Yanına tatsız bazı sağlık sorunlarını, mesela yorgunluk, bellek zayıflaması, uykusuzluk gibi keyif kaçıran bazı problemleri almasa, yaşlılık bir huzur, bir bilgelik, bir dinlenme ve keyif dönemi gibidir. Ne var ki işler hep böyle iyi gitmiyor.
Özellikle beyin ve onun en mühim fonksiyonu bellek sistemimiz, bu süreçten bazen olumsuz etkilenebiliyor. Peki, işin erken dönemlerinde bize destek olabilecek doğal bir şeyler var mı? Var!
Hem de sayısı oldukça fazla. Üstelik bazıları reçeteli ilaçlardan bile güvenli. Mesela mı? Buyurun...
Omega-3 yağ asitlerinden DHA bunlardan biri. Çok sayıda araştırma, özellikle fosfolipid bazlı DHA ürünlerinin belleği, dikkati ve odaklanmayı desteklemede ciddi faydalar sağlayabileceğini gösteriyor.
Fosfolipidden zengin DHA kaynaklarının başındaysa balık yumurtası (havyar) ve krill oil kaynaklı omega-3’ler geliyor. B vitaminlerinin bazıları da belleğe destek sağlayabiliyor.
Özellikle B12, B6 ve folik asit çok ama çok önemli fonksiyonlar üstlenebiliyor. Beyne güç verebilecek diğer iki doğal kaynak da fosfatidilserin ve fosfatidilkolin. Bunların kolinden ve fosfolipidlerden zengin yapıları özellikle DHA ile birlikte alınmaları halinde belleğe de dikkate de güç veriyor.
Bu listeye sitikolini de (citicholin) eklemekte fayda var. Ayrıca lütein ve magnezyumun da hakkı yenmemeli, bu ikiliye zaman zaman yer açmalı.
Sağlığınızı bozan ve sizi hasta eden sebepleri ortadan kaldırmadan sadece gelişen sonuçları düzeltmeye odaklandığınızda kısa bir süre sonra benzer sonuçlara yeniden katlanmak zorunda kalırsınız.Tansiyonunuz mu yükseldi? Bir tansiyon hapı yutmadan evvel “Ne oldu da tansiyonum yükseldi?” sorusuna yanıt arayın.Kan şekeriniz yüksek mi bulundu? Hapla, insülinle düşürmeye çalışmadan önce problemin nedenlerini öğrenmeye gayret edin.Uyku sorununuz mu var? Hemen bir uyku hapına sarılmayın, Uyku apneniz mi var, depresyonda mısınız, kahveyi, çayı fazla mı kaçırıyorsunuz, biraz kafa patlatın.Gittikçe büyüyen göbeğinizden, kalınlaşan belinizden mi şikâyetçisiniz? Hemen diyet uzmanının kapısını çalmayın. Önce neleri, ne zaman, ne kadar yediğinizi ve ne oranda hareketli biri olduğunuzu anlamaya çalışın.Özeti şudur:Her şeyde olduğu gibi sağlık sorunlarında da çoğu zaman bir “sebep-sonuç ilişkisi” vardır. Sonuçları değil, sebepleri yönetmek ve sorunları ortadan kaldırmak en akılcısıdır.
Yemekten sonra artıyor mu?
Trigliserid düzeylerini genelde 1 gece aç kaldıktan sonra ölçeriz.
Oysa esas trigliserid patlamalarını da en çok yemeklerden sonra yaşarız.
“Açlık trigliseridim 150’nin altında” diye böbürlenmeyin, hele hele bu rakamları aştıysa adeta “acil durum” ilan edin.
Trigliserid yüksekliği meselesi en az iyi kolesterolünüzün azalması ve/veya kötü kolesterolünüzün artması kadar mühim bir konudur.
Elimizde Danimarkalı araştırmacıların yayınladığı bir çalışma var.
SUÇLU BİZİZ, HAYAT YAKLAŞIMIMIZ YANLIŞ!
Ortak bir iyi alışkanlığımız var: Ölümlü olduğumuzu fark edinceye kadar –mesela ciddi bir hastalığa yakalanana dek- hayatın sınırsız, ömrün çok uzun olduğunu düşünüyor ve her şey hep böyle “güllük gülistanlık” sürüp gidecek sanıyoruz. Bu elbette güzel bir yaklaşım. Ama iki önemli eksiği var. Birincisi böyle düşünerek iyi hayatı sürekli erteliyor, geleceğe yatırım yapmayı, mutluluğu inşa etmeyi ihmal ediyoruz. İkincisi ise halimize razı olarak ve en iyiyi mevcut durumumuz zannederek gelişebilecek tehditlere karşı önlem almayı da unutuyoruz. Ve bu nedenle “iyi hayat” avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor. Yaşamın sağlıklı iken farkına varılmayan değerini işte tam da böyle zamanlarda hissetmeye başlıyoruz. Bu duruma ben “iyi hayat miyopluğu” diyorum. Maalesef kanserden korunma meselesinde de böyle bir “miyopluk durumu” var. Yani “kanser miyopluğu” meselesi de mühim bir konu.
ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇMEDEN…
“İyi hayat miyopluğu”na örnek verilebilecek “yürekli itiraf”lardan birini ünlü ruh sağlığı uzmanı Dr. Irvin Yalom bir kitabında, Amerikalı bir senatörün kendisine “kansere yakalandıktan sonra” yazdığı mektupla pek güzel özetler. Güçlü senatör doktoruna şunları yazar: “Tersine çevrilemeyeceğine inandığım bir değişim geçirdim. İtibar, siyasi başarı, mali durum gibi meseleler birden bire önemini yitirdi. Kanserli olduğumu idrak ettiğim o ilk saatlerde senatör koltuğumu, banka hesabımı ya da özgür dünyanın akıbetini hiç düşünmedim. Hastalığım teşhis edildiğinden beri eşimle tek bir kavga bile etmedik. Ve sanırım şimdi, ilk kez; hayatın gerçekten tadını çıkarıyorum. Ölümsüz olmadığımın farkına varıyorum.” (David Servan- Schreiber/Anti Kanser/Varlık Yayınları/2007) Mesajın özeti şudur: İş işten geçmeden “hayatın kıymetini” fark etmek ve hem tedbir alıp hem de tadını çıkarabilmek en akılcı yaklaşımdır.
KANSERLERİN EN AZ YARISI ÖNLENEBİLİYOR
Kanserlerin çoğu önlenebilir. Yaşam tarzımızda yapacağımız ufak tefek bazı değişiklikler, ruhsal/bedensel alışkanlıklarımızda geliştireceğimiz minik düzeltmeler bile kanserle mücadelede bize ciddi avantajlar sağlayabilir. Mesela mı? Her gün en az beş bin adım atmak… Doğal beslenmenin öneminin farkına erken yaşlarda varabilmek… Uyku meselesine azıcık daha dikkat etmek… Ruhsal sağlığa önem verip depresyon ve kaygı durumlarının önüne geçebilmek… Sağlıklı kilo aralığında kalmaya çalışmak… Doğadaki anti kanser güçlerden daha bol istifade edebilmek… Kanser çöplüğü ortamlardan uzak kalabilmek… Listeyi uzatabiliriz ama bunlar bile bize fazlasıyla yetecektir.
‘KANSER TEHDİDİ’ BİR TAHMİN Mİ, SAHİCİ Mİ?
Uzman demeçlerinin hangileri bilimsel kanıtlara bağlı, hangileri tahmin ya da kızgınlık/küskünlük eseri pek emin değilim. Bildiğim şu: Konu kanser olduğunda o meşhur kamyon reklamında olduğu gibi “ağzı olan konuşuyor” gibi bir durum var. Herkes önüne gelen her şeyi “kanserojen” ilan etme peşinde olabiliyor. Çünkü konu fazlaca ilgi çekiyor. Ama bu kanserojen yaftası yapıştırılan şeylerin çoğunun kanıtlanmış birer kanserojen olup olmadıkları henüz net değil. Kısacası uzmanların bilgilendirirken azıcık daha özenli davranması şart. Zira uzmanların demeçleri ve mesnetsiz öngörüleri de ruhumuzda en az kanserojenler kadar toksik etkiler yaratabiliyor. Bu kesin.
İster gazetede yazarak, ister televizyonda anlatarak sağlık konusundaki toplumsal farkındalığı artırmaya çalışın fark etmiyor, kadınları ilgilendiren sorunlar ister istemez daha bir öne çıkıyor. Durum böyle olunca da zaman zaman erkek okurlardan –özellikle de yaşı 50’yi geçip orta yaş virajına giren erkeklerden- uyarılar geliyor.
Bu uyarılardan biri de dün sabah elektronik postama düştü. Antalyalı bir okur “Hocam, meme kanseri ile ilgili uyarılarınız ve mamografi ile ilgili düşüncelerinizi eşim dikkatle okuyor. Bizim prostata ne zaman sıra gelecek?” diye soruyor. Erkekleri daha fazla üzmemek için bugün “mühim bir erkek sorunu”nu, prostat kanserini, daha doğrusu onun en önemli öncü işaretlerinden biri olan “PSA testi” meselesini yazmayı uygun bulduk. Buyurun...
Prostat kanserinde neler oluyor?
