Duruyor çünkü bunlar yapılarını inanılmaz hızla değiştirebilen, geliştirilen ilaç ve aşılara çabucak direnç oluşturan acayip mikro canlılar. Gerçi elimizde birkaç “antiviral” ilaç var ama fiyatları çok yüksek ve yan etkileri çok fazla olduğu için zorunlu olmadıkça kullanılamıyor.
Neticede de çare yine “doğal tıbba” ve yatak istirahatine kalıyor. Pek çok sağlık sorununda olduğu gibi çözümü burada da geleneksel tavsiyelerde aramak gerekiyor. Tedavinin özeti şu...
◊ İSTİRAHAT EDİLECEK: Lütfen hafife almayın. İstirahat hızla iyileşebilmeniz için çok ama çok önemli bir nokta. İstirahat etmezseniz vücudunuz bedeninizi işgal eden virüslerle mücadele edecek gücü kuvveti bulamaz. Mutlaka dinlenin. Mutlaka iyi uyuyun. İyi uyuyun ki bağışıklık sisteminiz derlenip toparlansın.
◊ BESLENMEYE ÖZEN GÖSTERİLECEK: Bol sıvı almak, C vitamininden zengin meyve ve sebzelere (portakal, mandalina, greyfurt) ağırlık vermek, protein gücü yüksek besinleri (yoğurt, yumurta, et, balık) daha çok öne çıkarmak, basit ama mühim ayrıntılar.
Tavuk suyu çorbası ise bugün de en favori “nezle ve grip besini” olmaya devam ediyor. İçine bolca havuç, bezelye veya mercimek taneleri, birkaç parça zencefil ilave edin. Bol soğan, hatta sarımsak eklemeyi, karabiber, kırmızıbiber gibi baharatlar ve limon suyuyla zenginleştirmeyi de ihmal etmeyin.
Eğer bu çorbayı sevmediyseniz size alternatif olarak “lahana-kereviz çorbasını” öneririm.
◊ BURUN, BOĞAZ VE AĞIZ TEMİZLİĞİ İHMAL EDİLMEYECEK:
Kimlerin gribe yakalanma riski daha fazla?
Kanser kemoterapisi görenler, organ nakli nedeniyle bağışıklığı baskılayıcı ilaç kullananlar, ilaca düşkün yaşlı insanlar, akciğer, karaciğer, kalp ve/veya böbrek yetmezliği olanlar, şeker ayarı bozuk diyabetliler hem nezle veya gribe yakalanma bakımından hem de bu hastalıkları daha ağır ve uzun süreli geçirme riski yönünden ciddi dezavantajı olan kişiler.
Bu kişilerin korunurken de, tedavi söz konusu olduğunda da daha dikkatli olmaları şart. Aynı kişilerin daha en baştan grip aşısı yaptırmaları da uygun olur.
C vitamini desteği alın
Nezle-grip desteği denince aklımıza anında
C vitamini takviyeleri geliyor. Günde 1-2 gram kadar
C vitamini
“Glüten hassasiyeti ne kadar önemli?” sorusunun yanıtı, henüz net ve açık olarak bilinmiyor.
Ne var ki “glütene duyarlılık” diyebileceğimiz bir sağlık sorununun olduğu da kesin. Teşhis için kullanılan testlerin güvenliği konusundaki bilgiler tartışmalı olsa da sorunu yaşayanların ciddi rahatsızlıklarla baş başa kaldıkları tartışma götürmez.
Bu nedenle size bugün “glütene hassas” kişilerde oluşabilecekleri yeniden hatırlatmak istedik. Yandaki 8 işaretten 3 veya daha fazlası sizde de varsa glüten zengini tahıl içerikli besinlerden (ekmek, bulgur, erişte, makarna, pastane ve fırın ürünü atıştırmalıklar...) bir süre (en az 3 ay) uzak durmanızda fayda var. Peki, nedir o 8 işaret diyorsanız, buyurun...
VARAN 1
Şişkinlik ve gaz can sıkıyor
Şişkinlik yemek yedikten sonra göbeğimizin aşırı şişmesi veya gazla dolması şeklinde hissedilen, bazen pek rahatsız edici olan bir durum.
Çok yaygın bir sorun olsa da glütenin de sorumlu olabileceği hatırlanmalı. Zira, glütene duyarlı kişilerin en yaygın şikayetlerinden biridir ve çölyak dışı glüten duyarlılığı olanların yüzde 87’sinde şişkinlik vardır.
VARAN 2
Güçlü bir probiyotik takviyesinin bağışıklık sistemi için önemini tartışmak bile mümkün değil.
Etkili probiyotik takviyelerinin soğuk algınlığına yakalanma olasılığını ciddi ölçüde azaltabileceğini gösteren bilimsel kanıtların sayısı oldukça fazla.
Probiyotik takviyelerle koruma altına alınan bireylerin nezleye yakalanma ihtimalleri daha düşük bir olasılık.
