Tiroit tembelliği yaygın bir sorun. “Gizli tiroit yetersizliği”, yani “subklinik hipotiroidi” ise daha geniş bir toplum kesimini bilhassa da kadınlarımızı ilgilendiriyor.
Bunda Haşimoto hastalığının yaygınlaşmasının da payı var.
“Haşimoto patlaması” ayrı bir yazı konusu. Bugün daha çok tiroit tembelliği meselesini masaya yatıracağız.
Öncelikle de şu noktaya dikkatinizi çekmeye çalışacağız:
Tiroit tembelliği genelde yavaş gelişen, sinsi sinsi ilerleyen bir problem.
Belirtilerin çoğu da normal hayatın içindeki sıradan işaretler. Böyle olduğu için hastalığın geç farkına varılıyor. Bu da bir sürü tatsız probleme uzun süre boş yere katlanmak demek.
Ayrıca şu da önemli:
DOKTORA SORMADAN YUTMAYIN
Önce şunu bilelim: Her ilaç gibi ağrı kesicilerin de çok gerekli olmadıkça yutulmamaları, gerektikleri zaman da büyük bir dikkatle ve bilinçli kullanılmaları zorunlu. Zira onların da kısa, orta, uzun vadeli yan etkileri, toksik tepkileri var.
Mesela bir grubu kemik iliğinde hücre üretimini baskılayabiliyor (Dipiron içerenler)...
Diğer bir grubu karaciğerin canına okuyabiliyor (Parasetamol). Bir başka grup ağrı kesici (NSAİ) ise kısa vadede midede ülsere, reflüye, gastrite, kanamaya, uzun vadede de kalpte, böbrekte karaciğerde yetmezliğe yol açabiliyor (İbuprofen, naproksen, diklofenak vs. içeren ağrı kesici grubu)...
Bu zararları daha da çoğaltmak mümkün ama özeti şudur: Başınız her ağrıdığında, beliniz, eliniz, kolunuz, diziniz her sızladığında çözümü hemen bir ağrı kesici yutmakta aramayın.
Eğer mutlaka bir ağrı kesici kullanacaksanız “Bana en az zarar vereni hangisi olabilir?” sorusunu mutlaka cevaplayın.
Kısacası hiçbir ağrı kesici hapı eş-dost-komşu tavsiyesi ile yutmayın.
Hemen her an dik durmayı başarmak kolay bir iş değil ama yine de bedeni buna zorlayıp dik durma alışkanlığını kazanmak lazım.
Dik durma meselesinin önemini yıllar önce bir televizyon sohbetinde ilk kez Ayla Algan’dan işitmiştim. Ayla hanım müthiş bir öngörü ile “Bizde menopoza giren kadınlar nedense sırtlarını öne eğip dik duruş fakiri haline geliyor. Bu nedenle de yorgun, bitkin, isteksiz, keyifsiz, mutsuz bir görünüm sergiliyor, depresyona bile girebiliyor” demiş ve ardından da eklemişti:
“Ben buna ‘menopoz duruşu’ diyorum!”
Ayla hanımın
haklılığını geçtiğimiz
günlerde Yeni Zelanda’daki Auckland Üniversitesi’nin çalışması net ve açık olarak doğruladı.
Bu araştırmanın sonuçları diyor ki: Dik durmak özgüveni artırıyor. Geçmişe değil, geleceğe bakmayı sağlıyor. Pozitif duygusal yapılanmayı destekliyor ve depresyona engel oluyor.
İyİ bir uykunun sizi sadece dinlendirdiğini zannediyorsanız bu yazıyı lütfen daha bir dikkatli okuyun...
Çünkü, uykunun “dinlendirmek” dışında daha pek çok marifeti var ve eğer siz de “kronik uykusuz”lardan biri iseniz bu marifetlerin çoğundan mahrum kalacağınız kesin.
“Peki, nedir o enteresan marifetler hocam?” diyorsanız buyurun…
- İyi bir gece uykusu belleğinize ilaç gibi geliyor, güç veriyor. Uyanıkken öğrenilen bilgilerin kayıtlarını güncelliyor, sağlama alıyor.
- Uyku adeta bir temizlik işçisi gibi de çalışıyor. Ruhunuzu temizliyor, sizi bir önceki günün/gündüzün/akşamın “duygusal atıklarından, çöplerinden” kurtarıyor.
- Temizleme işi sadece “duygusal arınma” ile de sınırlı kalsa neyse. Beyne ulaşabilen kimyasal toksinlerin de çoğunun uyku sürecinde temizlendiği –muhtemelen beyin/omurilik bağlantılarıyla- anlaşılıyor.
GENÇLER İÇİN DE ÖNEMLİ
- Uyku bozukluğunun sadece “dikkat ve öğrenmeyi” azalttığını da zannetmeyin. Uykusuzluğun bellekle ve ruhsal örgütlenme ile ilgili yapılanma ve işlevlerde de hasara yol açabileceğini gösteren net ve açık kanıtlar var.
“Yeni hayat”ın hediyesi pek çok yeni yükümüz var. Bunlardan biri de ağır metaller ve bu yükümüz de çaktırmadan ufak ufak artıyor.
Sizin bu tehlikenin farkında olmamanız normal ama biz doktorların da konuyu yeterince dikkate aldığımızı, önemini kavrayıp gerekli farkındalığı geliştirdiğimizi söylemek zor.
Oysa bir türlü çözüm üretemediğimiz pek çok sağlık sorununuz muhtemelen bu AĞIR METAL TOKSİSİTESİ meselesi ile de ilişkili. Mesela mı?
