Ya aplikler var, ya kütüphane, ya da resim asılı. Bulacağım ama bir yer muhakkak.
Olmadı oğlumun odasında yatağının oraya asarım.
“Çok önemli mutlaka asman lazım” dedi babam: Dünyada küçücük olduğunu hatırlaman lazım.
Küçükken de hep duvarıma insanın kendini dev gibi hissetmesine yardımcı olan posterler, kartpostallar asardı.
Ortaköyden ikinci el Nietzsche de aldı, “İçindeki devi uyandır”ı da aldı, “Laurel ve Hardy” de aldı.
Belki okumayı sevdiğimi bildiğinden, bana hep kitaplar taşıdı babam. Peki şimdi neden bu dünya atlasında ısrar ediyor?
Söyleyeyim.
Size tuhaf gelecek ama hayata bize yol gösteren ve elbet bir şekilde tanışacağımız gizli meleklerimizle geldiğimize inanıyorum.
Hepsi, hayatın önemli yol ayrımlarında, iniş ve çıkışlarında, dört yol ağızlarında bizi bekleyip, kulağımıza duymamız gereken şeyi fısıldıyor.
Bazen duyup dinlemeyebiliriz, bazen dinleyip şükran duyabiliriz, o bize kalmış.
Fısıldaması onlardan. Dinleyip dinlememesi bizden.
Annelik benim için büyük ve keskin bir yol ayrımıydı.
İlk günlerinde, bebeğimi emzirmeyi bile tek başıma beceremezken büyük panikler yaşamış, hastaneleri arayıp hemşire göndermeleri için yalvarmıştım.
Bu kadar minik bir canlıyı hangi akılla bana teslim etmişti hayat?
Çatıya vurma sesini en çok severim.
Yaprağa çarptığı sesi de çok severim.
Yağmur dünyanın banyo saati gibi. Sonrasında ferahlarsın.
Başını bir yastığa koysan uyursun.
Tülü de çeker gökyüzündeki.
Rengini değiştirir hayatın. Şu an yağmur güzel ama salı günü yağmasını istemiyorum.
Dilerim salı günü yağmaz.
Doğum günlerimiz, ormanda yürürken işaretli ağaçlar gibi, yolun bir bölümünü daha tamamladığımızı hatırlatıyor ister istemez.
Başını çevirip bir bakıyorsun geçmiş senene. Bazen daha da geriye, çok geriye...
Ta çocukluğa kadar. Ben de bir iki gündür, aynadaki yüzümle konuşurken buluyorum kendimi.
En başta hepimiz, kendimizi kutlamalıyız.
Hayatta kalmak bile büyük başarı bu yolculukta.
Sağlıklı olmak, sevdiklerinle olmak, bir şeyler yapmış olmak muhteşem bir başarı.
Madalyalar hak eden durumlar bunlar.
Yeterince söylemiyoruz. Hatırlamıyoruz. Kendimizi neredeyse hiç, bunlardan dolayı kutlamıyoruz.
Ne gitarıma dokunmuşum, ne tek bi satır yazmışım ne de (bari) biraz kitap okumuşum.
Bakmışım, koklamışım, dinlemişim, tatmışım, iki cümle etmişim, erkenden uyumuşum.
Eskiden böyle günler benim için vicdan azabıyla dolu olurdu.
Kendimi dünyada, elimde bir kalemle (yaz Nil) ve içimde şarkılarla (çal Nil) bulduğumdan beri, yazmadığım ve çalmadığım günlerde, koca bir ziyafeti çöpe atar gibi hissediyordum. (Ziyafet lafın gelişi, yoksa onlar başkalarına yavan gelebilir elbet).
Bir dikiş makinesi düşünün, kimsenin bir şey dikmediği ya da bir tren gibi, istasyondan hiç ayrılmayan.
Öyle bir his otururdu içime. Görevimi yerine getirmeyen bir kaçak gibi hissederdim çoğu zaman.
Sonra, şarkılarını ve sesini çok sevdiğim Erykah Badu’nun bir röportajında şöyle dediğini duydum: Çalışmadığım zamanlarda, çalışmıyor değilim, o zamanlarda ‘indiriyorum’. (downloading dedi.)
Şu an evlerimizde misafir ettiğimiz ve bize ait olmadıklarını bir türlü kabul edemediğimiz çocuklarımız, şu an anavatanlarını yaşıyor.
Hayata aitler. Dünyadaki canlılığa aitler.
Sadece iki yüz bin yıldır bu gezegende yaşayan insanlığa aitler.
Yalnız bugün, çocukluk anavatanı tehdit eden şeyler var. Dünyanın havasındaki değişim. “Ne varmış canım, dünya bir ısınır bir soğur, bazı yıl sıcak geçiverir” dönemlerini geçtik.
Yangınla, sellerle, fırtınalarla boğuşuyoruz. Susuzluk kapıda. Dünya ısınıyor.
Devletlerin, şirketlerin, bizlerin havaya saldığımız karbondioksit gazı dünyayı boğuyor.
Öksürmeye tıksırmaya, ateşlenmeye, canlılığını yitirmeye başladı dünya.
Herkes şu andaki gibi davranmaya devam ederse de pek yakında, ne elma kalacak, ne de su.
İlk buluşma, zoom’da, 23 Eylül’deydi. İkincisi 30 Eylül, diğerleri de 7-14 Ekim’de olacak.
İlk buluşmanın sonunda, ben de yarım saat, bir anne olarak çocuğuma bu konuyu nasıl anlatabileceğimi ve neler yapabileceğimizi konuştum.
İnsanlık olarak dünyayı bozduk ve şimdi yine insanlık olarak düzelteceğiz.
Bunu çocuklarımız, büyüdüklerinde nefes alabilsinler, su bulabilsinler, bir şeyler yiyebilsinler diye yapacağız.
Durum ciddi ve ne yazık ki acil bir çözüm gerektiriyor.
‘Nasıl kuracağım ki kafamdaki düşüncelere istasyon?’ diye sorarsın. (İlla ki herkes bir ara bu soruyu sorar.)
Cevabına meditasyon derler, mindfullness derler, farkındalık derler, derin nefes al ver kuruluyor derler. Doğrudur da.
Şöyle bir dikkat verdiğinde trenlere, kendilerine gelirler. Mola veren olur.
‘Ben artık eskidim hurdaya gideyim’ diyen olur.
‘Yahu ben nereye gidiyorum, sürekli aynı dairede dönüp duruyorum’ diyen olur.
‘Ben biraz yoruldum bir istasyonda dumanlar çıkararak durmak ve hararetimi atmak istiyorum’ diyen olur.
Bu trenler sen bakmazken çuf çuflar ve seni oradan oraya götürür ama sen baktığında, hizaya girerler.
İstasyon kurmazsan, soluklanmadan düşünüp durman gerekir. Sonra kafan yanar.