Tamam, 20-30 yıl öncesinin “Kalori kaloridir, her kalori eşittir” yaklaşımı doğru değildir. Tamam, “Kilo matematiği sabittir” yaklaşımı çoktan terk edilmiştir. Tamam, çiğ havuçla pişmiş havuçtaki kalorilerin bile metabolik işlevleri farklıdır...
Tamam ama kilo meselesini sadece “Kalori gömüldü” yaklaşımı ile çözmeye çalışmak ve de mideleri çöp kutusu sayıp hamburgerler, kızarmış patatesler, gırtlağına kadar çakma fruktoz ile dolu meşrubatlarla doldurmaya kalkmak da büyük bir hatadır...
Hele hele “egzersiz meselesini” denklemin dışına çıkarmak affedilmez bir yanlıştır. Neden mi? Buyurun...
TEK SUÇLU RAKAMLAR DEĞİL
TABİİ ki değil. Beslenme-kilo sorununu sadece besinlerin kalori yüküne bağlamak büyük bir yanlış. Niye mi?
Ne yediğiniz, içtiğiniz önemli ama sizin o besinleri nasıl, ne kadar, nelerle birlikte, ne zaman, ne hızda, hangi ruhsal durumda tükettiğiniz de mühim noktalar olabiliyor.
Besinlerin tam mı, işlenmiş mi olduğu ise çok etkili bir faktördür. Örneğin bir elmadan kazanacağınız kalorilerle, o elmanın püresi veya suyundan kazanacağınız kalorilerin kilo kazanımına etkileri oldukça farklı.
Bahar detoksu nedeniyle “sağlık dükkânı”mız bu hafta kapalı. Hoşgörünüz için çoook teşekkürler...
Adına “batı tipi beslenme” de denilen fast food hızlı beslenme kültürü, düzenli kolajen kazanımımızı azalttı. Kolajen zengini iç organlardan (sakatat), kemikli etlerden eskisi kadar sık faydalanmamamız bu sorunun en önemli nedeni.
Pişirme yöntemlerimizin değişmesi, düşük ısıda uzun süre suda kaynatılan hayvansal besinlerin (etli-kemikli tencere yemekleri) yerini paket etlerin veya fast food yiyeceklerin, kızartmaların, ızgaraların ya da benzerlerinin alması bedenimize giren kolajen miktarını ciddi ölçüde sınırladı.
Kısacası tıpkı probiyotik bakteriler veya omega-3 yağ asitlerinde olduğu gibi ciddi bir “kolajen açlığı ya da kolajen eksikliği” sorunumuz var. Anneannenizin o yaşlı ama pamuksu, ipek gibi pırıl pırıl cildinin tek nedeni “güneşten iyi korunmuş olması” değildir.
Anneannenizin cildi kemikli etler ve paça çorbalarıyla kazandığı doğal kolajen nedeniyle de kırışıksız, canlı ve nemlidir.
Kahve karaciğeri korur mu?
“Kahve tüketimi”ni abartanlarda akciğer kanseri riskinin artabileceğini gösteren bir araştırmanın sonuçlarını geçen hafta yazdık. O araştırmada günde 2 fincandan fazla kahve tüketenlerde akciğer kanserine yakalanma riskinin -sigara içmeseler bile- yüzde 30’dan fazla artabileceğini düşündüren rakamlar vardı.
“Peki bu bilgi kesin mi” diye soran okurumuza yanıtım şu: Kesin değil! Bu bilginin farklı merkezlerde, farklı coğrafyalara, daha büyük gruplarla yapılan araştırmalarla da desteklenmesi lazım.
Farklı fikirler ileri sürülse de günlük pratikte gördüğümüz sonuç net ve açık olarak şudur:
Antidepresan kullananlar...
- Daha kolay kilo alıyor
- Daha zor kilo verebiliyor
Kilo sorununuz varsa bu bilgiyi mutlaka dikkate alın. Ama alttaki notu da mutlaka gündeminizde tutun.
ÖNEMLİ NOT: Bu bilgileri okuduktan sonra lütfen psikiyatri uzmanınızın reçetelediği antidepresan hapı onun bilgisi olmadan bırakmayın. Sadece “kilo sorunu” yapabileceğini öğrenip beslenmenizi ve aktivitenizi yeniden ayarlayın.
7 ÖNEMLi OMEGA 3 TAVSiYESi
Tamam, kemikler kalsiyumsuz yapamıyor. Tamam, kalsiyum kemiklerin ana destek dokusunun vazgeçilmez minerali. Ama sadece kalsiyum almakla o iş bitmiyor, çözülmüyor.
En az onun kadar mühim 4 şey daha var: D vitamini, K2 vitamini, magnezyum, stronsiyum... Bunları da kazanmak, bedene kazandırmak şart!
Selenyumun yıldızı parlıyor
İddia ediyoruz: Selenyum eksikliği meselesi de en az kalsiyum, magnezyum, çinko eksikliği kadar mühim bir konudur. Selenyum antioksidan minerallerin şampiyonu, bilinen en güçlü glutatyon dostudur. Kısacası mineral denince “kalsiyum”u hatırlayan eski akıldan, şimdilerde “Yahu bu magnezyum da mühimmiş!” aklına terfi ettik. İyi oldu.