Takviye alanlarda, almayanlara oranla hastalık daha hafif seyrediyor ve daha kısa sürüyor.
Özetle “Etkili Probiyotik Desteği” ile kışı daha sağlıklı ve sağlam geçirmek mümkün.
Ben kış boyu “çiğneme tableti” şeklinde probiyotik kullanırım. Ekim-mart arasında bu alışkanlığımı ısrarla sürdürürüm.
Bir diğer iyi haber de şu:
Araştırmada işlenmiş kırmızı etlerin, yani salam-sosis ve benzerlerinin de zararsız olabileceği notunu gören kırmızı et üretici ve tüketicileri haberi okuyunca çok memnun oldular. Doğal olarak da herkesin aklına “Yumurta ve tereyağından sonra kırmızı et de mi aklandı?” sorusu geldi. Peki gerçek ne? Sadece bu rapora dayanarak her gün ve bol bol kırmızı et yemeye, salama, sosise yüklenmeye devam mı edeceğiz? Ben fikrimi hemen söyleyeyim: Acele etmeyin! Tedbiri elden bırakıp hataya düşmeyin! Kırmızı etin aklandığını söylemek için henüz çok erken.
AÇIKLANAN RAPOR NEDEN YETMİYOR
McMaster Üniversitesi’nin yayınladığı raporun kırmızı eti aklamaya yetmeyeceğini düşünmemin ilk nedeni şu: Veriler, yeni ve detaylı bir araştırmaya dayanmıyor. Daha evvel yapılmış çok sayıda çalışmanın yeniden gözden geçirildiği bir incelemeden ibaret. Sizin yerinizde olsam kırmızı et, salam veya sosise abanmadan önce 2012 yılında yayınlanan ünlü “Harvard araştırmasına” itibar ederek tedbirli olmaya devam ederdim. Peki, Harvard çalışması ne diyordu?
HARVARD 7 YIL ÖNCE TAM TERSİNİ SÖYLEDİ
Harvard Üniversitesi uzun yıllara dayalı iki ayrı ve büyük çalışma yürütüyor. “hemşireler sağlık araştırması” olarak bilinen sağlık çalışmasında 1966’dan bu yana yaklaşık yüz yirmi bin kadının beslenme alışkanlıklarını izliyor. “Sağlık uzmanları takip çalışması”ndaki ikinci araştırmada ise elli bin erkeği takip ediyor. Harvard Üniversitesindeki uzmanlar, elde ettikleri sonuçları 2012 yılında uzun ve mükemmel bir raporla açıkladı. Netice şu: Hem işlenmemiş hem de işlenmiş kırmızı et tüketimindeki artış, kanser ve kalp hastalıklarından ölme riskinde artış ve yaşam süresinde azalmayla doğrudan ilişkili. Üstelik bu sonuçlara yaş, kilo durumu, beslenme alışkanlığı, aile hikâyesi, sigara, alkol kullanımı, günlük toplam kalori kazanımı, beslenmedeki diğer seçimler dikkate alınarak elde edilen neticeler.
YANLIŞ PİŞMİŞ ET TOKSİN ÜRETİYOR
Kırmızı etin farklı kronik sağlık sorununa yol açmasının önemli bir nedeni de pişirme esnasında bazı oluşan toksik maddeler. Bunlara “yaşlanma toksinleri” (gerontotoksinler ya da AGE’ler) adı da veriliyor. Bu toksinler, yağ ve protein bakımından zengin gıdalar yüksek sıcaklıklara maruz kaldığında ortaya çıkıyor. Özellikle yağda kızartılmış veya ızgarada pişirilmiş (işlenmiş ve işlenmemiş) kırmızı et ürünlerinin bu konuda çok kötü bir şöhretleri var. Yaşlanma toksinlerinin yaşlanma sürecini hızlandırdığı, iltihabi ve paslandırıcı süreçleri tetiklediği, sadece kansere, kalp hastalıklarına, diyabete değil, bellek sorunlarına da yol açabildiğini düşündüren açık ve net bilimsel kanıtlara sahibiz. Kısacası, kırmızı et sadece pişme sürecinde oluşan ve dumana karışan kanserojen maddeler (polisiklik aromatik hidrokarbonlar) nedeniyle değil, yaşlanmayı hızlandıran gerontotoksinlerden dolayı da “kararında” tüketilmesi gereken bir besin. Aklınızda olsun: Kırmızı et tüketimi arttıkça kalın bağırsak, meme ve prostat kanserlerine yakalanma olasılığınız da artıyor. İşlenmiş veya işlenmemiş kızartılmış kırmızı et ürünlerinin belleği ciddi oranda bozabileceğinden de kuşku duyuluyor.
