Sağlıkta mükemmel işler yaptık, önemli aşamalar kaydettik ama bazı alanlarda “birinciliği” nedense hâlâ kimselere kaptırmıyor, en kötü ihtimalde bile ilk üçte yer alıyoruz! Bu, “gereksiz ve aşırı antibiyotik kullanımı”nda da, “lüzumsuz ve kontrolsüz antidepresan tüketimi”nde de böyle. “Çocuk obezitesi”nde, “kadınlarda kalp krizine yakalanma yüzdeleri”nde de en başlardayız. Bu kötü karneye bir yenisi daha eklendi: Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Avrupa ve Orta Asya bölgesinde yüzde 32.1 oranı ile obezite şampiyonu olmuşuz.
Hatırlayalım: Çok değil, daha 2-3 hafta önce de yazdım. Sorunun bir başka boyutunu “2 milyon obez çocuk” başlığı ile Hürriyet’te yayımladım. Konu çok ama çok mühim. Sadece Sağlık Bakanlığı’nın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, tek başına Tarım ve Gıda Bakanlığı’nın, hatta üçünün bir araya gelmeleri çözüm için
yeterli değil.
Gıda üreticilerinin, ailelerin, kısacası toplumun her kesiminin obezite ile savaş konusunda elini taşın altına koyması şart.
Konserve balık sağlıklı mı?
Sadece konserve balıklar değil, usulüne uygun ve kaliteli üretim koşullarında hazırlanan konserve gıdaların çoğu sağlıklıdır. Bu sadece benim kanaatim değil. Pek çok uzman aynı görüşü paylaşıyor. Örnek mi? Buyurun: Dr. David Perlmutter dünyaca ünlü bir nöroloji (beyin ve sinir hastalıkları) uzmanı ve milyonlar satan “Tahıl Beyin” kitabının yazarıdır. O kitabın “sağlıklı beyin için nasıl beslenmeli?” bölümünde bakın neler yazmış: “Hangi ürünleri seçtiğinize dikkat ettiğiniz sürece konserve yiyecekler yanınızda taşıyabileceğiniz mükemmel besinlerdir. Balık konservesi de bunlardan biridir. Balık konservesi alırken ‘sürdürülebilir balıkçılık’ yöntemleriyle yakalanmış deniz balıklarını tercih edin.”
Dr. Perlmutter sadece balık değil, avokado ve domates konservelerini de seyahat çantasından eksik etmediğini de belirtiyor.
Probiyotiklerin farklı marifetleri var
Magnezyum önemli bir mineral. Sadece bedensel değil, ruhsal alanda da işlerin düzenli gitmesi için ona ihtiyacımız var.
Instagram sayfamda da anlattım: Her magnezyum takviyesi aynı işi yapmıyor. Ayrıca, depresif ruh halini biraz olsun iyileştirmek için magnezyum takviyesi kullanımın sonuçları da henüz net ve açık değil. Şimdilik sadece kısmi bir yarar sağladığını söyleyebiliriz.
Onu etkisiz bulanlar bile var. Kanaatim şu: Depresyon, özellikle majör depresyon ciddi bir ruh sağlığı sorunu. Sorunun çözümünü ruh sağlığı uzmanlarına yani psikiyatrist dostlara havale etmek daha doğru. Onlarla yapılacak işbirliği içinde hastalara omega-3 (DHA) ve/veya magnezyum takviyeleri önermek ikinci planda düşünülmesi gereken bir doğal tıp yaklaşımı.
Kırmızı etin sorunu aşırı demir yükü mü?
Kırmızı et tüketimindeki artışın özellikle kalın bağırsak (kolon) ve prostat kanseri riskinde artışla bağlantılı olduğu anlaşılıyor.
Sorumlu olarak da onun demir zengini olması gösteriliyor. Demir ciddi bir oksidasyon (paslanma) hızlandırıcı. Bu kesin!
Zaten bu nedenle de kansere yol açabilen serbest radikallerin üretimini hızlandırabilen bir mineral. Bedene yüklenen aşırı demir maalesef kolay kolay temizlenemiyor. Sık kan bağışlayanlarda kanser oranının düşük bulunması bu bilgiye kanıt olarak gösteriliyor.
Ergotionein mükemmel bir antioksidan. Mitokondrilerimiz, yani enerji üretim istasyonlarımızı paslanmadan ve yaşlanmadan koruyan doğal bir mucize.
Bilindiği gibi “mitokondrial DNA”nın hücrenin çekirdek DNA’sından farklı özellikleri var. Yaşlanma hızı ve etkinliğini belirlemede ise o, en önemli bir karar verici. Ne var ki oksitleyici yani paslandırıcı etkilerden çok fazla ve daha hızlı etkileniyor. Ergotionein işte bu oksitleyici süreçlere karşı bir kalkan görevi üstleniyor. Bedenimizde üretilemeyen bu maddeyi en kolay kazandıran besinler mantarlar!
