İnternetin ilk kullanılmaya başladığı yıllardı…
Daha “sosyal medya” kavramı bile olgunlaşmamış.
Kullanıcılar, olsa olsa e-posta ortamında,
hoşlarına giden “yakıştırmaları” paylaşıyorlar birbirleriyle…
“Amerikalı ünlü avukatın kaybettiği tek dava....”
başlığıyla dolaşan bir öykü vardı.
Çıkarım kısmında şöyle deniyordu:
“...Yıllarca Tito konuşuldu önce. Sonra savaş oldu, çok ölü. Parçalandı, adı değişti birkaç kere ve bütün dünyada olduğu gibi yeni düzen, bütün eski değerlerin içini boşaltıp ve bir kenara atıp kendi değerlerini yarattı. Yeni değer, adını tam olarak bir türlü söyleyemediğimiz ‘yabancı para’. Avro mu, Yuro mu, Övro mu her neyse tam bilinmeyen. ‘Yabancı Para’, ‘yabancı insanlar’ yarattı - kendine, birbirine, tarihe ‘yabancı insanlar’. Her şey satılabilir artık ve ‘yabancı para’ varsa her şey satın alınabilir...”
Yönetmen Enis Yıldız’ın imzasını taşıyan bu satırları, “İntiharın Genel Provası”nı Eskişehir’de oynayan “Tiyatro Anadolu”nun program kitapçığından aşırdım. Paragrafın alıntılanmış bir de başlığı var: “Bir Zamanlar Yugoslayva Diye Bir Ülke Vardı...” Bu tek cümleye indirgenmiş ağıt, çektiği “Underground” filmi için Emir Kusturica tarafından yakılmış...
Ünlü Sırp oyun yazarı Duşan Kovaçeviç’in yazdığı oyun, ülkemizde ilk kez 2009’da İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konulduğunda ise yönetmen Nurullah Tuncer, “Bu oyun, zamanın kıyısında duran insana dair söylenmiş ne varsa hepsini içeriyor; sevgi, öfke, kin, nefret, hırs...” diye tariflemiş hayli ironik kurguyu.
Beni vuran ilk paragrafı, sondan başa doğru, tekrar tekrar okuyorum; canım acıyor:
“Yabancı Para”, “yabancı insanlar” yarattı.”
“Kendine, birbirine, tarihe yabancı insanlar.”
“Her şey satılabilir artık ve yabancı para varsa, her şey satın alınabilir...”
İlk baskısı 1930’da yapılmış “Yaprak Dökümü”nün…
(2008 itibariyle) 56 baskı görmüş olan ünlü romanını, Yazar,
tiyatro oyununa da dönüştürmüş ve böyle de yayımlamış.
Eser,1943 ve 1973’te İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmiş.
1957 ve 1967’de sinema filmi olarak çekilmiş.
1988’de TRT’de, 2006 – 2010 arasında ise,
Kanal D’de TV dizisi olarak uyarlanmış.
“Miş”li geçmiş zaman kullanıyorum, çünkü…
Ben söylemiyorum, “Erbâb-ı tasavvuf” söylüyor.
Altıncısı, “Haddini bilmek” diye ekliyor.
Siz daha bu cümleyi fikrederken, “Hattâ” diyor, haddini bilene, bir yedincisi de farzdır: “Haddini bildirmek...”
“Birbiri ardına açılan rahmet ve mağfiret kapıları olan Recep, Şaban ve Ramazan ayını içinde barındıran, Regâib kandiliyle başlayan, Miraç ve Berat’la devam eden, bin aydan daha hayırlı Kadir gecesiyle zirveye ulaşan, Ramazan Bayramı’yla da maddî ve manevî alanda ‘bayram’a dönüşen manevi yükseliş ve bağışlanma ayları” denilen mübarek “üç aylar” bugün başlıyor.
