4 Eylül 2009
Tarihçiliğine lafım yok. ılber Ortaylı insanı hayrete düşüren hafızası, engin bilgisi ve huzur veren sesiyle bize tarihi sevdirdi. Buna kimsenin itirazı yok. Benim itirazım Ortaylı’nın Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü olarak ne iş yaptığı... Ortaylı saraydaki şarap krizinden sonra aynen şunları söylemişti: “şirketin yöneticilerinin Milli Virtüözümüzün sarayın önündeki Çaykovski konserinden anladıkları demek ki sadece şarapmış. şarabı alıp çayıra yayılacaklar. O zaman mangal yapanları niye eleştiriyoruz ki.”
Yani Ortaylı özetle “Müdürü olduğum sarayda düzenlenen etkinliğin kapsamından ve şarap içildiğinden haberim yok” diyordu.
Gelelim asıl bombaya. Önceki gün güvenlik elemanı Ali Gezer’in Topkapı Sarayı’nın bahçesinde Hint keneviri yetiştirdiği ortaya çıktı. Ben sarayda şaraba karşı çıkan Alperenler için “IV. Murat da içmiştir bilmem kim de içmiştir” diyen Ortaylı’nın hint keneveri vakası için de “Efendim o sarayda ne alemler yapıldı, açtırmayın şimdi benim ağzımı” demesini beklerken olaya bu kez toplumsal bir sorun olarak yaklaştı: “Ot yetiştirdiğini tespit edip emekli etmişler. Maalesef ayaktakımından güvenlik yaparsan böyle olur. Özelleştirmeden sonra Türk Telekom’dan atılanlar müzede güvenlik elemanı oldu. 2 bin lira da maaş alıyorlar. Sarayın güvenliği bunlara emanet. Ama komando getirseniz ne yapacak?”
Özetle Ortaylı müdürü olduğu saraydaki güvenlik görevlilerinden de bi haber. “Güvenlik görevlilerini de o mu seçsin” dediğiniz duyar gibiyim, haklısınız. Benim her iki olayda da dikkatinizi çekmek istediğim nokta Ortaylı’nın görev alanına giren konularda kendini eleştiriyor olması.
Müdür nedir?
Geminin kaptanıdır.
Gemiyi en son terk eden, en küçük hatada dahi sorumluluğu üstlenen kişidir.
Belki de birileri Ortaylı’ya “Abi seni Topkapı Sarayı’na padişah yaptık, takıl kafana göre” dedi. O da kendini padişah sanıyor. Baksanıza şu benzetmelere: Hint keneviri yetiştiren güvenlik görevlisi için ‘ayak takımından’, saraya taarruza geçenler Alperenler için de “Bab ı humayun’u bile geçemediler. Topkapı sarayı tarihinin en başarısız protestosu diyebiliriz” dedi.
Ortaylı’nın bu adli vakalarda bile bıyık altından gülerek yaptığı açıklamaları dinlemek büyük zevk ama üniversitede yoğun bir ders programı olan, televizyonlara program hazırlayan, arada harika kitaplara imza atan birinin Topkapı Sarayı’na ayıracak vaktinin olduğuna inanmıyorum.
Belki arada kahve içmeye gidiyordur o kadar.
Topkapı Sarayı ve diğerlerinin acilen gerçek müdürlere ve maddi kaynaklara ihtiyacı var.
Müzecilik ciddi bir iş
Yurtdışında saray ve müzeleri gezenler bilir. Herhalde en iyi de İlber Ortaylı bilir.
Nasıl anlatsam ki...
Oralarda müzecilik anlayışı tarihi bir eseri camdan çerçeveye alıp, altına küçük bir not düşmekten ibaret değil.
‘İnteraktif müze’ diye bir şey var.
Göze, kulağa hatta burna hitap eden müzecilik anlayışı bu. Londra’da bir savaş müzesinde 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir denizaltıyı geziyordum. Bir kapak var ve üzerinde “Üç ay yıkanmayan denizaltı mürettebatının nasıl koktuğunu merak ediyor musunuz?” yazan bir not vardı. Kapağı kaldırdığınızda etrafınızı bozuk yumurta gibi kötü kokular sarıyordu.
Bir örnek daha vereyim.
Liverpool’da bir başka müze. Çocuklara Ortaçağ kıyafetleri giydirmişlerdi, onlar da müzeyi dolaşıp not alıyorlardı. Müzede yürürken yanınızda birden üç boyutlu bir görüntü çıkıyor. Ortaçağdan emekli yaşlı bir amca size derebeyinin zulmünden bahsediyor. Afrika’dan getirdikleri kölelere yaptıkları soykırımı betimleyen bir oda yapmışlar. Kölelere yapılan işkenceler ekrana yansıtılıyor, kulaklarınız arka fondan gelen kölelerin çığlıklarıyla inliyor.
