Atıştırmak kısaca “kilo alımına ve obeziteye sebep olabilecek zararlı yiyeceklere karşı kontrolsüz bir eğilim içinde olma” durumu olarak tanımlansa da bu iş günlük beslenmenin ayrılmaz bir parçası.
Atıştırmalıklar dikkat edilmezse tehlikeli bir sürecin (yani obeziteye giden yolculuğun) ilk adımı olabiliyor.
Konunun bir diğer boyutu da şu:
Eğer açlığınızı gidermek için değil de “damaklar çatlasın, mideler bayram yapsın” yaklaşımıyla keyif için atıştırıyorsanız bu kötü bir şey.
Kötü, çünkü o atıştırmalıkların çoğu maalesef yüksek kalorili ve içi vıcık vıcık zararlı madde (şeker, nişasta, un, trans yağ) yüklü.
Konunun bir de “insani” boyutu var:
Yorucu çalışma temponuza ara verip dinlenmek, konsantrasyonunuzu yükseltip enerji yüklenmek ya da dost sohbetlerini daha keyifli hale getirebilmek için sağlıklı şeyler atıştırıyor, bunu yaparken de doğru atıştırmalıkları seçiyorsanız “atıştırmak” kabul edilebilir bir beslenme davranışı.
Sağlıklı bir kalp, her koşulda kendisinin ve diğer dokuların kan ihtiyacını karşılayabilen müthiş bir makine gibidir.
O kalbi besleyen koroner damarlardan geçen kanın miktarı ise gereken ihtiyaca bağlıdır.
Beden, egzersiz esnasında daha fazla oksijene ihtiyaç duyduğu için koroner arterler genişleyerek ihtiyaç duyulan oksijeni ve besin maddelerini kalp kasına ulaştırır.
Bu değişim koştuğunuzda, korkup heyecanlandığınızda ya da strese girdiğinizde anında devreye girer.
Ne var ki yaşlanma ya da başka nedenlerle oluşan koroner arter aterosklerozu nedeniyle damarlar sertleşip daralabilir, bazen damarların içi plak adı verilen sert pıhtılarla dolabilir ya da bu plaklardan kopan parçalar daha ilerideki bir damarı “pat” diye tıkayabilir. Tüm bunlar, koroner arterlerin kalp kasına ihtiyaç duyduğu oksijeni verme yeteneğini azaltır.
Bu durum “koroner arter hastalığı” olarak tanımlanır.
Kalp krizi dediğimiz durum (miyokard enfarktüsü) da bu olumsuz gelişmenin muhtemel ve en kötü sonuçlarındandır.
Önlenebilir mi?
Magnezyumun 300’den fazla biyokimyasal süreçte yer aldığını ve sayısız enzimin aktivasyonu için vazgeçilmez olduğunu bilirseniz, yetersizliğinin başınıza ne gibi işler açabileceğini daha iyi anlarsınız.
Magnezyum eksikliğinin farklı işaretleri var. Onları bir başka kutuda özetledim.
Eksikliği belirlemede de kan tahlilleri maalesef yüzde yüz yeterli değil.
Beden, kendisi eksiklik içinde kıvranırken başka doku ve yapılardan temin ettiği magnezyumla kan seviyelerini korumaya çalışıyor.
Netice şu: Magnezyum eksikliği mühim bir konu, eksiği yerine koymak önemli bir görev.
Zaten biraz da bu nedenle magnezyum takviyeleri son yılların en fazla kullanılan besin desteklerinden biri haline geldi.
Peki sorun ne?
Haftada bir sinema iznimiz vardı ve o gün biraz heyecan, biraz sevinç derken içimiz içimize sığmaz, kalbimiz küt küt atardı. O güzel günlerde beyazperdenin önemli jönlerinden biri de “masum rollerin değişmez yıldızı Süleyman Turan”dı. O güzel insanı, kalbi de yüzü kadar temiz adamı geçtiğimiz günlerde bir “kalp krizi” neticesi kaybettik. Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın. Eski notlarımdan hazırladığım şu bilgileri dikkatli okuyunuz.
İŞARETLERİ NELER?
1- Göğsün ortasında 5, özellikle 10 dakikadan uzun süren rahatsızlık verici ve çoğu zaman bulantı, baş dönmesi, baygınlık hissi, terlemenin de eşlik ettiği bir ağrı, baskı, doluluk ya da sıkıştırma hissinin başlaması.
2- Bu ağrıya hava açlığı, nefes darlığı, göz kararması gibi işaretlerin eklenmesi.
3- Ağrının omuzlara, çeneye, boyna ya da kollara -özellikle sol kola- yayılması.
4- Ağrıya geğirme, solukluk hali, yoğun terleme ve ölüm korkusu gibi işaretlerin eşlik etmesi.
5-
Aktivitesiz bir hayatı ısrarla sürdürerek eklemlerimizi ya hırpalıyor ya da paslandırıyoruz. Oysa daha kaliteli ve bol eklem sıvısı, daha kaygan eklem yüzleri ve daha elastik kıkırdak yapılanması için eklemlerin hareket etmesi lazım.
Bazılarımız bu yanlışı fark edip egzersiz yapmaya başlasa bile onların da çoğunluğu yürüme gibi doğal bir aktivitenin yerine eklemlere ciddi yükler bindiren koşmayı yeğleyerek (ya da yapılmaması gereken hareketlere zorlayarak) eklemlerini tahrip ediyor.