2015 yılı sonuna kadar “idrak edilecek” dinî günlerin takvimi şöyle:
Regaib Kandili: 23.04.2015
Mirac Kandili: 15.05.2015
Eylül 2014’te, “Nevzuhur ve Serseri bir Türkiye” diye bir yazı yazmıştım. Meraklı dostlar, bir zahmet arşivden bulup okuyuversinler… “Yeni Türkiye” algısı hakkındaki düşüncelerimi özetlemiştim o yazıda… Sözlüklerin bile hizaya girip, “eski” için, “çoktan beri var olan, üzerinden çok zaman geçmiş bulunan, (hattâ hiç sıkılmadan) -yeni karşıtı-” diye atıp tuttuklarına bakılırsa, “Yeni Türkiye”de, eski deyimlerin kullanımına da (topyekûn yasaklanmazsa şayet…) yeni anlamlar yüklemek gerekecek.
“Eski ağza yeni taam” derdik meselâ.
“Yeni ağza bu muamele münasiptir” şeklinde kullanacağız anlaşılan…
“Eski çamlar bardak oldu” demek yerine, üçüncü köprüye bakıp,
“eski çamlar çevre yolu...” diye iç geçirmek gerekecek.
“Eski defterleri karıştırmak” da, herhalde,
“ne kadar işimize geliyorsa ancak o kadar” parantezinde muteber olacak.
“...Manisa’da bir öğretmen, 50 yaşına yaklaşan Cuma Toygar, derse kulağında küpe ile girmek istiyordu... Valilik bundan hoşlanmadı ve ceza verdi. Dava açıldı; Manisa İdare Mahkemesi, dava konusu işlemi, ‘...disiplin cezasında, sebep yönüyle hukuka uygunluk bulunmamaktadır’ gerekçesiyle iptal etti. Valilik kararı temyize taşıdı. Danıştay geçen hafta iptal kararını onadı...” Ve “ecdad” diye yüksek perdeden söylenenlerin (en az anayasal özgürlükler kadar) tarihten de habersiz olduklarını bir kez daha gösteren bu süreç bakın beni aldı nerelere götürdü?
Örneğin, öyle anlaşılıyor ki böyle bir cezayı vermeyi kendileri adına “hak” görenler, “Türkmenler arasında küpe takmanın yaygın olduğunu, meselâ Otlukbeli’nde Fatih Sultan Mehmed ile savaşan Akkoyunlu Türkmenleri’nden küpe takanlar bulunduğunu...”; ‘Mengüç’ (ya da mengüş) denilen küpenin eski bir Türk/Oğuz geleneği olduğunu, tiginlerin bile kulaklarına taktığını”; “Anadolu’da özellikle Bektaşî geleneğinde küpenin büyük önem taşıdığını, mücerred olacak dervişin kulağına ‘terk’ (nimetlerden vazgeçme) ve ‘tecrit’ (dünyadan soyutlanma) simgesi olarak ‘mengüş’ (teslimiyet halkası) takıldığını, nefsine yenik düşen dervişlerin küpelerinin kopartıldığını ve ‘eski kulağı kesik’ tabirinin aslında nefsine yenik düşmüş dervişi kastetdiğini” bilmiyorlardı.
Öte yandan, (tarihçiler üzerinde pek uzlaşamasalar da); “...Yavuz’un kulağına taktığı küpenin, Mısır Seferi zamanına dayandığını iddia eden bazı araştırmacılar olduğundan; “Bazı tarihçilerin, İslam hukukunda Sünnî mezhebi için erkeklere caiz olmayan küpeyi ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim’in takmasına ihtimal bile vermediği”nden; “Başka bir görüşün ise, bunun özellikle İslamî bir gönderme olduğunu savunarak, iddianın gerisini, ‘Yavuz, Kahire Camii’ne girdiğinde Kahireliler ona Hâkimü’l-haremeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve ‘Ben olsam olsam Hâdimü’l-haremeyn (Mekke ve Medine’nin hademesi) olabilirim’ diyerek, kulağına bu işareti, hademelerin taktığı küpeyi takar” diye bağladığından habersiz görünüyorlardı.
