Bir şeylerin peşinde. Paranın, ünün, bazen merakın. Bazen birisinin peşinde.
Bazen bir şeylerden kaçar adım, bazen bir şeye doğru koşar adım.
Yanımızda biri var elimizi tutan bazen. (Hayret adımları bizimle aynı.) Bazen de yalnızız. (Onun adımları aynı değil artık, ya da yönü değişti bilmiyorum.)
Yokuş bazen çok dik, bazen de kırlar, ovalar, vadiler.
İçime çekesim geliyor bütün yolu öyle zamanlarda. İşte ömür, aşağı yukarı böyle bir şey.
İçinde sinema salonu, kapalı havuz, 22 oda, 26 mürettebat ve kim bilir neler vardı.
Denize iskeleyle açılan salonlarını ve tepesinde helikopter sahasını görebiliyorduk.
Teknelerin ismini internete girdiğinizde bazen, kime ait olduklarını ve tekneyle ilgili teknik bilgileri alabiliyorsunuz.
Avustralyalı bir kumarhane sahibininmiş tekne.
Bir süre sonra tekneden, bizim olduğumuz sahile, kocaman bir bot geldi.
İçinden birkaç koruma, iki kız çocuğu, anneleri ve bakıcıları indi.
Biz de o sahile gidip piknik yapmayı, taşlar toplamayı ve kayalara tırmanmayı çok seviyoruz.
“Çocukların varsa, o tekneden de inip oynamak istiyorsun demek ki” diye düşündüm. İnsan insandır.
Ama asıl yapmamız gereken, düşünmeden önce düşünmek.
Ne demek peki, düşünmeden önce düşünmek?
Düşüneceğin şeye karar vermek, hepsinden ama hepsinden önemli.
Bütün gün, düşüncelerin bizi götürdüğü duygulara takılıp takılıp düşerek geçiyor zaman.
Rüyalarda bile günün oltasına takılanları ayıklayıp duruyoruz.
Peki ne düşündüğümüz üzerimize esen rüzgar gibi, gözümüze giren güneş gibi başımıza mı geliyor?
Yoksa biz mi başımıza üşüştürüyoruz onca şeyi?
Bir buçuk sene geçti ve şimdi bütün Akdeniz yanıyor, seller alıp götürüyor Karadeniz’i.
Bu küresel krizin etkilerini ve ilerleyişini yavaşlatmak için, hayatımızda neleri değiştireceğimize ve nelerin değişmesini talep edeceğimize karar vermenin vakti geldi de geçiyor.
Ağaçlarla çevrili bir yere taşınınca fark ettim ki, onları pek tanımıyorum.
Her sabah sincabın büyük bir aceleyle tırmandığı- gerçi o her şeyi büyük bir aceleyle yapıyor- ağaç meşe mi, kayın mı, diş budak mı?
Ağaçları anlatan bir çocuk kitabı aldım.
Her şeyi, felsefeyi bile, sanat tarihini bile çocuk kitaplarından öğreniyorum artık. Hem basit anlatıyorlar, hem eğlenceli, oyunlu.
Ağaçların sadece kendi türlerine yardım ettiklerini duyunca şaşırdım.
Ben ormanı kardeşcesine sanırdım, hani şu meşhur şiirde dediği gibi.
Kriz anında nasıl hayatımıza olduğu gibi devam edemiyorsak, şimdi de edemeyiz. Alarma geçmeliyiz. Yeniden güzel dünyamızda huzurla nefes alabilmek için, hepimizin hayatında değişiklikler yapması gerekiyor.
Bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçerek, yeni alışkanlıklar edinerek, bu konuyu her gün gündemimizde tutarak, çocuklarımıza öğreterek ve asıl yuvamızın dünya olduğunu unutmayarak yeni bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
Kıvılcım Kocabıyık’la, isim annesi de olduğum Yuvam Dünya Derneği’ni kurarken, en başta çocuklar için bir şey yapabilecek olmanın heyecanını taşıdık.
Ve mecburiyetini. Ve acilliğini.
Bütününü hiçbir zaman, ufkuna baktığımız zaman bile, hissedemediğimiz kocaman güzel mavi yuvamız dünya, bizi silkeleyip üzerinden atmak istiyor artık. Daha önce de bir kaç kez olduğu gibi, üzerinde yaşayan canlılar yok olabilir.
Bize nefes olan atmosferine virüsler koyarak, havanın ısınmasına ve artık bu sabah Bodrum’da sabah 7’de 39 derece olmasına kayıtsız kalarak yaşamaya devam edersek, yanar bu dünya.
Yüzü gençleştirici kremler varsa, ruhu da gençleştirici aktiviteler var.
Seni, katılaşıp kendine kabul ettirmediğin bir önceki bölümüne geri götüren şeyler.
Nil bunu yapmaz, sevmez, yorulur, onluk değil dediğin şeyler.
Hani herkes bize, sonra da biz kendimize şöylesin, böylesin demeden önceki ilk sayfaları hayatın.
Her şey mümkün, her şey denensin, her şey olur.
O zamanlar. Sonra biliyoruz ki, beyinde budama başlıyor ve senin o geniş ve çoklu yolların, gidip gidip geldiğin patikalara dönüyor.
Hatta ne patikası, otoyol.
İşte bu yüzden dilerim herkesin hayatında, onu kendinden dışarı basmaya davet eden biri olsun.
Cuma günü çıkan yeni şarkım “Diskotek”in sözleri bunlar.
Odamda gitarımla, dım tıs dım tıs diyerek kendi diskomu yaratmaya çalışırken, Ezgi Özkan’la beraber şarkı hiç tahmin etmediğim yerlere gitti.
Birisiyle el ele vermeyi bu yüzden seviyorum.
Sen onu bir yere çekiştiriyorsun, sonra o seni bir yere çekiştiriyor ve sonra hiçbirinizin tek başına gidemeyeceği bir yere varıyorsunuz.
Manzaraya hayran hayran bakarken de biliyorsunuz, birlikteliklerle varılan yerler bambaşka.
Bir artı birin üç etmesi bu.
Şarkı çıktıktan sonraysa, senin değil artık.
Eskiden bir terapistin sorduğu soru geldi aklıma: Cenazende, insanlar hakkında ne desinler istersin?
Tuhaf bir soruydu. Ölünce de mi bunu düşüneyim yani? Zaten yaşarken hep bu soru var havada.
Konu komşu ne düşünür?
Amcanlar ne düşünür?
Şu yan şezlongdaki aile ne düşünür?
Babam ne düşünür?
Sınıftakiler ne düşünür?