Aslında bu yeni bir beslenme yaklaşımı da değil. Ayrıca sürekli uygulanması da gerekmiyor. Yılın bazı dönemlerinde “geçici” olarak da uygulanabiliyor. Yaklaşımın esası şu: Günün 14-16 saatini “aç”, yani herhangi bir besin tüketmeden sadece “su” ve “şekersiz içecekler/çay/kahve/sebze suları” içerek geçiriyor, beslenmenizi geri kalan 8-10 saate sıkıştırıyorsunuz. Tavsiye edilen, bu 8-10 saatlik sürede de şekerli, unlu, nişastalı kalori bombası, yükte ağır(!) pahada hafif(!) besinleri ve de sağlığa zaten zararlı olduğu bilinen gıdaları yiyip içmemeniz. Mümkünse de aşırı kalori yükleniminden uzak kalmanız. 14-16 saatlik açlık dönemini gece de gündüz de kullanabiliyorsunuz. 14-16 saat kadar süren bu açlık döneminde aşırı aktivite yapmamanız, orta ağırlıkta bir egzersiz planı ile (mesela yürüyüş) yetinmeniz daha doğru bir aktivite seçimi. Peki başka detaylar var mı? Var! Merak ediyorsanız buyurun...
8 İPUCU
- Kadınların 14, erkeklerin 16 saatten daha uzun süre aç kalmaları önerilmiyor.
- Ciddi bir sağlık sorunu ya da organ yetmezliği olmayan, 20 yaş üstü 75 yaş altı herkes bu metodu uygulamayı deneyebilirler.
- Şeker hastaları, ağır hipoglisemikler, özellikle insülin kullanan diyabetliler, organ yetmezliği olanlar için uygun değil.
- İnsülin direnci olanlara gelince. Bu beslenme tarzı, onlar için özellikle tavsiye edilen bir seçim.
- Başlangıçta haftada 1, 2 veya 3 gün uygulamak, sonraları süreyi 4, 5, 6, 7 güne çıkarmak daha iyi. Ayrıca bu yöntem kolay uyum sağlamak için de önerilen bir yaklaşım.
Bu mühim soruyu “Yaş kayması” nedeniyle birkaç cümlede yanıtlamak pek kolay değil. Ama yine de elimizde bize “bir şeyler söyletebilecek” pek çok veri var.
Mesela, yüz yıl kadar önce, Fransız yazar Andre Maurois “Ne zaman yaşlıyız?” sorusuna yanıt ararken gençliği ilkbahar, yaşlılığı kışa benzetmiş, “İlkbaharın yaza, yazın sonbahara geçişi o kadar ağır olur ki çoğu kez fark bile edilmez. Sonrasında soğuk bir sabahta rüzgar, kar ve fırtınalarla kış kapınıza dayanıverir” diye yazmış. Haklı!
Kış ne zaman ve nerede tepemize binecek bilinmez ama o fırtına şimdilerde basit ve sıradan bir soğuk algınlığı ya da gribi takiben oluşan yaygın akciğer iltihabı, tıbbi adıyla pnömoni, bizdeki adıyla “zatürre”dir.
Yaşamının son yıllarını sağlıklı hayata adayan, bu alanda edindiği tecrübeleri bizimle paylaşmaya çalışan rahmetli Ertuğrul Akbay da anlaşılan o ki aynı fırtınaya yakalandı ve maalesef o fırtınayı atlatamadı. Allah rahmet eylesin. Huzur içinde uyusun.
İsterseniz gelin bundan sonrasını yine Andre Maurois’e bırakalım ve başlıktaki sorunun cevabını daha açık ve net biçimde ondan alalım.
Andre Maurois ne diyor?
Andre Maurois “Yaşama Sanatı” eserinde neredeyse 100 yıl önce şunları yazmış. “Bedeniniz ilkbaharı çoktan bitirmiş, yazın keyfini çıkarıp gününü gün etmiş, sakin bir sonbaharın huzurlu sessizliğini yaşarken ortaya çıkan bu fırtına yavaş yavaş gelen kışın da işaretidir.