Yine Sultan’ın Mısır Seferi’ne dayandırılan bir diğer görüşün, “kulaklarında küpesi olan insanları görüp, ‘Bu insanlar neden küpe takıyor?’ sorusuna aldığı ‘Köle (kul) oldukları için’ cevabı üzerine, ‘Biz de Allah’ın kuluyuz!’ diyerek küpe takmaya başladığı...” iddiasını dillendirdiğinin; bu konuda en radikal fikre sahip bazı tarihçilerin ise, meşhur küpeli resmin aslında Şah İsmail’e ait olduğu”nu söylediklerinin farkında bile değillerdi.
Bana göre, “bilmiyor” olmaları, “habersiz” görünmeleri ya da “farkındalık” bahsinde çuvallamaları sadece yukarıda da yazdığım gibi, “mezhep gözlüğü”nün, 21. Yüzyıl’da, baktığı yerde gördüğü, “bilinçaltı bir takıntı”nın sonucudur. “Yaşam tarzına müdahale” eksenindeki bu “nefsine hâkim olamama tavrı”, bir tek köşeli soruyla ayıplanmalıdır: “Sana ne?”
Tarih, “takıntı”ların, “getirdiği gibi götürdüğü” örneklerle doludur. Demek ki, sadece köprüye adını vermekle olmuyor; son tahlilde, Yavuz’un, Selimî mahlası ile yazdığı şiirinde ne dediğini de anlamak gerekiyor: “Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek? / Giryemi kıldı hûn, eşkimi füzûn etti felek / Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek...” (Bilmem ki gözlerime nasıl bir büyü yaptı felek? / Gözümü kan içinde bırakıp, aşkımı artırdı felek / Arslanlar pençemin korkusundan titrerken / Beni bir gözleri ahû karşısında güçsüz düşürdü felek...)
Aslolan “aşk”tır... Nefret ve şüphe, hep sahibini yok eder. Yukarıdaki dizelerin şairi olan Sultan’ın, Eylül 1520’de, Arslan Pençesi (Şîrpençe) denilen bir çıban yüzünden henüz 49 yaşında iken vefat etmiş olması da tarihin garip cilvelerinden bir olsa gerek... Aşk olsun!
Adaylar belli oldu; Şimdi “Seçim otobüsü” zamanı! Başka bir şeydir “Seçim Otobüsü”. Bir sevda, bir fenomen, bir ideal, bir müsabaka, bir takıntı, bir gösteri, bir gösterge... Hani “Çeşme’de yazlığı olmak” var ya; veya “Alaçatı sokaklarında sıkışmak”, nefes alamamak. “Mavişehir’de oturmak” ya da... Hani İzmirli’nin “sosyal statü saydığı kutsallar” var ya; Onlar gibi bir şey yani!
Hani, miting için Genel Başkan’ın üstünde konuşacağı otobüs. Hani, onu havaalanından alıp getiriyorlar ya? Müzikli otobüs var ya, “gürültü kirliliği” abidesi otobüs... O işte!
İşte o otobüs, bazı partililerin her şeyidir. Adeta yaşama sebebi...
O otobüste olmak “bir ayrıcalık, bir taltif, bir kayırılma”;
“seçilmişlik ve tercih edilmişlik parantezi”nde, “sen bizdensin...” demektir.
Bazen “sus payı”, bazen “pantolon yerine gömlek verelim” çıkarımına açık bulunsa da,
partide eskiysen “vefa nişanesi”, yeniysen “parlak istikbal göstergesi”dir.
