Benim içimde de var bir çocuk. Ben büyüdükçe küçüldü.
Sonra ben onunla sohbete başladım.
Dediklerini yapmaya başladım.
Arkadaş buldum ona.
İçinde capcanlı çocuklar taşıyan insanlara rastladım. Yanlarında hep uzun uzun kalmak istedim onların.
Maceraya vardır onlar. Kendileriyle ilgili şakaları kaldırırlar. Yetişkinlere saçma gelen şeyleri kolaylıkla kabul ederler.
Hele bir de sanatçılarsa, hemen anlarım onları.
Silvio Rodriguez gibi, “Dün mavi unicorn’umu kaybettim, bulana on binler, hatta milyonlar veririm” diye şarkı söyleyebilirler 74 yaşında.
Sayıyorum:
Doktor Güneş.
Her gün 15 dakika, kremsiz, Doktor Güneş’e görünmeliyiz. Yeterince D ve diğer faydalarından almadan, güler yüzünden de moral bulmadan gün geçmemeli.
Doktor Uyku.
Her gün iyi uyumalıyız. Mümkünse erken yatmalıyız. Uyku bizim onarım yerimiz. Ayrıca bizi otomatikman rüyalar alemine götüren büyülü yer.
Doktor Beslenme.
Ağzımıza attığımız her şeyin bedene ilaç ya da zehir olduğunu biliyoruz artık. Kendimize iyi bakmak, ağzımıza iyi şeyler atmaktan geçiyor. Hatta iyi hissetmek bile oradan geçiyor. Yediklerimiz hem sağlığımız hem de ruh halimiz oluyor bedende.
O kadar çok özledim ki o buluşmayı, herhalde ilkinde şarkı çalarken, sahnede durup biraz ağlayacağım.
Ondan sonra benim o sahneye çıkan Nil Karaibrahimgil versiyonumla buluşmam gerekecek.
O, bir ruhun bedene girmesi gibi gelip içime yerleşince, şakımaya başlayacağım.
Bütün bunlar ne zaman olur bilmiyorum. Henüz bir ses yok.
Mektubu yazdım ama muhakkak ona ulaşacağına eminim.
Benim tanımadığım dostlarım, kız kardeşlerim...
Biz sık buluşamazdık. Özlerdik çok birbirimizi.
Sonra bir anda beklenmedik bir yerde kavuşuverirdik.
Saklanmıştık ve beklemiştik. O kapıyı çalınca, savaştaki sevgilisinden mektup bekleyen eski zaman aşıkları gibi kapıya koştuk.
Sıcacık bir kucak gibi açtı kollarını. “Gel” dedi, “buz gibisin, dışarı çıkalım, bulutlara ve ağaçlara bakalım, denize girelim ve kumlara basalım, rüzgarın uçuracağı incecik şeyler giyelim... Gel, sudan çıkan ıslak bir köpeğin yaptığı gibi, silkeleyelim şu endişeli soğuğu üstümüzden.”
Yazın elini tutup, uslu bir çocuk gibi dediklerini yapınca, içimde bir ferahlama oldu gerçekten.
Avucumda sıkı sıkı tuttuğum ve artık avuç içimi yara yapan o keskin endişe taşlarını bıraktım elimden.
Yaz şarkıları hep, “ne olacaksa olsun” der.
Öyle bir his yayıldı içime, mürekkep gibi yavaş yavaş. Daha şarkıyı bile duymadan, dans etmeye başladım.
Belki de soyunmaktan, bilmiyorum ama güneşe de çıkınca ve bir de ıslanınca, beden artık iyice bırakıyor tutunduklarını.
Bizim asıl yuvamız, oradan dışarı çıkıp da ağacını, denizini, rüzgarını soluduğumuz, çatısında gök olan yer: Dünya.
Dünya insanoğlundan milyonlarca yıl önce vardı.
Denizlerini büyüttü, karaları kırıldı, kıta oldu. Buz kestiği oldu.
Dünya sadece güzel bir sular ve bitkiler gezegeni olmak istemedi.
Canlılar yakışırdı ona.
Deli bir canlılık başladı, önce suda sonra karada.
Şu an dünyada baobab ağacından flamingoya, mercanlardan tek boynuzlu balinalara kadar inanılmaz güzellikte bir canlılık var.
İnsanı da bu güzelliğin içine katmak isterdim ama insanın ona verdiği zararı, diğer türlerin hiçbiri vermedi.
Kalkamaya da bilirdim.
Yulaf yedim, ballı süt
Ve taptaze şeftali.
Yiyemeye de bilirdim.
Huş ağaçlarının olduğu
Tepeye yürüdüm köpeğimle.
Yürüyemeyebilirdim.
İnternetten canlı yayınla bağlandılar.
Önce Wolf Alice diye bir grup çıktı.
Kızın beyaz elbisesi, etrafındaki taşlar, sisler, sesindeki isyan ve yeni kararan gökyüzü çok güzel bir başlangıçtı.
(Beyaz bir elbiseyle rüzgarlara bağıra çağıra şarkı söylemeyi özledim.)
Oğlumla ilk defa bir festivale gitmiş gibiydik. Tek farkı, hepimiz, battaniyenin altında evimizdeki koltuğa uzanmıştık.
Sonra Michael Kiwanuka çıktı.
Onu bilmeyenler “Tatlı Küçük Yalancılar” dizisindeki ‘cold little heart’ şarkısından hatırlar belki.
Akustik gitarıyla söylediği şarkıları, sesini seviyordum ben onun.
İsmimi Nil koymuşlar.
Tesadüfen, tamamen tesadüfen, çocuğu olmamışım Aneni ve Banga’nın.
Doğmamışım bir yaz akşamı Harare’de.
Bu yüzden ismim Shona değil.
Peki, her şey bu kadar tesadüfken, insanlığı bir yana bırakıp bu kadar kimlik bağımlısı olmamız niye?
Niye milletler, renkler, diller, dinler, cinsiyetler bizi küme küme ayırıyor?
Sen gel buraya. Sen orada kal. Hey sen oradaki, burası senin yerin.
Dışarıdan görünen ‘biz’le, içeriden gördüğümüz biz çok farklı değil miyiz, siz söyleyin.