Diğer yandan, eğer vaktinde çözümlenmez ise Tip2 Diyabet, hipertansiyon, gut, karaciğer yağlanması ve safra kesesi taşından tutun da kalp damar hastalıklarına pek çok önemli problemle bağlantılı. Kas ve karaciğerdeki insülin duyarsızlığını çözmek işte bu nedenle herkesin öncelikli ödevi... “Peki nasıl olacak bu iş?” diyorsanız, buyurunuz...
ATIŞTIRMAKTAN VAZGECiN
◊ Sık sık atıştırmayı bırakacaksınız.
◊ Acıkınca unlu, nişastalı, şekerli şeylere değil, proteinli besinlere (yoğurt, ayran, badem) ve sebzelere yükleneceksiniz.
◊ Her lokmayı en az 25-30 kere çiğnemeyi bileceksiniz.
◊ Ayaküstü atıştırmalardan uzak duracaksınız.
iLK DÖRT
1- O PROBİYOTİĞİN İÇİNDE NELER VAR?
Kullandığınız probiyotik desteğinin içinde hangi bakteri veya bakteri karışımı olduğunu bilmeniz lazım.
Nedeni şu: Bazı probiyotikler ishalseniz kabız, bazıları ise kabızsanız ishal yapabiliyor. Bazı probiyotikler bağışıklığa iyi gelirken bazıları da gaz sorununa çözüm üretiyor. Yani farklı probiyotik bakterilerin farklı marifetleri olabiliyor.
2- MİKTARI YETERLİ Mİ, GÜCÜ NE?
Bu da mühim bir ayrıntı. Probiyotik bir desteğin gücü koloni oluşturan birimlerin (CFU) sayısı ile ölçülüyor.
Başlıktaki tanımı isterseniz “huysuz erkek sendromu” gibi de okuyabilirsiniz! Bu yeni bir tanımlama. Kesinleşmiş, onaylanmış, bilim çevrelerinde “genel kabul görmüş” bir sendrom filan da değil.
Deneyimli bir sağlık gözlemcisi olarak bu sorunu önümüzdeki günlerde daha sık ve çok konuşacağımızı garanti ederim.
Nedeni şu: Etrafınıza şöyle dikkatle bir bakarsanız çevrenizdeki 50 yaş üstü her 5 erkekten en az birinde bu sendromu düşündüren işaretleri siz de görürsünüz.
İsimlendirmede “huysuz erkek sendromu” tanımı daha doğru ama şimdilik “hassas” sözcüğünü “huysuz” sözcüğüne tercih etmek daha nazik ve hoşgörülü bir yaklaşım da olabilir.
Sendromun işaretlerine gelince: Bazılarını kısaca özetledim. Peki sebep ne? Temel neden 50’li yaşlardan sonra eskiye oranla daha hızlı ve daha çok azalan testosteron seviyeleri. Yani eski adıyla erkek menopozu da denilen andropoz meselesi.
Peki nedir bu yeni sendromun işaretleri? Buyurun...
Hassas (huysuz) erkek sendromunun 10 işareti
Testosteronu hızla ve fazlaca azalan bu erkeklerin 10 ortak özelliği var.
Son 50 yılda doksan binden fazla yeni kimyasal üretilip hayatımıza eklenmiş.
Kimi besinlerle, kimi soluduğumuz hava, kullandığımız temizlik (!) ürünleri (şampuanlar, sıvı sabunlar, deterjanlar, kremler, serumlar) kimi de giydiğimiz giysilerle bedenimize giriyor. Nonil fenol ve bisfenol gibi “fenolik” bileşenler de bunlara dahil.
İkisi de birbirinden zararlı bu “genotoksik” maddelerin esas zararlı marifetleri ise hormonal yapımızı bozmaları.
Erkek ve kız çocuklarda başta obezite ve erken ergenlik gibi pek çok sağlık sorununun “tetikçisi” olmaları. Ve maalesef zavallı karaciğerlerimiz plastik kaplar, su damacanaları hatta çocuk bezleri ile bedenimize giren bu kimyasalları tanımıyor, onları nasıl temizleyeceğini, bedenimizden nasıl defedeceğini bilmiyor.
