Dünyanın en gelişmiş ülkeleri en güçlü paralara sahipler; dolar, Euro, sterlin basıyorlar. Ne isterlerse alabiliyorlar, refah ülkesi olarak anılıyorlar. Küresel milyarderler listesinin neredeyse tamamını onlar oluşturuyor. Zenginliği temsil ediyorlar. Yalnız ekonomik mi, siyasi olarak kendilerini yere göğe koyamıyorlar. İfade özgürlüğü onlardan sorulur, demokrasi onlardan, hukuk onlardan sorulur, insan hakları onlardan...
Peki ya insanlık?
DÜŞEN MEDENİYET MASKESİ
COVID-19 salgını ülkelerini vurduğundan beri ekonomik olarak böbürlenen Amerika ve Avrupa ülkelerinin “insanlıkta” ne kadar geriye savrulduğunu görüyoruz. Avrupa ve Amerika istihbarat örgütleri havaalanlarında birbirinin maskesini çalarken, aslında yüzlerindeki “medeniyet maskesini” düşürüyor.
COVID-19 nedeniyle dünyada 200 bin kişi öldü. Bunun neredeyse 150 bini Avrupa ve Amerika’da. Sadece Amerika’da ölenlerin sayısı 50 bin kişiyi buldu.
COVID-19 insanları öldürüyor ama aslında Batı’nın insani değerleri, insanlığı ölüyor, farkında değiller. On binlerce yaşlıyı bakımevlerinde ölüme terk edeceklerini söyleseler asla inanmazdım. Hastaneden doktorların kullanacağı maskeleri, dezenfektanları çalacaklarını söyleseler güler geçerdim. Ölenlerden morg parası, gömülmesi için on binlerce dolar ve Euro isteyeceklerini düşünemezdim. Mezar yeri bile bulamayacaklarını, ölenleri yakmak için sıraya gireceklerini hayal dahi edemezdim. Doktor ve hemşirelere bile maske bulamayacaklarını, dezenfektan sıkıntısı çekeceklerine inanmazdım. O ekonomik “parlaklık” içerisinde sağlık sisteminin bir salgında tuzla buz olacağını hayal bile edemezdim. Bunların hepsi hatta bunlardan beteri de oldu.
54 ÜLKEYE YARDIM
Ama Türkiye’nin salgının başından itibaren aldığı önlemler, Bilim Kurulu’nun çalışmaları ve yerinde önerileri, sağlık çalışanlarının özverili mücadelesi ve toplumun sabırla verdiği destek Batı medyasının bile dikkatini çekiyor. Türkiye hastalığın en yaygın görüldüğü İtalya, İspanya, İngiltere dahil 54 ülkeye test kiti, eldiven, dezenfektan, maske ve tıbbı malzeme yolladı. Tüm dünyada uçuşların durması nedeniyle değişik ülkelerindeki 60 bin yurttaşını ülkesine getirdi. Önceki gün yaşanan bir olay ise gerçekten ibretlikti. Gelişmiş Batı ülkelerinin başında gelen, kişi başına düşen milli geliri 54 bin dolar ile Türkiye’den 5 kat fazla olan İsveç’ten bir Türk kızı
23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtığında da söylediği söz, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” olmuş, millet bu sözü Anayasa’ya da yazmıştır.
Bundan tam 100 yıl önce Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları, başta Mustafa Kemal Atatürk ve ona inananlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dualarla açtılar. Bugün bu topraklarda yaşayabiliyorsak, onlara, bu uğurda canlarını veren şehitlerimize, gazilerimize ve elbette o zor günlerde bu mücadelenin parçası olmuş Türk milletinin her ferdine borcumuzu ne yapsak ödeyemeyiz.
CANIMIZ PAHASINA KORUMAK
Bu borcu ödemek onların bıraktığı emaneti canımız pahasına korumakla olur. Aradan 100 yıl geçti, Türk milleti hâlâ şehitleriyle ve gazileriyle, yaptığı fedakârlıklarla ülkeyi korumaya devam ediyor.