Kim bilir sizin de anlatacağınız daha ne güzel örnekler vardır.
Bizim de ise bırakın ‘interaktif müzeciliği’ tarihi eserlerimiz depolarda çürüyor.
Topkapı Sarayı’nda 30 TL verip harem diye üç-dört boş oda gezdirilen turistler bir daha geri dönmüyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2009
İtalya Milli Takımı Teknik Direktörü Marcello Lippi, eşcinsel ilişki içinde olan iki futbolcuyu hiçbir zaman aynı anda takıma dahil etmeyeceğini söylemiş ve eklemiş:
“Bu bir ayrım değil. Takım içinde dinamiklerin bozulmaması gerekir. Gay çiftin aynı futbol takımında olması bizi negatif etkiler.”
Bir gay çiftin aynı takımda oynaması diğer oyuncuları nasıl negatif etkiler acaba? Birbirlerini deliler gibi seven gay çift, maçta hep en kıyak asistleri birbirlerine mi yaparlar? Daha mı bencil oynarlar? Ya da gay çiftten biri başka bir takım arkadaşına aşık olup, kıskançlık krizine mi yol açar? Herhalde Lippi bu konularda endişe duyuyor.
Bu arada Lippi, eşcinselliğin cinsel bir tercih olduğunu ve buna saygı duyduğunu da söylemiş. Yani adamın tek derdi, takımdaki ekip ruhu ve ahengin bozulmaması... Ancak İtalya’daki eşcinsel örgütleri, Lippi’yi kınamış. Arcigay örgütünün web sitesinde şu açıklama yayınlanmış: “Neden futbolcular şov dünyasından kadınlar ile yaşadıkları flörtleri, her TV kamerası önünde gösterirken, eşcinsel futbolcular aşk yaşayamasınlar?”
Eşcinseller de haklı. Bu noktada çifte standart var. Arda Turan ile Sinem Kobal’ın yakınlaşması magazin basınına en flaş haber olarak yansıyorken, eşcinsel
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2009
Şaka şaka... Davut Güloğlu kadar delirmedim. “Hayko satanistir” demek yapacağı en son işlerden biri olurdu herhalde ama bir de sokaktaki vatandaşın algısı var. Rock’çı, metal’ci gençleri ‘satanist’ sanan, onları gördüklerinde dehşete kapılan bir kitlenin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu yanlış algılamanın baş mimarı da ne yazık ki, her satanist cinayetinde fona rock ve metal müzik döşeyen medya.
Her neyse sadede geleyim. Aslında bu haber üç gündür bende olgunlaşmayı bekliyordu. Hayko’dan konuyla ilgili bir şeyler karalamasını istedim ama herhalde kendisi olayı çok ciddiye aldı. Beklediğim yazıyı iki gündür bir türlü geçemedi.
Ben de haberin elimde patlamasından korktuğum için yazmak zorunda kaldım.
Evet, Türkiye’nin çakma Marly Mansion’ı Hayko Cepkin ilahi okudu. Okumakla kalmadı, klip çekti. Hem de TRT’ye.
Sadece Hayko değil başka sanatçılar da varmış ilahi söyleyen ama onları henüz öğrenemedim.
Hangi ilahi okundu bilmiyorum ama klibin bayağı ses getireceği kesin. Bu arada Hayko’nun Ermeni asıllı olduğunu da unutmayalım.
Bence TRT cesur bir Ramazan açılımına imza attı. Hükümetin de galiba rock’çı ve metal’ci gençlere maneviyat aşılama gibi bir niyeti var. Bu açılım Diyanet İşleri’nin Iron Maiden afişlerini bile gölgede bırakır. Tabii çok da tartışılır.
Hayko marjinal mi
Tamam, klip çok konuşulacak, bu projeden de en çok TRT karlı çıkacak. Peki, bu klibin Hayko’ya bir katkısı olacak mı? Hayko muhtemelen “Ben bu ilahiyi PR için söylemedim” diyecektir, haklı da olabilir ama yaptığı işin doğası gereği bu işten kısa vadede popülerlik anlamında bayağı karlı çıkacaktır. Peki ya uzun vadede? Bence uzun vadede Hayko’nun yıllardır müzik piyasasında oluşturmaya çalıştığı alternatif, marjinal imaj zarar görecektir.
