Karaciğerin detoks süreçlerinde zorlandığını, gereği kadar glutatyon üretemeyip glutatyon açlığı içinde kıvrandığını gösteren önemli bir uyarıcıdır. Sağlıklı birinin GGT değerleri asla 40, hele hele 50’yi asla geçmemeli, daha yüksek değerlerin ciddi bir glutatyon eksikliği işareti olduğu iyi bilinmelidir.
Bu bilgi öncelikle alkole bağlı karaciğer yağlanması olanlar ve alkolik hepatit riski nedeniyle izlenen hastalar için çok daha önemlidir. Yıllık sağlık kontrollerinizde GGT testinizi de izleyiniz.
Mitokondri takviyeleri hangileri?
Mitokondriler, bedenimizin enerji üretim merkezleridir. Soluduğumuz oksijenle, şekeri veya yağ asitlerini yakarak ATP üretip ihtiyacımız olan enerjiyi temin ederler.
Görevlerini yapabilmeleri için de serbest oksijen radikalleri (SOR) ve toksin saldırılarından korunmaları lazım. Yoksa yorgun, halsiz düşer, erken yaşlanır ve iş üretemezler.
Peki onlara destek olabilecek ek bazı tavsiyeler var mı? Var! Bilinçli kullanıldıklarında işe de yarıyorlar.
O takviyelerden bazıları şunlar:
Göz altı morluklarının pek çok sebebi var. Ama bana göre ilk sıraya öncellikle “yaşlanma”yı yazmak lazım.
Yaşınız ilerledikçe göz altındaki deri torbalanmaya, sarkmaya ve koyulaşmaya başlar. İlaçların da göz altı morlukları yapabilecekleri aklınızda olsun.
Özellikle damar genişlemesine yol açan ilaçlar göz çevrenizin daha mor görünmesine sebep olabilir.
“Beslenme” hatalarını da unutmamanız lazım. Kötü beslenme özellikle protein eksikliği, vitamin noksanlığı, demir fakirliği, C vitamininden yoksunluk da göz çevrenizin morarmasına sebep olabilir.
“Alerji” sorununu da not alın. Alerjik konjonktivit (bir çeşit göz alerjisi), alerjik rinit (alerjiye bağlı burun iltihaplanması) de göz çevresini olumsuz etkileyen sorunlardır.
Bu durumlarda göz altını sık sık ovalamak, kaşımak morluk oluşumunu kolaylaştırabiliyor.
Diğer taraftan bazı kişilerde nedeni bilinmeyen metabolik süreçlerle göz altında aşırı melanin pigmenti birikmesi sonucu koyuluklar ortaya çıkabiliyor.
Homosistein beyin ve damarlar için toksik etkileri olduğu bilinen bir ara ürün. Aynı zamanda da metilasyon döngüsü olarak bilinen mühim bir metabolik sürecin ne durumda olduğunu gösteren önemli bir parametre. Yüksek rakamlara ulaşmış, metilasyon sisteminin yetersiz çalıştığına, bedenin, özellikle beyin ve damar sisteminin toksin yükü altında bunaldığına işaret ediyor.
İdeal değeri 8’in altında olması. Tehlike 12’nin üzerinde başlıyor. Rakamların daha yüksek olması belleği tehdit ediyor, kalp krizi riskini yükseltiyor.
Özellikle B12, B6 ve B9 (folik asit) eksikliği veya “metilasyon döngüsü”nün yetersizliği en önemli sebepleri.
Sağlınızı izlerken yılda bir kez homosistein seviyelerinizi de kontrol ettirin.
RİSK BİLGİSİ
Kimlerin karaciğeri daha kolay yağlanır?
* Hareketsiz yaşayanlar
Mesela günümüzün vebası “obezite”, çiçeği “kanser”, tifosu “kalp damar hastalıkları”, tüberkülozu “şeker hastalığı” beslenme ile doğrudan bağlantılı “kronik hastalık”lar. Beslenmenizde sorun varsa sadece bunlara değil, Alzheimer’dan artirite, Hashimoto’dan gluten intoleransına daha pek çok hastalığa paçanızı kaptırma ihtimaliniz var. Ama ne yazık ki bırakın okullarda çocuklarımıza “beslenme dersleri” vermeyi, biz doktorlar bile doğru dürüst bir beslenme eğitimi almadan diplomalarımızı cebimize koyabiliyoruz.
