Yaşlanmayı “değiştirilemez bir biyolojik kader” gibi düşünüp de onu kendi haline bırakırsanız başlıktaki soruyu rahatlıkla “evet” diye yanıtlayabilirsiniz.
Çünkü kendi haline bırakılıp kaderine terk edilmiş her yaşlılık az veya çok kayıplar, azalmalar ve yıpranmalarla birliktedir. Yaşlılığa bağlı kayıplar sadece bedensel de değildir. Kayıplardan ruhsal örgütlenmemiz de az çok etkilenir. Evet, biz yaşlandıkça kaslarımız yavaş yavaş bizi terk etmeye başlar.
Yaşlılığa bağlı kas kaybı mühim bir problemdir ve çoğu yaşlının süregiden yorgunluklarının arka planında bu kas kaybı problemi yatar. Yaşlandıkça kemiklerimiz de boşalıp koflaşır. Boyumuzdaki yaşlanmaya bağlı kısalmaların ve hafiften kamburlaşmaların da arkasında bu kayıplar vardır. Yaşlılığa bağlı kayıplarımız sadece bunlarla da sınırlı kalmaz. Biz yaşlandıkça beyin ve bellek gücümüz de o kayıplardan nasibini alır.
Kayıplar listesini daha da uzatmak mümkün ama size yine de iyi bir haberim var.
Araştırmalar net ve açık olarak şunu gösteriyor: Bu kayıpların hızını azaltmanız mümkündür ve sizin elinizdedir. Yolu da öncelikle düzenli egzersiz yapmaktan ve doğru beslenmekten geçmektedir. Kısacası yaşlandıkça kaybetmek zorunda değiliz.
Lutein nedir neye yarar?Lutein mühim bir antioksidan. Ben ona “sarı mucize” de diyorum. Doğal olarak yumurta sarısında, mısırda, ıspanakta ve balkabağında, biraz da lahanagiller, yeşil fasulye ve sarı/turuncu meyvelerde (mesela kavunda, kayısıda) bol lutein var.
Kateşinler damar tıkanıklığı, kanser ve kan pıhtılaşmasına neden olan serbest radikallerden hücreleri koruyarak adeta temizleyici bir detoks etkisi gösteren “mucizevi” doğal bileşenler.
University of Maryland Medical Center’a göre her gün iki fincan yeşil çay tüketmek, sadece kanser riskinizi azaltmakla kalmaz, kanserin yeniden oluşma riskini de azaltır.
Yeşil ve siyah çayın en faydalı hali taze demlenip tüketildiğindedir.
Kafeinsiz, çabuk hazırlanan (sallama çaylar), şişelenip soğuk içilen şekerli-şekersiz çaylar genellikle daha az antioksidan içeriğine sahiptir.
Yeşil çay bazı ilaçlarla etkileşime girebilir. İlaç kullanıyorsanız yeşil çay içmeden önce doktorunuza danışın.
Çayınızı şekersiz içmeyi alışkanlık haline getirin. Şeker (sükroz) veya nişasta bazlı früktoz ya da tatlandırıcı yüklü soğuk çaylardan da uzak durun...
Dirençli nişasta zararlı değil, faydalı
Mayalı gıdaların temel özelliği probiyotik bakteriler ve prebiyotik besinlerden zengin olmaları. Probiyotik ve prebiyotik zengini bir sindirim sistemine sahip olmanın sağlığımız için sayısız faydası var. Özellikle probiyotik zengini biri olmak –ki bunun için varlıklı, zengin biri olmanız gerekmiyor, tam da tersine az ve orta gelirliler bu gıdaları daha sık ve bol tüketiyor- daha az hastalanmak ve daha güçlü bir bağışıklığa sahip olmakla eşanlamlı. Probiyotik zengini bir sindirim sisteminiz varsa ülser, gastrit, reflü, kolit gibi hastalıkları, gaz, şişkinlik, ishal, kabızlık gibi sorunları pek yaşamazsınız. Böyle bir sindirim sistemine sahipseniz alerjik sorunlardan, gıda intoleransı gibi problemlerden, kandida mantarı işgalinden, hatta kanser, kolesterol yüksekliği, şeker hastalığı, insülin direnci, obezite gibi sorunlardan, eklem ağrıları, yorgunluk, baş ağrıları, şişlik ve ödem benzeri problemlerden de uzaklaşırsınız. Kısacası daha çok fermante gıda ve daha çok probiyotik güç daha fazla ve sağlam sağlık anlamına geliyor. Bu işin yolu da geleneksel fermante ürünlere yani mayalı besinlere yeniden geri dönmekten geçiyor. Zaten bu nedenle de mutfaklar ve sofralarda adeta bir fermante besin patlaması yaşanıyor. Hemen her ülke geleneksel mutfağındaki unutulmuş fermente besinleri yeniden keşfetme gayretinde. Bizdeki fermente besinlerin bazılarını yanda özetlemeye çalıştım. Tavsiyem şu: Geleneksel mutfaktan vazgeçmeyin, özellikle mayalı gıdalar konusunda tavizci olmayın.