100 yıllık mirasın simgesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Kurtuluş Savaşı’nın yönetildiği Meclis, ülkenin kararlılığının simgesi olmuştur. Emperyalist ülkeler ve maşası olanlar Anadolu topraklarını işgal ederken, bağımsızlığın simgesi Ankara’yı ve elbette Meclis’i ele geçirerek amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Ama başaramadılar. Düşman, işgal sırasında ne Ankara’ya geldi ne de Meclis’i ele geçirebildi.
DARBECİLER KAPATTI, MİLLET AÇTI
Düşmanın veremediği zarar, maalesef Türkiye içinden verildi.
Mısır El-Gad Partisi Başkanı ve 2005 yılının eski cumhurbaşkanı adayı Ayman Nour’un, Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda 2 Ekim 2018’de katledilen Cemal Kaşıkçı cinayetine dair İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nda “tanık” sıfatıyla ifade verdiği ortaya çıktı.
Savcılığın Kaşıkçı’yı katleden Suudi yetkililer hakkında hazırladığı iddianamede yer alan ifadesinde Nour, öldürülen gazeteciyi 30 yıldır tanıdığını, çok yakın dostu olduğunu, öldürülmeden önce aldığı tehditlerle ilgili bilgi vermek istediğini söyledi.
Kral Abdullah ve önceki veliaht prens Muhammed bin Naif’in gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı çok sevdiğini anlatan Nour, Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olmasından sonra yaşanan gelişmelerle ilgili şunları anlattı:
“Cemal Kaşıkçı, Kral Abdullah ve önceki veliaht prens Muhammed bin Naif tarafından çok seviliyordu. Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olmasından rahatsız olan birçok emir, Muhammed bin Selman’ın veliaht prenslikten alınmasını istedi hatta buna ilişkin bir mektup yazdılar. Cemal Kaşıkçı bana bu mektubu gördüğünü ve imza atan emirlerin isimlerini bildiğini söyledi. Hatırladığım kadarıyla, 2 Kasım 2017 tarihinde El Velid bin Talal’ın tutuklandığını söyledi. Mektupta imzası olan emirlerin ismini söyleyerek ‘Bunlar da tutuklanacak’ diye bahsetti ve gerçekten de kısa bir süre sonra bu şahısların tutuklandığı haberleri geldi. Muhammed bin Selman, bu emirlerin kendisine karşı bir darbe içerisinde olduklarını düşünüyordu ve görevden uzaklaştırılması talebinde bulunanlarla mektup içeriğinden haberdar olan şahısların hepsi tutuklandı, sadece Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’da bulunmadığı için tutuklanmadı.”
PRENSİN YAKIN ADAMLARI
Suudi Arabistan Krallığı İstihbarat Başkan Yardımcısı
Belgelerde CIA’in işbirlikçi askerleri darbe için desteklemesinin yanında, Musaddık aleyhtarı haberlerin İran ve Amerikan medyasına yerleştirilmesi suretiyle darbeye nasıl hazırlık yaptığı anlatılıyor.
BATI CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
Sene 2020 ve tüm dünya COVID-19 virüsüyle mücadele ediyor. Hastalığın Çin ve Avrupa’dan sonra yeni merkezi olan Amerika cephesinde darbecilikten yana değişen bir şey yok.
Amerika, salgına karşı tüm dünya ülkeleri ile ortak dayanışma göstereceğine, Koronavirüsü Çin ile yeni savaşların gerekçesi olarak kullanmaya, İran’da da rejimi değiştirmek için fırsata çevirmeye çalışıyor. Koronavirüs salgınının şiddetini en çok gösterdiği günlerde, Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi Eric Edelman ve Ray Takeyh 13 Nisan 2020 tarihinde Foreign Affairs’de bir yazı kaleme aldılar. Gazeteci Bora Bayraktar’ın dikkat çektiği makalenin konusu, Amerikan yönetiminin İran’da rejimi neden ve nasıl değiştireceği üzerine kurulmuş. Şaşırtıcı değil mi? Bir ülkenin eski büyükelçisi, bir başka ülkede rejimin kendi çıkarları açısından neden gerekli olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini uluslararası bir makale olarak yayınlayabiliyor.