“Yorgunum, halsizim, elimi kolumu kıpırdatacak güç bulamıyorum” diyenlerin, “Bu unutkanlık meselesi, konsantrasyon zaafı da nereden çıktı?” diye düşünenlerin, “Neden her sabaha baş ağrısıyla uyanıyorum?” sorusuna bir türlü yanıt bulamayanların, “Gezici kas ağrıları, eklem sorunları, saç dökülmeleri, cilt kurumaları, tırnak kırılmaları” yaşayanların, hatta “Nereden çıktı bu depresyon?” diye düşünenlerin mühim bir kısmının sorunu da bu mesele.
Yani bedenlerinde biriken aşırı toksin yükü, özellikle de ağır metal birikimi. Bu mühim konuyu -bir gözlemimi de gündeme getirerek- sizinle paylaşıp sağlık gündeminize sokmak istedim. Buyurun...
Toksin yükümüz artınca ne olur?
◊ Yorgun, bitkin, halsiz düşeriz
Peki, ne oldu da yorgunluk sağlığımızın “başmisafiri”, daha da doğrusu “Ali kıran baş kesen”i oldu? Ne oldu da eskiden 70’lik, 80’lik yaşlıların dile getirdiği “bitkinlik, tükenmişlik, halsizlik” şikâyetleri 15-20 yaşındaki gençlerin de meselesi oldu?
Yorgunluğumuzun farklı birçok sebebi var. Var ama bunlardan biri -ki muhtemelen en önemlilerinden biri, belki de birincisi- nedense hep gözden kaçıyor.
“Kansız mıyım, hipotiroidi miyim, vitaminsiz mi kaldım, depresyona mı paçamı kaptırdım?” diyerek yorgunluğuna çare peşine düşenler...
Bugün size önce o çok önemli ama hep geri planda kalıp hep gözden kaçan, gizli yorgunluk nedenini, “MİTOKONDRİ FELCİ” meselesini anlatmaya, sonra da çözüm-çare önerilerini açıklamaya çalışacağım. Hazırsanız buyurun...
Nasıl çalışıp ne iş yapar?
Mitokondrileri bir tür fırın veya bir çeşit nükleer santral gibi de düşünebilirsiniz. Ham maddeyi alıp (oksijen, yağ asitleri) enerji üretiyor (ATP), bu arada da birçok yan ürün ve atık madde ortaya çıkıyor. Bu maddelerin de en az üretilen enerji kadar önemli olduğunu bilelim.
Aşırı yan ürün oluşumunun hücreyi nefes alınamaz bir hava kirliliği, içinde yaşanılması güç bir çevre faciasıyla karşı karşıya bırakabileceğini unutmayalım.
Kronik hastalıkların patlama yaptığı bir dönemdeyiz. Yaşı 50’yi geçen her iki kişiden birinde ya obezite, diyabet, hipertansiyon ya da artrit, damar sertliği, yağlı karaciğer, safra taşı gibi kronik sorunlar var.
Patlamanın, özellikle de obezite ve diyabet patlamasının hareketsizlik ve beslenme yanlışlarımızdan kaynaklandığı ise kesin.
Bu gibi konular açılınca biz doktorlar hemen besin üreticileri ile siz hastaları suçlar, sorumlu tutarız.
Oysa tek suçlu ya da sorumlu ne sizsiniz ne de besin endüstrisidir.
Biz de suçluyuz!
Nedeni mi? Buyurun...
Obezite ve diyabet patlamalarının kötü beslenme ve az hareket etme sorunları ile ilişkili olduğu kesin ama neredeyse 7,2 şiddetindeki bu patlamada, diyabette yıllardır o ilacı mı, bu ilacı mı kullanalım diye tartışan, tıp kongrelerinde beslenme-diyabet ilişkisine en fazla iki satır ayırıp aktivite-diyabet ilişkisini neredeyse tümüyle unutan, kan şekerindeki yükselmeyi ilaçsız, hapsız nasıl çözeceğini değil de Türkiye’de insülin satışlarının neden az olduğu sorusuna kafa patlatan ve önüne gelen her diyabetliye bir antidiyabetik hap ya da insülin yazan doktorların da sorumluluğu var.
Ne yediğimize dikkat ederiz ama sıra “ne zaman ve ne kadar yediğimiz”e gelince önemsemeyiz. Oysa bu sorunun cevabı da en az birincisi kadar mühimdir. Peki ne yapmalı? Günlük yemek zamanlamalarını ve miktarlarını nasıl ayarlamalı?
Sorunun yanıtı öyle pek kolay değil. Herkesin vücut yapılanması, metabolizması, sağlık sorunları farklı. Kişiye özel planlama ve çözümlere ihtiyaç var.
Son günlerde sık gündeme gelen “öğle yemeklerinin gerekli olup olmadığı”na gelince... Bu mühim bir tartışma. Detayları var. Önü arkası iyi tartışılması gereken bir konu. Yine de düşüncelerimi kısaca aktaracağım.
Eğer “gün boyu enerjik, güçlü kalayım, öğle yemeklerini takiben halsiz düşüp aptallaşmayayım, akşam yemeğinden sonra televizyonun karşısında uyuklayıp durmayayım, bu arada da her gece bebekler gibi mışıl mışıl uyuyup her sabaha zımba gibi uyanayım” diyorsanız en azından şu ayrıntılara dikkat edebilirsiniz. Buyurun...
Kahvaltıyı erken ve kuvvetli yapın
Kahvaltı öğününü sakın atlamayın. Gece boyunca aç kaldınız, neredeyse 10-12 saatlik bir “oruç durumu” yaşadınız.
Bedeninizin enerji kaynağı olarak sadece kaloriye değil, güçlü besinlere ihtiyacı var. Prensip olarak erken saatlerde uyanıp proteini güçlü (yumurtası, peyniri, yoğurdu bol) bir kahvaltı yapın.