Ben koşmanın eklem yüzlerinde zorlanma ve travmalara yol açabilmesi nedeniyle özellikle kilo sorunu olanlarda ciddi sıkıntılar oluşturabileceğini düşünüyorum. Ayrıca 40’ından sonra egzersize başlayan herkesin, yola çıkmadan önce mutlaka ama mutlaka deneyimli bir egzersiz uzmanından yardım istemesi gerektiğine inanıyorum.
Gelelim eklem düşmanı diğer yanlışlarımız ve yapacaklarımıza...
GAG FAKİRİ OLDUK
Glikozaminoglikan (GAG) denilen maddelerin (kolajen, hyaluron) doğal kaynakları, kemikli hayvan etleridir. Bunları kazanabilmek için de tavuğu, hindiyi, kırmızı eti, balığı bol suyla kısık ateşte, sulu tencere yemeği veya buğulama şeklinde pişirmek, sonra da onu suyu ile birlikte afiyetle yemek zorundayız.
Yemeği suda uzun pişirerek, içlerindeki GAG’ların yemeğin suyuna geçmesine müsaade etmemiz gerekiyor. Ne var ki biz artık tavuğun, etin kemiğini, balığın kılçığını görmüyor, tavuğun göğsünü, etin sırtını, balığın kılçıksızını yiyoruz. Tencere yemeklerini çoktan terk etmiş durumdayız.
Krizler kilo yönetimini güçleştirir. Yorgunluk nöbetlerini davet eder.
Tatlı krizleri kilo kazanımı yanında, az ya da çok mutlaka bir yorgunluk atağı ile biter. Ayrıca o krizler depresyon, stres gibi olumsuz duyguları da ön plana çıkarabilir.
Aynı krizler, uyku bölünmelerine, öfke ataklarına, ödem ve şişkinliğe sebep olabilir. Önlemek için öğün atlamayın. Un, şeker ve nişastadan uzaklaşın. Diğer ayrıntılar mı? Buyurun...
İnsülini patlatmayın
1- İşlenmiş karbonhidrat dolu hazır, paketlenmiş atıştırmalıklardan uzak kalın, cipslere, gofretlere dokunmayın.
2- Sadece şeker eklenmiş konsantre meyve sularına değil, gazlı, köpüklü, asidik içeceklerin tamamına mesafeli durun.
3- İhtiyaç olmadıkça ara öğün yemeyin. Yediğinizde de protein ağırlıklı olanları (yoğurt, ayran, peynir) tercih edin.
SUSUZLUK HiSSiNi BEKLEMEYiN!
Çocuklar susuzluk hislerini ifade etmekte zorlandıkları, yaşlılar ve hastalar da susuzluklarının farkına varamadıkları için, su ihtiyacını karşılarken süreci susuzluk duygusu ile yönetmek doğru olmayabiliyor.
Temiz ve güvenli su içmek de mühim bir ayrıntı, dikkat edin. Plastik değil cam şişelerde satılan suları tercih edin. Pahalı geliyorsa yanınızda mataranızı taşıyın. Plastik doğanın en büyük tehdididir. Bu tehdide aracılık etmeyin.
YEMEKTE SU İÇMEYİN!
Su içme işini yemekle iç içe sürdürmek doğru değil. Yemek sırasında su içmemekte fayda var. Nedeni şu: Yemek yerken içtiğiniz su her şeyden önce midede doygunluk ve dolgunluk hissi yaratacaktır. Bu da beslenme ritminizi aksatır. Ayrıca midenin gıdaları sindirme süreçlerini bozabileceği için yemek yerken, hatta hemen öncesi ve sonrasında su içmemenizde fayda var.
Bunun tam tersini savunanlar, yemekte su içmeyi faydalı bulanlar da var. Haklı olabilirler. Onlara göre yemekle içilen su sindirimi kolaylaştırır, midenin boşalmasını hızlandırır. Bence herkes kendi ritmi ve zamanlamasını bedenini dinleyerek oluşturmalıdır.
ILIK SUYU TERCİH EDİN
Suyu çok soğuk veya sıcak değil ılık için. Ayakta değil, oturarak içmeyi tercih edin. Yavaş ve sakin için. Suyun ağzınızda bir süre kalmasına izin verin. Bu sonuncusu tükürük üretiminizi artıracak, hazım gücünüze katkı sağlayacak, ağız ve diş sağlığınızı da güçlendirecektir.
Glutatyon sahip olduğumuz muazzam bir güç. Pek çok marifeti var.
Her şeyden evvel bağışıklığımızı güçlendirdiği kesin. Bunu akyuvarlarda antikor üretimini artırarak başarıyor.
Ayrıca akyuvarlara enerji yüklediği, onların gücünü kuvvetini yani kişisel savaşma yeteneklerini artırabileceği de iyi biliniyor.
Glutatyonun anti kanser bir mucize olduğu da kesin. Bunu bağışıklık sistemine sağladığı destekle beceriyor ama “kemoprotektif” yani “toksinlere” ve “kanserojenlere” karşı koruyucu bir özelliğinin olması da muhtemel.
Mesela fareleri kanserojen aflatoksinin etkilerinden koruyabildiği açık ve net olarak gösterilmiş.
Diğer taraftan karaciğerin detoks fonksiyonlarına da olağanüstü yardımları var.
Özellikle ağır metaller gibi toksinlerden arınmayı kolaylaştırıyor.