“...Partimiz çevre sorunlarına hem sağlıklı bir ortam sağlanması, hem de ulusal maliyetlerin azaltılması açısından bakmaktadır... / ...Çevreyi kirleten hiçbir kalkınma ya da üretim modeline müsamaha gösterilmeyecektir... / ...Çevre konusunda vatandaşlardan gelen her türlü şikâyet dikkatle incelenecektir. Çevre konularında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri ile işbirliğine gidilecek, çevre sorunlarının çözümünde vatandaşların inisiyatif alması teşvik edilecektir... / ...Partimiz çevrenin bilgi, sevgi ve sorumluluk duygusu ile korunması gereğine inanır. Çevre yaşanmaz hale geldikten sonra çevre bilincinden söz etmenin çok anlamlı olmadığı açıktır. Bunun için küçük yaşlardan itibaren vatandaşlara çevre bilinci kazandıracak bir eğitim programının yaygınlaştırılması öncelikli görevlerimizdendir... / ...Çevre sorunlarının çözümünde geleneksel çevre anlayışımız ve kültürümüzden yararlanılacaktır. (AKP Parti Programı’ndan...)
“...Çevreye duyarlılık çağdaşlıktır. Çevre hakkı, temel insan hakları arasında yer almaktadır... / ...Temiz doğa, yeşil çevre, dengesi korunan atmosfer çağımızın büyük iddiasıdır... / ...Yaşanabilir ve sürdürülebilir çevreyi mümkün kılan kalkınma ve toplumsal yapıyı oluşturma anlayışının, toplumun her kesimine benimsetilmesine çalışılacaktır... / ...Çağdaşlığın ve yaşamın en önemli unsuru olarak çevreyi koruma ve geliştirme öncelikli hedef olarak uygulanacaktır... / ...Çevrenin kirlenmesinin bedelini kirletenin ödemesi sağlanacaktır... / ...Kentlerde hava ve gürültü kirliliği ile etkin olarak mücadele edilecektir...” (CHP Parti Programı’ndan...)
“...Temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı her insanın temel haklarından birisidir... / ...Çevre sorunlarını; kalkınma–çevre koruma ikilemi yerine, akılcı bir koruma, kullanma ve geliştirmeyi öngören sürdürülebilir kalkınma modeli ile aşarak, gelecek nesillere temiz, yaşanabilir doğal ve kültürel değerleri korunmuş bir çevrenin intikali, çevre politikamızın esasını oluşturmaktadır...” (MHP Parti Programı’ndan...)
“...Yaşam alanlarına sahip çıkan halkımızın mücadele gücü ve kararlılığından ilham alan partimiz, kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine karşı, insanı doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görür. Kırda ve kentte, doğa ve yaşam haklarını savunma ve yaşam ortamlarını koruma mücadelesi verenlerin dayanışmasını güçlendirmeyi, bu mücadeleleri ortaklaştırmayı ve taleplerini siyaset zeminine taşımayı görev edinir...” (HDP Parti Programı’ndan...)
Şimdi soruyorum: “Milletvekili aday listeleri yarın kesinleşiyor. Alıntılar yaptığım programlarında, -atmaya gelince mangalda kül bırakmayanlar-; yine arabaları giydirip, üstlerine hoparlörleri takıp, uyduruk ve gürültülü şarkılar, marşlar ve bayat vaatlerle sokaklarda kafa ütüleyecek ve huzur bozacak mısınız? Yoksa, kendi programına sadık kalmayanlara saf saf inanmaya devam mı etsin seçmen? Yazının son cümlesi, “sokaklardaki lahana turşuları” için yukarıdaki satırlardan derlenmiştir (turşunun nev’i tam oturmadı ama, ne yaparsın deyim böyle): “...Kapitalizmin yaşamı metalaştırarak sömürmesine karşı, çevre sorunlarının çözümünde geleneksel çevre anlayışımız ve kültürümüzden yararlanamayanlara, -temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı her insanın temel haklarından birisidir- dedikten sonra, çevreyi gürültü ile kirletip, bedelini vatandaşa ödetenlere, çevre konusunda (köşe yazarları dahil) vatandaşlardan gelen şikâyetleri, ucuz propaganda uğruna kulak arkası edenlere...” oy vermeyeceğim; Nokta!