Konsantrasyon güçlendiren 5 tavsiye
ÖNERİ 1
Daha çok DHA kazanın: DHA bir tür omega-3. Beynin temel maddelerinden biri. Beyin hücrelerinin sinyalizasyon sistemlerinin güçlü olabilmesi ve birbirleriyle daha kolay mesajlaşabilmeleri için vazgeçilmez bir molekül. Biliyorsunuz beynin yüzde 60’ını yağlar oluşturuyor. Bu yağların da yüzde 20’si DHA. Daha çok DHA kazanmanın yolu DHA’dan zengin omega-3’lere öncelik vermekle ilgili bir durum. Havyar yağından ve krill canlısından elde edilen omega-3’lerde DHA içeriği balık yağından elde edilenlere oranla daha fazla. Ayrıca havyardan ve krill’den elde edilen omega-3’lerin yapısının fosfolipidlerden zengin olması da mühim bir avantaj. Fosfolipid, yapısındaki DHA’ların beyne daha kolay ulaştığı ve biyolojik yararlanımlarının daha yüksek olduğu pek çok araştırmada gösterildi.
ÖNERİ 2
Egzersiz yapın: 3-5 dakikalık kısa egzersizler bile beyne ilaç gibi geliyor. Odaklanmayı ve öğrenmeyi anında kolaylaştırıyor. Dikkat dağınıklığından kurtulmak isteyenlere ilk tavsiyemiz “Her gün egzersiz yapmalısınız!” oluyor.
ÖNERİ 3
Mola verin: Zaman zaman çalışmayı bırakın ve sadece 2-3 dakika dinlenin. Gözünüzü kapayıp tatilde olduğunuzu düşleyin. Aklınızdan güzel şeyler geçirin. İyi ve umutlu, mutlu hayallere dalmayı deneyin. Burada da 2-3 dakika bile yetiyor.
ÖNERİ 4
Bizim klinikte de durum aynı. “Yorgun musunuz?” sorusunu yönelttiğim her iki kişiden en az biri tereddütsüz “Evet!” diyor. Kimi depresyon, anemi, uyku sorunu, hipoglisemi, tiroit tembelliği, kimi de obezite problemi, fibromiyalji meselesi, tansiyon düşmesi gibi nedenlerle yorgun düşmüş. Peki, hepsinin işine yarayabilecek basit, doğal, ucuz çözümler var mı? Kuşkusuz ki var! Hem de pek pahalı olmayan çözümler bunlar. İlk 5’ini yeniden hatırlamaya hazırsanız, buyurun...
Yorgunluk takviyeleri
Magnezyum, kas dostu:
Yorgunluk söz konusu olduğunda her nedense kalsiyuma göre ikinci planda tutulsa da önemli bir mineraldir ve eksikliği kendinizi bitkin, halsiz hissetmenize neden olur. Yorgunluk desteği olarak günde 300 miligram magnezyum takviyesi almayı düşünebilirsiniz. Magnezyum, sitrat, glisinat ve taurat tuzlarını tercih edin. Seçimi ise siz değil doktorunuz yapsın.
B12, beynin sütü
B grubundan bu önemli vitaminin eksikliği de tıpkı demir eksikliği gibi kansızlığa ve dolayısıyla yorgunluğa yol açabiliyor. Kanda B12 değerini ölçtürün ve bu değerin 500’ün altında olmamasına dikkat edin. Laboratuvarlarda normal olarak nitelendirilen B12 değeri 300 civarıdır, buna güvenmeyin. Özellikle, 40 yaşından sonra bu değerin 500’ün altına düşmemesi gerektiğini unutmayın!
Metilkobalamin içeren B12 vitamini ürünlerini tercih edin.
Ginseng, can simidi
Peki kimdir, nedir, neyin nesidir bu homosistein? Kısa özeti şu: Homosistein metionin aminoasidinden enzimatik değişiklikle oluşan bir ara madde. Oluşumunu takiben ya yeniden metionine geri dönüşmesi ya da glutatyonun aracılığıyla metabolizmada kullanılması gerekir.
Homosisteinin metionine dönüşebilmesi için folik asit ve B12 vitaminine ihtiyaç var. Glutatyon aracılığıyla kullanılabilmesi için ise B6 vitamini gerekli.
Bir kişide homosistein fazlalığı söz konusu olursa akla önce bu üç B vitamininin eksikliğinin gelmesi de zaten bu temel bilgilerden kaynaklanıyor.
Homosisteini kontrol altında tutabilmek için de her gün düzenli olarak besinlerle B6, B12 ve folik asit (B9 vitamini) kazanmamız gerekiyor. Peki bu işin doğal bir çözümü yok mu? Var! Peki nerede? Mutfakta! Nasıl mı? Buyurun...
YUMURTALI ISPANAK SALATASI NE YAPIYOR?
Yaş 40’ı geçince homosisteini dikkatle izlemek, 10’dan hele hele 12’den yüksek değerlerde B12, folik asit ve B6 vitamini değerlerini de gözden geçirmek lazım.