Siyah fasulye, tavuk eti ve tavuk karaciğeri, kırmızı ette de var. Ama yine de en
tepeye mantarları yazmakta fayda var.
Izgara mantar (güvenliğe dikkat) önemli bir ergotionein deposu.
Hastalıklar öğretmendir!
Hastalanmak tatsız, sevimsiz, kötü bir şeydir ama eğer siz farklı bir pencereden bakmayı becerebilirseniz o sürecin de iyi bir tarafı olabilir.
Bu bilgi sadece beden ve ruh gençliği için değil, bellek sağlığı için de geçerlidir. Peki nasıl oluyor da egzersiz bu kadar etkili bir bellek desteği haline gelebiliyor? Nasıl oluyor da DHA’dan (omega3), B12 veya folattan (vitamin), resveratrol ya da antosiyanidinlerden (siyah üzüm/çekirdeği) ya da kurkumoid ve/veya turmeronlardan (zerdeçal) daha etkili bir antioksidan, iltihap önleyici, mükemmel bir bellek desteği haline gelebiliyor? Tavsiyem şudur: İyi yaşlanmak, yaşlılıkta ne kendine ne de başkalarına yük olmamak isteyen herkesin öncelikli işi her gün düzenli yürümek olmalıdır. Bizim “Ayakta kal hayatta kal!” mottosu ise özellikle 50 yaş sonrası için vazgeçilmez kuraldır.
YEDİĞİNİ AZALT, YAPTIĞINI ÇOĞALT
SAĞLIKLI yaşam uzmanlarının ortak görüşü şu: Yaş 50’yi geçince can boğazdan gelmiyor, gidiyor. Yaş ilerledikçe, lokmaların sayısını azaltıp adımların sayısını çoğaltmak gerekiyor. Orta yaş virajı dönülünce, “Yediklerini azalt, yaptıklarını çoğalt!” kuralı bir “kilo koruma tavsiyesi” olmaktan çıkıp, “bir iyi yaşlanma kuralı” haline geliyor. Peki ne oluyor da orta yaşlarda günlük kalori kazanımında yüzde 20’lik bir kısıtlama bile sağlığımızı bu kadar etkileyebiliyor? Ayrıntılar şunlar:
Gıda tüketimi azaldıkça beyin kökenli nötrofik faktörün (BDNF) üretimi artıyor. Bu artış sayesinde beyinde hücre kaybı azalırken, hücreler arası bağlantıların sayısı artıyor.
Daha az gıda yükü, daha az iltihaplanma (inflamasyon) yani daha yavaş doku tahribatı sağlıyor. Beden daha az yan/toksik ürün üretiyor. Daha az toksin yükü, daha güçlü detoks gücü anlamında geliyor. Neticede, bedenin antioksidan sistemleri daha güçlü kalıyor. Toksin temizleyici yapılar daha az yorulup daha çok yedekleniyor.
Gıda tüketim oranı azalıp beslenme aralıkları uzadıkça (iki öğün), hücrede otofaji denilen “kendi atıklarını yeme”, yani bir tür daha aktif doğal toksin temizleme faaliyeti devreye giriyor.
İnsülin seviyelerini “makul” düzeylerde tutanların, insülini yüksek olanlardan daha uzun ve sağlıklı bir ömür sürme şansları var. Onlar, tip 2 diyabete, hipertansiyona, obeziteye, kalp hastalığına, felce, kansere, Alzheimer’a paçalarını daha seyrek kaptırıyor.
Kısacası, kan insülin rezervini makul seviyelerde tutmak, daha güzel, sorunsuz, hastalıksız, kaliteli yaşlanmak, hatta beklenenden biraz daha uzun yaşamak anlamına gelebiliyor.
Netice şu: İnsülinin aşırı salgılanıp kanda yüksek yoğunluklara ulaşması (hiperinsülinemi) önce insülin direncine, sonra da pek çok sağlık sorununa zemin hazırlıyor. Bu nedenle yaşı 40’ı geçen herkesin bir “insülin takipçisi” olmasında fayda var.
Gelin beni dinleyin, siz de açlık insülininizi 5’in altına indirin. 10’lu rakamlara ulaşmasına hele hele bu değerin üstüne çıkmasına asla izin vermeyin. Bunun için de daha fazla ve sık yürümeyi, daha az ve seyrek şeker, un/nişasta tüketmeyi alışkanlık haline getirin. Gerisi kolaydır...
DAHA GÜÇLÜ BİR SAĞLIK İÇİN...
1- Koruyucu sağlığa önem verip, beden ve ruhunuzu güçlü ve sağlam tutmaya gayret edin. Hastalıkları önlemenin, tedaviden daha kolay olduğunu unutmayın.
2- Bedeninizden gelen uyarıcı işaretler kadar (ağrı, kanama, benler), ruhunuzdan gelen “dikkat” sinyallerini de (uykusuzluk, yorgunluk) ciddiye alın.