1953’te CIA’in Ajax operasyonuyla Musaddık hükümetinin devrilmesindeki rolünü ancak 60 yıl sonra görebilmiştik.
Bu kez daha darbe yapılmadan kendileri yazıyorlar.
Yazıda, bazen sert bazen yumuşak yaklaşımlar içeren Amerikan politikasının İran’da rejimin değişmesini sağlayamadığı,
Şimdi de eline hesap makinesi alan, ölüm sayısını vaka sayısına bölüp “Türkiye’de ölüm oranı yüzde 2.1’in üzerine çıkmıyor, oranı buraya sabitlediler, vakaları ve ölümleri saklıyorlar” diye ortalıkta geziyor, sosyal medyada naralar atıp duruyor. Ama bu tartışmanın buraya geleceği belliydi. O nedenle pazartesi günü, konuya ilişkin yazdığım ‘Ölüm rakamları gizleniyor mu?’ başlıklı yazıda konuya açıklık getirmeye çalışmıştım. Bu kafanın hangi olayda ne tepki vereceğini bildiğimden yazmıştım o yazıyı. Ama yine de konu hafta içinde gündeme geldi.
TÜRKİYE’NİN İKİ BAŞARISI
Türkiye, 2019 yılı Aralık ayında Çin’de baş gösteren koronavirüs salgının sınırlarından içeri girmesini geciktirerek ilk başarısını sağlamıştı.
Şimdi de 11 Mart’ta ilk vakanın ortaya çıkışından itibaren sağlık ordusuyla tedavi konusunda önemli başarılar sağlıyor.
Test sayısı 15 Nisan itibarıyla 477 bin 716, vaka sayısı 69 bin 392 oldu. Günlük test sayısı 35 bine yaklaştı.
Yoğun bakımdaki hasta sayısı 1820, entübe hasta sayısı bin 52, vefat eden insan sayısı 1518 oldu.
Yoğun bakıma ihtiyacı olan hasta sayısında yaşanan olumlu gelişmeler, iyileşen hasta ve vefat sayısının artmasının da önüne geçiyor.
Çünkü evde tedavi değil de hastaneye yatırılan hastalara hızlı ve etkili müdahale, hastaların ve genel olarak Türkiye’deki koronavirüs salgını tablosunun kötüleşmesinin önüne geçiyor. Bu nedenlerle iyileşen hasta sayısı 5 bin 674’e çıkarken, vefat sayısı günlük ortalama 100 civarında kalıyor.
Birkaç yıl önce, kendisine verilen bir ödülü PKK’lı teröristlerin şehit ettiği 15 yaşındaki Eren Bülbül’e adamasıyla gündeme gelmişti.
Ama kamuoyu onun adını 11 Mart’tan sonra, yani koronavirüs salgınının Türkiye’de görülmeye başlamasıyla daha çok duyar oldu.
Virüse karşı çalışma arkadaşlarıyla yaptıklarını medya aracılığıyla takip ediyoruz.
Birçokları gibi onunla benim ortak bir yönümüz var. Hep beraber “Ergenekon kumpası” kapsamında yargılandık. Ama bugüne kadar kendisiyle hiç tanışmadım. Dün ilk kez telefonla konuştuk. Bu konuşmamıza sebep de yine FETÖ’cüler oldu.