Çünkü bu yönde evrimleşmiş değil. Kimyasal toksinlerin evimize, banyomuza, tuvaletimize hatta çocuk bezlerimize kadar girdiğini unutmayalım, uyanık olalım.
Toksik metallerden kurtulmak mı istiyorsunuz?
Civa, kurşun, kadmiyum... Arsenik, bizmut, berilyum... Bunlar bedenimizde biriken, miktarları giderek artan toksik ağır metallerden sadece bazıları.
Obezite patlaması ile çok ciddi bir sağlık tehdidi oldu. Bu önemli bir bilgi. Önemli, zira daha çok hipertansiyonlu demek, daha çok kalp, beyin krizi geçiren hasta, daha çok hipertansiyon kalp ve böbrek yetmezliği vakası demek.
Mühim bir ayrıntı da şu: Yeni bulgular bu belanın başka bir marifetine daha dikkat çekiyor. Hipertansiyon, bellek kaybını da hızlandırıyor. Hipertansiyonlularda damar sertliğine bağlı bunama ve Alzheimer hastalığı ihtimalinin de daha yüksek olduğunu gösteren ciddi kanıtlar var.
KEMİK BİLE ERİTİYOR
- Aşırı şeker tüketimi sadece “damar düşmanı”, yalnızca “bunama, obezite ve kanser davetçisi” değil, aynı zamanda ciddi bir “kemik eriticisi”dir! Şeker tüketiminin artması kemiklerden magnezyum ve kalsiyum kaybına, bu da kemik kırılganlığında artmaya yol açıyor. Bu tatsız gelişmenin birden fazla sebebi var: Şekerin kalsiyum emilimini azaltarak, D vitamini emilim ve üretimini baskılayarak da kemik bütünlüğüne zarar verdiği anlaşılıyor. Yoğun şeker tüketimi kemik erimesini tetikleyen kortizolün üretimini de arttırıyor. Aşırı şekerin kemik yapımını teşvik eden hücrelerin (osteoblast) aktivitelerini baskıladığı da gösterilmiş. Netice şudur: Aşırı şeker tüketimi sadece damarlarınız, doku ve organlarınıza değil, kemiklerinize de zarar veriyor.
Resveratrol bir “uzun ömür” ve “sağlık” mucizesi. Dr. Sinclair’in araştırmaları ile sağlamlık genlerini aktive ettiği (sirtüinler) anlaşılan inanılmaz bir molekül. Resveratrol üzümün çekirdeğinde de, kabuğunda da var, hatta asma yapraklarında bile bulunabiliyor.
Proantosiyanidinler ise “siyah” veya “mor mucize”ler. En iyi kaynakları üzümün (siyah) çekirdeği. Amerikan çam kabuğundan (pine bark) da elde edilebiliyorlar. Proantosiyanidinler mükemmel antioksidanlar. İltihabı baskılayan, belleğe zirve yaptıran, damarlara keyif veren maddeler.
Bütün bu faydalar için günde 7-8 taze veya kuru üzüm tanesi veya 1-2 çay kaşığı üzüm çekirdeğini öğütüp yoğurda karıştırdıktan sonra afiyetle yemeniz yeterli.
Sodyum / potasyum oranımız neden bozuldu
Daha çok sodyum, daha az potasyum kazanımı sağlığımızın önündeki mühim tehditlerden biridir. Bu dengesizliğin pek çok olumsuz sonucu var. Mesela “hipertansiyon” tehdidi bunların ilkidir. Bu tehdidin hemen ardından “asidoz” yani “asit yükünün artıp alkali gücün azalması” gelmektedir. Bitmedi!
Daha çok sodyum, daha az potasyum daha zayıf kalp kası, daha sorunlu damarlar, daha güçsüz böbrekler anlamına da gelmektedir.
Unutmayın uzun ve sağlıklı bir ömrün gözden kaçan ayrıntılarından biri de daha az sodyum yükü ve daha çok potasyum gücü demektir. Doğal beslenin, katkısız gıdalar tercih edin. Tuz kullanımınıza sınır getirin. Potasyum zengini besinler (muz, kayısı, şeftali, patates, yeşil yapraklı sebzeler) daha sık yiyin.
Mitokondrileriniz yorulunca bakın neler oluyor?