz üç temel besin unsuru olmadan yapamıyor: Proteinler, yağlar ve karbonhidratlar. Bu üçlünün hepsi önemli. Her birinin fonksiyonu, işi, görevi farklı. Ayrıca ne oranlarda kazanılmaları gerektiği de kişiye, yani yaşa, cinse, genetik miras ve yapılan işe göre değişebiliyor. Ama yine de bu üçlüden proteinlerin sanki biraz daha ayrıcalıklı yanları, daha mühim ve yaşamsal özellikleri var.
Belki de bu nedenle protein sözcüğü “ilk” veya “en önemli” anlamına gelen protos kelimesinden üretilmiş. Yaşayan herkes yaşamını sürdürebilmek için öncelikle proteine ihtiyaç duyuyor. Protein olmazsa hayatta kalamıyor.
Protein-yağ kardeşliği
Önemli bir ayrıntı da şu: Proteinli gıdaların çoğu aynı zamanda güçlü birer yağ kaynağı. Çoğu doymuş yağlardan zengin besinler. Ayrıca yine çoğunda önemli miktarda Omega-3 yağları da var, yani EPA ve DHA da var. Diğer taraftan yine proteinli gıdaların birçoğu sayesinde vücudumuza bol miktarda mineral ve vitamin de kazandırabiliyoruz.
Diyelim ki 50 kilo civarında bir hanımsınız. Bu sizin günde 50-60 gram protein almanız gerektiğini gösteriyor. Eğer 70 kilo ağırlığında bir erkekseniz protein kazanımınızı 70-85 gram civarına yükseltmeniz gerekiyor.Tabii burada da duruma özel bazı değişimler yapmak lazım. Mesela hamileyseniz, bebeğinizi emziriyorsanız daha fazla protein temin etmek zorundasınız. Eğer yoğun egzersiz yapan, özellikle kas büyütüp baklava peşinde koşan bir gençseniz bu durumda da protein kazanımınızı ciddi ölçüde artırmanız lazım.
Proteini nerede bulacağız?
Protein en çok hayvansal ürünlerde bulunan bir besin unsuru. Et, tavuk ve balık, süt ürünleri (süt, yoğurt, peynir, ayran) ve yumurta en güçlü ve kaliteli protein kaynakları. Bitkisel gıdalardan bakliyatlarda da bol miktarda protein olduğunu hatırlayalım. Örneğin mercimek, maş fasulyesi, bezelye oldukça zengin bitkisel protein kaynakları. Bakliyat grubu besinlerin her 100 gramında yaklaşık 8-10 gram civarında protein var. Bitkisel protein zengini besinler listesine fındık, badem, ceviz, fıstık gibi kuruyemişleri de eklemek şart!
Tercihiniz mercimek ve fasulye olsun
Kuru fasulye, nohut, mercimek ve barbunya en güçlü bitkisel protein kaynakları arasında gösteriliyor. Hatta ihtiva ettikleri protein miktarı onların neredeyse etle bile mukayese edilmelerine sebep oluyor.
Mesela bir su bardağı dolusu mercimek ile 60 gramlık tam yağsız sığır filetosunda hemen hemen aynı miktarda (17-18 gram) protein var. Ayrıca bu miktardaki mercimekten 1 gramdan bile az yağ kazanırken, aynı miktar sığır etinden en az 5 gram doymuş yağ kazanıyorsunuz.
Eğer bakliyat grubu besinleri protein bakımından daha da zenginleştirmek istiyorsanız onları et (etli nohut, etli kuru fasulye), pilav, yoğurt ile birlikte yiyebilirsiniz. Bu da çok doğru bir seçim olur.