FETÖ=NAZİ
FETÖ’nün firari üyelerinden Ekrem Dumanlı, toplumda oluşan havayı fırsat bilip bir konuşma yayınlamış. FETÖ’cülere haksızlık yapıldığını, bunu yapanların Naziler gibi yargılanacağını, ahirette bunun hesabının sorulacağını söylemiş. Ben de Twitter hesabımdan ona işledikleri suçları hatırlatarak şunları yazdım:
“‘Ergenekon diye bir örgüt uydurup masum insanlara ‘terörist’ damgası vuran ve 15 Temmuz’da masum sivilleri katleden FETÖ üyesi tetikçi Ekrem Dumanlı, maalesef Naziler gibi yargılanmıyorsunuz. Ama Allah’ın mahkemesinden kaçamayacaksınız. Kumpaslarla şerefleriyle oynadıklarınız ve öldürdüklerinizin hesabını vereceksiniz. FETÖ’nün firari teröristi Ekrem Dumanlı, bu millet dünyayı size dar edecek. FETÖ elebaşı ile cehennemin dibinde yanacaksınız, ihanetiniz karşılıksız kalmayacak.”
Ercüment Ovalı
Ursu’nun sözleri 8 Nisan’da Türk Tabipler Birliği’nin yaptığı, “Sağlık Bakanlığı COVID-19 ölümlerini Dünya Sağlık Örgütü’nün kodlarına göre raporlamıyor” şeklindeki açıklamasını aklıma getirdi.
İlk bakışta iki açıklama arasında sanki bir tutarsızlık var gibi...
FEDAKÂR SAĞLIK ORDUSU
Konuyu detaylandıracağım ama önce sağlık çalışanları üzerine gözlemimi aktarmak istiyorum.
165 bin doktor, 205 bin hemşire olmak üzere 409 bin sağlık çalışanı ve 360 bin destek personeliyle toplam sayısı 750 bini aşan sağlık ordusu, koronavirüse karşı en ön cephede gece gündüz savaşıyor.
TV programlarında halkı bilinçlendirmek için ekrana çıkan doktorları dinliyorsunuzdur. Konuşulanlar arasında beni en çok etkileyen, her kriz durumunda mutlaka bir çözüm üretmeye dönük yaklaşımları oluyor.
Mesela, cuma akşamı saat 21.00 civarında iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildiği duyurulduğunda halkın açık olan marketlere hücum ettiğini gördük. Ekmek, su, gıda gibi temel ihtiyaçları için marketlere gidenler hakkında ve yasak kararı ile genelgenin aynı anda yayınlanmamasına dair herkes bir şey söyledi. Ama hekimler, hemen sosyal mesafe kuralına uymayanların 14 gün boyunca kendilerini izole etmelerine dair yapıcı görüşlerini açıklamaya başladılar. Doktorluğun ne olduğunun en iyi anlaşıldığı günlerden geçiyoruz. Bir kaza olduğunda kimi olaya bakmaya, kimi selfie çekmeye, kimi olay hakkında yorum yapmaya gider, birileri de olay yerinde yaralıya müdahale edip onu hayata döndürmeye çalışır ya, işte o kişiler doktorlar, sağlık çalışanlarıdır.
Ratcliffe tıp eğitimini Cambridge Üniversitesi’nde tamamlamış bir bilim insanı. Şüphesiz keşifleriyle kanser dahil birçok hastalığın tedavisinde bir gelişme sağlayacaktır.
Bilim insanlarına verilen onlarca Nobel ödülüne, yıllık 12 trilyon doları bulan sağlık harcamalarına rağmen dünya mikron ölçülerinde bir virüsün estirdiği ölüm kasırgasında savruluyor.
1.5 milyon insan virüse yakalandı, şu an için yaklaşık 75 bin insan hayatını kaybetti.
Nobel ödüllü araştırmacılara, lüks otellerden daha lüks hastanelere, trilyonlarca dolar paraya karşın insanlık böylesine bir kasırgaya hiç hazırlıklı olmadığı bir yerden yakalandı: Neredeyse bedava denilecek fiyata üretilen maske açığından...
Hiç kimsenin aklına bu kadar hazırlıksız yakalanılacağı gelmemiştir sanırım.
Ve biz bugün Cambridge Üniversitesi’nin adını kazandığı Nobel ödülleriyle değil, 2013 yılında yayınlanan ve evde yapılan maskelerin ne kadar önemli birer koruyucu olduğunu anlatan araştırmasıyla konuşuyoruz.
İKİ SAÇ LASTİĞİ, BİR BEZ