İŞTE O GIDALAR
PEYNİR
KEFİR
YOĞURT
SİRKE
ŞALGAM
TURŞU
Üzüm tıpkı zeytin gibi başlı başına bir sağlık mucizesi. Ben üzümün sadece çekirdeğinin değil, kendisinin, dışındaki zarının, hatta asma yapraklarının bile tıka basa sağlık mucizesi doğal ilaçlarla (proantosiyanidinler ve resveratrol) dolu olduğunu düşünüyorum.
Özellikle resveratrol son yılların üzerinde en çok konuşulan antioksidanlarından biri.
Resveratrolün en yoğun bulunduğu yerlerin başında ise siyah üzümün çekirdeği var.
Son yıllarda üzüm çekirdeğinin neredeyse bir “sağlık miti” haline gelmesinin sebebi de bu zaten. Üzüm çekirdeğindeki bu güçlü antioksidan yapılanmadan faydalanmanın, özellikle kalp damar hastalığı, şeker hastalığı, hipertansiyon, varis, katarakt, maküler dejenerasyonu gibi yaşlandırıcı kronik hastalıkları olanlara ciddi faydalar sağlığı kesin.
Resveratrol farklı mekanizmalarla oluşabilen DNA hasarını azaltmakta, yaşlanmayı değişik yollardan yavaşlatmaktadır. Eğer iyi korunmuş ve usulüne uygun hazırlanmış üzüm çekirdeği özleri bulabilirseniz günde yarım fincan kadar tüketebilirsiniz.
Kapsüllenmiş veya tabletlerin içine yerleştirilmiş üzüm çekirdeği özlerinin faydalı olduğu kanaatinde değilim. Üzüm çekirdeğinden faydalanmanın en iyi yolu ise çekirdekli siyah üzümü doğrudan tüketmektir.
Siyah üzümde bir özellik daha var. O da “mor mucize” olarak bilinen antosiyanin yapısındaki antioksidanlar. Antosiyaninler özellikle “bellek” ve “kanser savunması” söz konusu olduğunda devreye giren harika maddeler.
Organik egzersizler hangileri?
Birinci sıraya günlük tempolu yürüyüşleri yazın. Özellikle de açık havada, parklarda, ormanlarda, dağlarda, deniz veya göl kıyısında yapacağınız yürüyüşleri tercih edin.
İkinci sıraya ise yüzmeyi ekleyin. Yüzerken de güçlü kulaçlar atarak yani daha çok enerji harcayarak yüzmeyi hedefleyin.
Gerek yürüyüş yaparken, gerekse yüzerken ara sıra kısa süreli hızlanmalar yapıp egzersiz yoğunluğunuzu 20-30 saniyelik kısa deparlarla artırmayı unutmayın. Depar sürelerini zamanla 1-2 dakikaya çıkarın.
İkisinde de ısınma ve esneme hareketlerini asla ihmal etmeyin.
Bu ikiliye haftada 2-3 defa ağırlık çalışmaları da ekleyebilirseniz çoook daha iyi sonuç alırsınız. Ayrıca pilates ya da yogadan da istifade edebilir, bisiklete binmeyi de deneyebilirsiniz. Bisiklet ile egzersiz özellikle “denge” duygusu ve kapasitesini geliştirmede mükemmel sonuçlar veriyor.
Stresin kötüsü ömür törpüsü
Bir “telomer modası”dır gidiyor. Herkesin dilinden düşmeyen bu sözcüğün en önemli törpüsünün, en mühim düşmanının ise “stres” ve “depresyon” olduğu ise maalesef pek bilinmiyor.