ÇARPIK BESLENME İLETİŞİMİ
“Beslenme- sağlık”, “beslenme- hastalık” ilişkileri hakkında dişe dokunur tek bir satır bile okuyup öğrenmeden tıbbiyeden mezun olabiliyoruz. Peki sonuç ne? Sonuç, giderek büyüyen obezite, kanser, diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları vb. yeni tip salgınlardır. Sonuç, yazılı, sözlü, sosyal medyayı kasıp kavuran ve hiçbir bilimsel temeli olmayan beslenme palavralarıdır. Sonuç, beslenme bir yana insan sağlığının hiçbir alanında eğitim almamış şarlatanlarla dolu çarpık bir beslenme iletişimi dünyasıdır. Peki çözüm ne? Çözüm var mı? Var!
Sağlığa değil hastalığa odaklı beslenme, aktivite, uyku, stres yönetimi yerine hipertansiyon, diyabet, depresyon, ağrı kesici ilaçlara meraklı biz “tedavici” doktorların şapkamızı önümüze koyup bu “kronik hastalıklar” meselesi ile nasıl daha etkin bir mücadele etmemiz gerektiği konusuna kafa patlatmamız gerekiyor. Yükselen kan basıncı, patlayan trigliserit, ürik asit, kan şekeri, dayanılmaz hale gelen kilo sorunu, yorgunluğu, uykusuzluğu, şişkinliği, baş ağrıları ve ödemleri nedeniyle “derdine derman arayan” hastalara önce “ne yiyip içtiğini sormak, uykusu hakkında fikir edinmek, aktivite yoğunluğunu belirlemek, yaşam mücadelesine ilişkin ruhsal ve sosyal sorunları hakkında fikir sahibi olmak”; reçete kâğıdına “bir şeker bir tansiyon bir de ağrı kesici hap” ve de “avuç dolusu vitamin tableti” yazıp yollamak dönemini sonlandırmak zorundayız. Hastalıkların sonuçlarına değil, nedenlerine çözüm bulmaya çalışmalı, reçetelerimizi sadece “hastalık reçeteleri” olmaktan çıkarıp “iyi hayat reçeteleri” haline de getirebilmeliyiz. O reçetelere “beslenme tavsiyeleri”, “aktivite” yani “egzersiz”, “uyku” ve “stres” yönetimi önerilerini de eklemeliyiz. Yeni hayatın sağlık problemlerini ve giderek büyüyen kronik hastalıklarını başka türlü çözmemiz mümkün değildir.
ORTA YAŞ SONRASININ YOL HARİTASI
ORTA yaş virajının başlama çizgisini gösteren rakamlar sürekli değişiyor. 2000’li yılların başında “70 yaş orta yaş!” dediğimde pek çok itiraz gelmişti. Şimdilerde o rakamı bile erken bulup itiraz edenler var, mesela Ertuğrul Özkök bunlardan biri. Önümüzdeki günlerde onunla uzunca bir “orta yaş söyleşisi” yapacak, yeni bir rakam üzerinde anlaşmaya çalışacağız. Şimdilik yapılması gereken sanırım, 50. yaş gününü kutlayan herkesin farklı bir “iyi hayat listesi” yapması. Peki o listede ilk 10’da neler olmalı? Buyurun...
İLK 5
Beslenmede ilk 10 öneri
* Dengeleyin
* Çeşitlendirin
* Basitleştirin
* Lezzetlendirin
* Otomatikleştirin
* Keyif ve eğlence ekleyin
Nereden nereye... 80’li 90’lı yıllarda “çocuklarda zorunlu aşılama” işini başarı ile bitirip, sırayı yetişkin aşılanmasına getirmiş, çocuk felcini, çiçeği tarihe gömüp “hepatit aşılaması” aşamasına gelmiştik.
Dahası bu “hayırlı” işi “Zeki–Metin” ikilisinin “Haydi büyükler aşıya” gibi hiçbir kampanya ile de desteklememiştik.
Peki şimdi durum ne? Durum bizde de dünyanın diğer bölgelerinde de kötü. “Aşı karşıtı” kampanyalar giderek yaygınlaşıyor.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 2016-2017 yıllarında, dünya çapında kızamık hastalarının sayısında yüzde 30 artış olmuş.
Unutmayın: Aşılar ile otizm sorunu arasında bir bağlantı olduğu gösterilmedi. Aşılanmak bağışıklık sistemini olumsuz değil, olumlu yönde etkiler.