Prostat bezi erkeklerin özellikle 50’li yaşlar sonrasında sık öne çıkan sağlık problemlerinden biri haline gelebiliyor. Bunu bazen büyüyerek (prostat irileşmesi), bazen iltihaplanarak (prostatit), bazen de kanserleşerek (prostat kanseri) yapıyor.
Büyümesi ve iltihaplanmasında can sıkıcı sorunlar oluşsa da tedavi her zaman mümkün. Mühim olanı kanseri. Prostat kanseri erkeklerde en sık görülen kanserlerden de biri.
İşte bu kanserin tanısında yukarıda bahsettiğimiz PSA TESTİ işe yarayan bir tarama ve tanı yöntemi. Ama şunu bir kenara not edin: Prostatın parmakla muayenesi, ultrasonla incelenmesi ve sonra biyopsi yapılarak kanserli dokunun varlığının netleştirilmesi hâlâ sürecin vazgeçilmezlerinden.
Yani sadece PSA’ya bakarak prostat kanseri tanısı koymak yanıltıcı olabiliyor. Çünkü en güvenilir ellerde bile testin güvenlik sınırı yüzde 75’i geçmiyor, geçemiyor.
Hangi PSA?
Sadece sağlıklı bir kilo dengesini korumanın değil, formda ve sağlam kalmanın yolu da öncelikle “doğru yakıt alma” ve “o yakıtı en doğru biçimde harcama” meselesini öğrenmemize bağlı.
Yanlış yakıt aldığımızda da, aldığımız yakıtı yakmayı unuttuğumuz veya yanlış yaktığımızda da bedenimiz anında etkileniyor. Ya o yanlış yakıtların içindeki toksinlerden nefes alamaz hale geliyor ya da arızaya geçip “ben yoruldum!” diyerek havlu atıyor.
Yakıtı doğru alsak bile onu usulünce yakmayı beceremediğimizde de problem var. Kullanılmayan yakıt fazlası, sistemde ya yağ olarak (trigliserid) ya da ürik asit olarak depolanmaya başlıyor. Yağların karaciğerde depolanması yağlı karaciğer sorununa, karın içinde omentumda ve organların etrafında depolanması ise metabolik sorunlara yol açıyor.
Sonuç mu? Yorgunluk, halsizlik, bozulmuş bir bağışıklık yapılanması, ağrıyan sızlayan eklemler, kaslar, yanlış çalışan bir iştah yapılanması, büyüyen göbekler, kalınlaşan ense ve beller!
Peki bunlardan daha da kötüsü var mı? Hem yakıtı yanlış alır, hem de o yakıtı bir an önce yakıp yok etmeyi başaramazsanız probleminiz daha da büyüyor, iki ucu keskin bir bıçağın üzerinde yürümek zorunda kalıyorsunuz.
Unutmayın: Hepimizin genetik mirası aynı ve eşit değil. Her birimizin farklı genetik yapılanması var. Böyle olduğu için de hepimizin “fabrika ayarları” yani “kullanım şartnameleri” farklı.
Ve biz yakıt alırken de, o yakıtı harcarken de “imalat şartnamemize” uygun hareket etmek zorundayız. Bu kural çocukluk ve gençlikte de geçerli ama orta yaş sonrasında vazgeçilmez hale geliyor. Çünkü yaş 40’ı geçip de beden yıpranma sürecine girince genetik mirasına direnme gücü azalıyor.
İnce olmak veya ince kalmaya çalışmakla kilo dengesini sürdürebilmek ayrı konular. Eğer hedefiniz “sağlıklı bir kilo aralığında kalabilmek” değil de 36 beden bir kıyafeti ömür boyu taşıyabilmekse işiniz gerçekten zor. Hatta bu yöndeki çabalarınızın hüsranla bitebileceğini bile söyleyebilirim.
Nedeni şu: Her yaşın bir kilosu var! Daha da önemlisi her beden kurgusunun da kendine has bir kilo yapılanması var. Tartıya çıkınca öğrendiğimiz kilomuz sadece yağ fazlalığından ibaret de değil.
O rakamın içinde kemiklerin, kasların ve vücudumuzdaki su miktarının da belirleyici etkileri var.
Yani sıkı ve bol kaslı, kalın kemikli birinin bedensel yağ oranını yüzde 15’in altına düşürse de 36 beden bir kıyafetin içine girebilmesi imkânsız gibidir.
Ayrıca aşırı kilonun sağlığa ciddi zararları olduğu kesin ama eğer aktif biriyseniz, düzenli egzersiz alışkanlığınız varsa hafif bir kilo fazlalığının size zannettiğiniz kadar ciddi zararlar vermeyeceğini de unutmayın. Bu yaklaşım “fat and fit” yani “yağlı ama formda” biri olmayı ifade ediyor.