Çok şey kazandık. Kramplardan, sırt, bel, bacak ağrılarından kurtulmanın bir yolunun da daha çok magnezyum kazanmaktan geçtiğini bir hayli gecikerek de olsa fark ettik.
Çinkonun da önemli bir bağışıklık desteği olduğunu nihayet öğrendik. Ama nedense inat ve ısrarla selenyumun, hele hele selenometiyonin eksikliğimizin hâlâ farkında değiliz.
Oysa onun da bizim bildiklerimizden çok daha fazla marifet var.
Omega-3’ler bize ne sağlıyor?
Yaşı, mesleği, ekonomik gücü ne olursa olsun hemen her ülkede beyaz un ve şekerden hoşlanmayanların sayısı çok az.
Kısacası fırın, pastane ürünü beyaz un bombalarını ve vıcık vıcık şeker kaynayan tatlıları hepimiz çok seviyoruz. Ne var ki ardı ardına yayınlanan bilimsel bulgular her iki besinin de sağlığımız için son derece ciddi tehditler oluşturduğunu gösteriyor.
Bu nedenle “şeker mi, un mu daha zararlı?” sorusuna yanıt aramaktan vazgeçip ikisinden de uzak durmamızda fayda var.
Dahası bu işe çocukluk çağlarında başlamak, ölene kadar da sürdürmek zorundayız. Peki süreci bugünden başlatırsak, ikisinden birden değil de önce birinden vazgeçmeye karar verirsek önceliği hangisine verelim?
Hangisi daha zararlı? Ekmek mi, şeker mi? Soru güzel ama yanıt pek iç açıcı değil. Toz şekerin de, beyaz ekmeğin de kan şekerini yükseltme ve insülin patlamalarına yol açma potansiyelleri, yani bilimsel adıyla glisemik indeksleri aşağı yukarı aynı.
Tavsiyem şu: Ekmek mi, şeker mi sorusuna yanıt aramak yerine bu ikiliyi mümkün olduğu kadar az yiyip içmenin bir yolunu bulmaya çalışın. Bunlardan gelen zararları azaltmak istiyorsanız da “her gün düzenli yürüyüş yapma” yani “egzersiz alışkanlığı” kuralını devreden asla çıkarmayın.
Daha güçlü dizler için egzersiz tavsiyeleri
- Sırtınızı duvara verip ayakta durun.
İşte o ayrıntılardan bazılarını Apple’ın kurucusu müthiş insan Steve Jobs fark edip not düşmüş. O notların kısa özetlerini de birkaç gün evvel sevgili Mehmet Soysal, Hürriyet’te bir güzel özetlemiş. Başlıktaki sorunun yanıtı, The Plaza New York veya Four Season, George 5 Paris’in kral daireleri değil. “En pahalı yatak nerede” sorusuna yanıtı şaşırtıcı Steve Jobs’ın: En pahalı yatak hasta yatağı!
Ünlü CEO’nun “hayat”a ilişkin notunu da bir kenara yazın lütfen: “Kaybolduğu zaman asla ama asla bulunamayacak tek şey vardır, o da hayattır.” Peki, “Bir insanın ameliyathaneye girdiğinde o ana kadar okumayı bitirmiş olması gereken kitap hangisi?”. Steve Jobs’ın bu soruya verdiği yanıt sadece iki sözcükten ibaret:
‘Sağlıklı Hayat’ kitabı...
O kitabı fena ıskalamışım...
İYİ HAYAT İÇİN 4 ADIM
-
B12 seviyelerinin doğru rakamları üzerinde ciddi bir bilgi kirliliği var. Ölçümleri yapan laboratuvarlar alt sınır olarak 200 pg/ml değerini kabul ediyorlar.
Bu değerleri dikkate alan hekimler de B12 rakamları 200-300 civarında olanlara “B12 takviyesi kullanmanız gerekmez” önerisinde bulunuyorlar.
Peki doğrusu ne? “Optimal” yani “güvenli” alt sınır 500 olmalı. B12’nin mitokondrilerde ve hücre sinyalizasyon sistemlerinde yapması gereken işi yapabilmeleri, “metilasyon” gibi çok ama çok önemli bir görevi hakkıyla başarabilmeleri, bedenin hiçbir hücresinin B12 eksikliği sorunu yaşamaması için, B12 seviyeleri 500-700 pg/ml aralığında tutulmalı.
700-800 rakamları tercih edilmelidir. Bu değerler özellikle homosistein yükselmesine engel olarak metilasyon döngüsünün doğru dürüst çalışabilmesine destek olmak için de vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Hedefiniz B12’nizi 700’den, homosisteininizi 10’dan düşük tutmak olsun.
Magnezyum nelerde var?
◊ Kuruyemişlerin hepsi magnezyumdan zengin besinler. İlk sırayı ceviz alıyor. Kabak çekirdeği, ayçiçeği çekirdeği de magnezyumdan zengin.