Güne güçlü bir kahvaltıyla başlamak sağlık için mühim bir ayrıntı. Nedeni şu: Kahvaltı yapan çocuklar okulda daha başarılı. Kahvaltıyı unutmayan yetişkinlerin kiloları daha ayarlı. Kahvaltı seven yaşlıların ise bellekleri daha dayanıklı.
Ayrıntılara gelince... İlki şu: Kahvaltıyı ille de sabahın köründe yapmanız gerekmiyor. Uyandıktan en geç 1-2 saat içinde yapmanız genel kabul gören bir öneri.
Bizim Türk kahvaltısı aslında yapısal olarak da dörtlü bir karışım. Yumurtası, peyniri ile güçlü bir protein yapılanması, zeytini, domatesi, yeşilbiberi ile harika bir karbonhidrat organizasyonu, maydanozu ve salatalığıyla da mükemmel bir antioksidan ve posa gücüne sahip.
Şekersiz ya da az şekerli çay ise kahvaltılarımızın vazgeçilmezi.
Kısacası bizim kahvaltı dünya kahvaltı mutfağının en sağlıklısı en lezzetlisi yani hem kralı hem kraliçesi.
Kahvaltınız için benim bir önerim daha var. Sık sık gündeme getirdiğim dörtlü karışımı haftanın 3-4 günü kahvaltınıza da ekleyerek onu daha da güçlendirip güzelleştirin.
Yapmanız gereken şu: Her sabah yarım su bardağı kadar yoğurda birer çay kaşığı toz zerdeçal, toz zencefil, tarçın ve üzüm çekirdeği ekleyeceğiz. Bu dörtlü karışıma çeyrek çay kaşığı kadar karabiber ilave etmeyi unutmayacağız.
Grip–nezle tedavisinin el kitabı
İLK BEŞ
El–boğaz temizliği önemli
- Bir daha hatırlatalım. Korunmak tedaviden çok daha kolay. Bu nedenle aşılanmak akılcı bir önlem.
- Aşı en etkili bir korunma aracı. Herkesin değil ama risk grubundakilerin aşılanması önemli. Koah ve kalp hastaları, ileri derecede düşkün yaşlılar, bağışıklık gücü şu veya bu nedenle azalanların aşı olmaları lazım.
- Grip ve soğuk algınlığına yakalananların kendilerine iyi bakmaları, aynı zamanda da hastalığı başkalarına bulaştırmamak için gereken titizliği göstermeleri mühim bir ayrıntı.
- Bağışıklığı azaltabilen hatalardan sakınmak, beslenme, uyku, aktivite gibi ayrıntılara daha bir dikkat etmek mühim bir görev.
- El, ağız ve boğaz temizliğine dikkat etmek yapılacak ilk iş. Hastalığa yakalananlarla öpüşüp sarılarak hatta el sıkışarak merhabalaşmaları bırakmak önemli bir önlem. Ayrıca elleri dikkatle ve sık sık bol sabunlu suyla yıkamakta da fayda var.
Haşimato çok yaygın bir tiroit hastalığı. Bağışıklık sisteminin şaşkınlaşıp aşırı “oto-antikor” üreterek kendi organlarına, öncellikle de tiroit bezine saldırmasının tatsız ve genellikle de kalıcı, yani ömür boyu sürebilen bir sonucu. Peki neden bu kadar sık görülen bir sorun oldu? Neden tedavisinde de bu kadar zorluk çekiliyor? Neden onu yenmek bu kadar zor bir iş?
Bana göre esas nedeni bağışıklık sistemimizi tahrip ve tahrik eden besinler (glüten!), toksinler (bisfenol!), kozmetikler (botoks!) ve stres yoğunluğudur.
İşin kötüsü bu enteresan hastalığa paçanızı bir defa kaptırdınız mı kolay kolay kurtulamıyorsunuz. Kadını da erkeği de ilgilendiriyor ama nedense hastaların yüzde 90’ı kadın. Bunda kadınların strese daha sık maruz kalmalarının ve hassas duygusal yapılanmalarının da payı olmalı... Hastalık bazen “hipo”, bazen “normo”, bazen de “hipertiroidi” formunda seyrediyor.
Ama en çok görüleni “hipotiroidi” yani tiroidi tembel, yetersiz düşüreni oluyor. Peki teşhisi nasıl konuluyor?
Haşimatodan korkmayın
Haşimatonun tanısı Anti–TPO testi ile konuyor. Zira hastalıkta ilk etkilenen tiroit hormonunu üreten TPO enzimine karşı oluşan antikorlar oluyor. Takibi ise T3, T4, TSH ve ultrasonografik tetkikler ve ölçümlerle yapılıyor.
TSH normalse kişi sadece izlemeye alınıyor. TSH yüksekse takviye hormona başlanıyor.