Obezite ciddi bir sağlık sorunu. Tıp literatürü ve tedavi pratiğinde hangi hastalıkların cerrahi, hangi hastalıkların tıbbi, yani ilaç tedavisiyle iyileştirilebileceği açık ve net olarak belirtilmiş. Konu obezite olduğunda da durum değişmiyor, tıbbi kural ve prensipler bize şunu söylüyor:
Obezitenin tedavisi, altında yatan metabolik, hormonal ve ruhsal sorunların çözümlenmesiyle başlar.
Hormon bozukluğuna, metabolik, genetik bir kusura, psikolojik yeme bozukluğuna bağlı bir obezite sorunu cerrahi olarak çözümlenemez.
Yapacağınız ilk şey, obeziteye yol açan problemi belirleyip onu ortadan kaldırmak, bu mümkün değilse de onu yönetmektir.
Tabii ki obezitenin cerrahi girişimle düzeltilebileceği özel bazı durumlar da var.
Bunlar da çok açık ve net olarak biliniyor. Eğer sorun “morbid obez” noktasına varmışsa, yani “hastanın acil bir cerrahi girişimle kurtarılması gereken noktaya gelinmişse” cerrahi girişim kaçınılmaz oluyor ve hemen devreye giriyor.
Basit bir kilo sorununun çözümünde ise asla herhangi bir cerrahi girişim düşünülmüyor.
Önce şunu bilelim: Tıpkı omega-3 eksikliği, D vitamini noksanlığı, B12 fakirliği sorunu gibi hepimiz ciddi bir probiyotik eksikliği problemi yaşıyoruz.
Nedeni de son derece basit: Geleneksel beslenme modelini terk ettik. Çöp gıdalardan, toksik besinlerden, probiyotikleri bırakın prebiyotiklerden (porbiyotikleri besleyen gıdalardan) bile fakir bir beslenme sistemine geçtik.
Plastik, sentetik, deyimimi hoş görün “dandik” gıdalar yiyip içiyoruz. Üstelik çoğumuz bu yanlışın farkında bile değiliz.
Farkında olmadığımız için de her ateşimiz yükseldiğinde antibiyotik yutmaya, her reflü atağımızda mide hapı içmeye, her gastrit yangınını antiasitlerle söndürmeye, her şişkinlik, kabızlık, gaz ya da ishal sorununu hapla, çöple halletmeye çalışıyoruz.
Daha da mühimi çoğumuzun yaşadığı “bağışıklık eksikliği” probleminin bile arkasında bu “probiyotik fakirliği meselesi”nin bulunduğunun da farkında değiliz. Biraz daha ileri gidelim.
Eğer bağırsaklarınızda yeteri kadar probiyotik bakteri yoksa iltihabi bağırsak hastalıklarına yakalanma ihtimaliniz artıyor, alerjik reaksiyonlarınız sıklaşıyor, kanınızdaki şeker, kolesterol ayarı bile bozulabiliyor.
Probiyotik gücümüzü nasıl artırabiliriz?
İnsülin direnci yaşlanmayla ilişkili hastalıkların neredeyse tamamıyla bir şekilde bağlantılı. Bazılarında ana oyuncu, yani esas nedenken bazılarında da yardımcı oyuncu yani kolaylaştırıcı bir faktör gibi çalışıyor.
Yeni tamamlanan çalışmalar bu bilgiyi daha da güçlendirdi.
Örneğin kısa bir süre önce yapılan bir çalışmada insülin direnci olanlarda Alzheimer’a daha sık rastlandığı ve/veya Alzheimer’lı hastalarda insülin direnci probleminin varlığı halinde sürecin hızlandığı gösterildi.
Bu gerçekten şaşırtıcı bir bulgu, çünkü bilindiği gibi beyin hariç bütün doku ve organlarımız şekeri doğru dürüst kullanabilmek için insüline ihtiyaç duyuyor.
Bir başka deyişle insüline ihtiyaç duymadan şekeri kullanabilen tek organımız var, o da beynimiz.
Sürpriz sonuç şu: Beyin dokusu insüline ihtiyaç duymadan şekeri kullanabilse de beyinde de insülin alıcıları/reseptörleri/almaçları var.
Üstelik beynin en fazla insülin alıcısı içeren kısımları bellekle ilişkili bölümleri.