Aşı üretiminin ilaç firmalarının toplam gelirlerinin içinde en fazla yüzde 3’lük bir payı var yani bu işten o firmaların büyük paralar kazandıkları da doğru bir bilgi değil.
Aşılardan da, aşılanmaktan da korkmayın. Hastalıkları önlemenin, tedaviden daha kolay ve ucuz olduğunu unutmayın.
Sağlıkta mükemmel işler yaptık, önemli aşamalar kaydettik ama bazı alanlarda “birinciliği” nedense hâlâ kimselere kaptırmıyor, en kötü ihtimalde bile ilk üçte yer alıyoruz! Bu, “gereksiz ve aşırı antibiyotik kullanımı”nda da, “lüzumsuz ve kontrolsüz antidepresan tüketimi”nde de böyle. “Çocuk obezitesi”nde, “kadınlarda kalp krizine yakalanma yüzdeleri”nde de en başlardayız. Bu kötü karneye bir yenisi daha eklendi: Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Avrupa ve Orta Asya bölgesinde yüzde 32.1 oranı ile obezite şampiyonu olmuşuz.
Hatırlayalım: Çok değil, daha 2-3 hafta önce de yazdım. Sorunun bir başka boyutunu “2 milyon obez çocuk” başlığı ile Hürriyet’te yayımladım. Konu çok ama çok mühim. Sadece Sağlık Bakanlığı’nın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, tek başına Tarım ve Gıda Bakanlığı’nın, hatta üçünün bir araya gelmeleri çözüm için
yeterli değil.
Gıda üreticilerinin, ailelerin, kısacası toplumun her kesiminin obezite ile savaş konusunda elini taşın altına koyması şart.
Konserve balık sağlıklı mı?
Sadece konserve balıklar değil, usulüne uygun ve kaliteli üretim koşullarında hazırlanan konserve gıdaların çoğu sağlıklıdır. Bu sadece benim kanaatim değil. Pek çok uzman aynı görüşü paylaşıyor. Örnek mi? Buyurun: Dr. David Perlmutter dünyaca ünlü bir nöroloji (beyin ve sinir hastalıkları) uzmanı ve milyonlar satan “Tahıl Beyin” kitabının yazarıdır. O kitabın “sağlıklı beyin için nasıl beslenmeli?” bölümünde bakın neler yazmış: “Hangi ürünleri seçtiğinize dikkat ettiğiniz sürece konserve yiyecekler yanınızda taşıyabileceğiniz mükemmel besinlerdir. Balık konservesi de bunlardan biridir. Balık konservesi alırken ‘sürdürülebilir balıkçılık’ yöntemleriyle yakalanmış deniz balıklarını tercih edin.”
Dr. Perlmutter sadece balık değil, avokado ve domates konservelerini de seyahat çantasından eksik etmediğini de belirtiyor.
Probiyotiklerin farklı marifetleri var
Magnezyum önemli bir mineral. Sadece bedensel değil, ruhsal alanda da işlerin düzenli gitmesi için ona ihtiyacımız var.
Instagram sayfamda da anlattım: Her magnezyum takviyesi aynı işi yapmıyor. Ayrıca, depresif ruh halini biraz olsun iyileştirmek için magnezyum takviyesi kullanımın sonuçları da henüz net ve açık değil. Şimdilik sadece kısmi bir yarar sağladığını söyleyebiliriz.
Onu etkisiz bulanlar bile var. Kanaatim şu: Depresyon, özellikle majör depresyon ciddi bir ruh sağlığı sorunu. Sorunun çözümünü ruh sağlığı uzmanlarına yani psikiyatrist dostlara havale etmek daha doğru. Onlarla yapılacak işbirliği içinde hastalara omega-3 (DHA) ve/veya magnezyum takviyeleri önermek ikinci planda düşünülmesi gereken bir doğal tıp yaklaşımı.
Kırmızı etin sorunu aşırı demir yükü mü?
Kırmızı et tüketimindeki artışın özellikle kalın bağırsak (kolon) ve prostat kanseri riskinde artışla bağlantılı olduğu anlaşılıyor.
Sorumlu olarak da onun demir zengini olması gösteriliyor. Demir ciddi bir oksidasyon (paslanma) hızlandırıcı. Bu kesin!
Zaten bu nedenle de kansere yol açabilen serbest radikallerin üretimini hızlandırabilen bir mineral. Bedene yüklenen aşırı demir maalesef kolay kolay temizlenemiyor. Sık kan bağışlayanlarda kanser oranının düşük bulunması bu bilgiye kanıt olarak gösteriliyor.