İstatistiklerse böyle birinin “minimum yağlı”, hatta “yağsız” ama “egzersizden bihaber”, yani “fit olmayan” tembel bir başkasına oranla çok daha sağlıklı olabileceğini gösteriyor.
Yine istatistiklere bakılırsa hareketsiz ve yağsız yaşlananlar aktif bir hayat sürüp egzersiz alışkanlığından vazgeçmeyen hafif yağlı kişilere oranla daha sık hastalanıp daha kısa bir ömür sürebiliyor.
Güçlü bir sabah kahvaltısı sadece sağlığı korumanın temel şartlarından değil, metabolizmanın da vazgeçilmezlerinden.
Eğer güne iyi bir kahvaltıyla başlamazsanız metabolizmanız sizi çok değil, ilk 3-4 saat içinde bile yolda bırakabiliyor.
Diğer taraftan düzenli kahvaltı alışkanlığı olmayanların kilo almaya daha eğilimli, insülin direnci oluşturmaya daha meyilli oldukları da iyi biliniyor. Günün diğer öğünlerindeki gıda tüketiminin de dengeli ve düzenli olabilmesi için güçlü bir kahvaltı şart.
Kahvaltıyı atladığınızda sonraki öğünlerde gereğinden fazla gıda tüketme ihtimaliniz kesinlikle daha fazla. Üstelik bu ihtimale şeker-un-nişasta bombası gıdalara, özellikle de zararlı atıştırmalıklara eğilimin artması da ayrı bir problem.
Önemli bir sorun da şu: Çocuklar sabahın çok erken saatlerinde okul servisleri kapıya dayanıp evden erkenden ayrıldıkları için düzgün bir kahvaltı yapma fırsatı bulamıyorlar. Çoğu zaman da “ekmek üstü fındık ezmesi” veya “kızartılmış ekmeğe tereyağı ve reçel” eklenmesi gibi sağlıksız kahvaltılara talim ediyorlar. Bu son derece mühim bir sağlık tehdidi.
Bu tür kahvaltıların özellikle üst üste tekrarlanmaları halinde çocuklara daha kolay kilo aldıracağı, şeker dengelerini bozup okul başarılarını tehlikeye sokacağı kesin.
Kahvaltı konusunda genç ve orta yaşlı “ofis/plaza” çalışanlarının da sık sık hata yaptıklarını biliyoruz.
Omega oranı tersine döndü
Omega-3 kaynaklarımız adeta kurudu. Etlerde, yumurtalarda, süt ürünlerinde omega-3 yağlarını (yani EPA’yı, DHA’yı) ara ki bulasın. Geriye bir tek balıklar kalmıştı, o kaynağı da -tıpkı tavuklar, tıpkı inekler gibi- çiftliklere hapsedip mısır unu ile besleyerek kaybetmek üzereyiz. Bu arada bedenlerimizi omega-6 çöplükleri haline de getirdik. Neden mi? Ayçiçeği, mısır özü, pamuk yağı demek omega-6 yağı demek de ondan! Neticede ne mi oldu? Omega 3/6 oranımız 4/1 iken 1/20’lere döndü.
Asit-baz dengesi tehdit altında
Altüst ettiğimiz doğal biyolojik dengelerden biri de asit-baz oranımız. Maşallah onu da bozmayı -en azından zor durumda bırakmayı- becerdik. Hayvansal gıdalara bu kadar yüklenince, una, nişastaya, paketlenmiş besinlere bu denli abanınca olacağı da buydu zaten. Netice mi? Asit çöplüğü içinde yüzer gibiyiz!
Sodyum-potasyum oranı altüst oldu
Ne yazık ki sodyum-potasyum dengemizi de bozmayı başardık. Nasıl mı? Paketlenmiş her ürüne “sodyum” esaslı bir koruyucu ekledik. Fırın-pastane ürünlerini “tuz çoru” haline getirdik. Cipslere, bisküvilere derken hızımızı alamayıp tatlılara, çikolatalara bile tuz ve sodyumlu bir koruyucu ilave ettik. Yetinmeyip “kaya tuzu şöyle iyidir, deniz tuzu böyle şifalıdır” gibi gazlarla bedenlerimizi tuz gölüne çevirdik. Peki ya potasyum? O nerede? Ara ki bulasınız. Bulmak için ne lazım? Sebze lazım. Daha çok bakliyat lazım. Meyve lazım. Yiyor muyuz onları? Fiyatları el yakıyor bir, içlerinde eskisi kadar potasyum bulunmuyor iki...
İşte o 10 sağlık sorunu
Üç hassas dengeyi bozarak “kendi elcağızımızla” davet ettiğimiz kronik sağlık sorunlarının ilk 10’unda bakın neler var...