Bir şarkıcının duruşu her şeyden önce gelir. Hayranlarıma “Ben neysem oyum” dersen kazanırsın (bkz. Duman). Yanlış anlaşılmasın bu sözler Hayko’nun ilahi söylemesine değil, tabii ki söyleyebilir. Hatta Hayko Ermeni olduğu için bu proje iki toplum arasındaki hoşgörüyü pekiştirir ama dedim ya sahnede kanlar içerisinde brutal vokal söyleyen Hayko’nun imajına ters düşüyor bu açılım.
Aslında Hoyko’nun en büyük sorunu da bu. Sahnedeki Hayko ile TV programlarındaki Hayko arasında büyük fark var. Bu sorun Sinan Çetin’in gazına gelip “Çocuk” gibi saçma sapan bir filmde rol almasıyla başlamıştı. Kim bilir belki de Hayko marjinal rolü kesen bir teenage hâlâ. Ya da muhafazakâr marjinal olmak istiyor.
Taraftar maçları boykot etsin
Bu köşede Türkiye’deki futbol maçı biletlerinin Avrupa’ya göre pahalı olduğunu defalarca yazdım. Milliyet’ten Mehmet Demirkol da bu konuya dikkat çekti, taraftar grupları internetteki forumlarda tepki gösterdi ama yazmakla bir şey değişmiyor. Özellikle de Fenerbahçe’de...
Biliyorsunuz Fenerbahçe’de bu sezon kale arkasından maç izlemenin bedeli 55 TL. Bugün Manchester United, Chelsea ve Liverpool maçlarını bile 55 TL’den ucuza izleyebilirsiniz. Kombine kart ücretlerine hiç girmiyorum orada durum daha vahim. Türkiye’deki asgari ücret, kişi başına düşen milli gelir belli. İngiltere’den, İtalya’dan İspanya’dan çok gerideyiz. Tüm bu acı gerçeklere ve taraftarın isyanına rağmen Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, geçtiğimiz günlerde net bir şekilde biletlerde indirim yapmayacaklarını açıkladı.
Aziz Yıldırım, Ronaldo’yu mu transfer etti de Fenerbahçe’nin maç biletleri Liverpool’dan Milan’dan Manchester United’dan daha pahalı? Guiza’yı, sıkıcı Süper Lig maçlarını izlemenin bedelini nasıl 55 TL olabilir? Amaç orta direğin ayağını tribünden kesmek mi?
Bence bu iş çok kolay çözülür. Fenerbahçe taraftarı maçları boykot ederse, bu bilet fiyatları iki haftada düşer. Düşmezse de Fenerbahçe boş tribünlere oynar.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2009
Cem Mansur, Vakit gazetesinin Topkapı Sarayı’nda düzenlenen konserlerle ilgili yaptığı kışkırtıcı haberlerden sonra “Artık camia olarak Vakit’i takip ediyoruz” demişti.
Ben de Vakit okuyorum ama benim derdim provokasyonları önceden öğrenmek değil. Gülmek için okuyorum. Vakit’in haber dili, mizah dergilerini aratmıyor.
İşte size en tazesinden, Ayla Erduran’ın fenalaşıp hastaneye kaldırıldığı konserden bir örnek. “İçki su gibi aktı”, “Topkapı Sarayı avlusunu adeta meyhaneye çevirdiler” sözlerini es geçiyorum ve şu satırlara odaklanmanızı istiyorum:
“İkinci defa sahne alan Ayla Erduran tekrar bayılınca programını yarıda kesti... Olayı görüntülemek isteyen muhabirlerimize çağdaş ve laik görünümlü kadınlar ‘o bir dahi’ şeklinde tepki gösterirken, güvenlik görevlileri ise Vakit muhabirlerini tartakladı.”
‘Çağdaş ve laik görünümlü kadınlar’ nasıl bir tanımdır sevgili okurlar? Siz birisini tarif ederken “Ya Ayşe vardı hatırlar mısın? Çağdaş ve laik görünümlü bir kızdı. Ne oldu ona?” der misiniz?
Belki de Vakit editörleri, ‘başörtülü’, ‘çarşaflı kadın’ benzetmelerine karşı böyle bir tanım üretmiş olabilirler ama fikrimi sorarlarsa çok absürd duruyor.
‘O bir dahi’ sözüne ne demeli? Şöyle bir ortam düşünün Ayla Hanım yerde yatıyor, etrafını gazeteciler cevirmiş, çağdaş ve laik görünümlü kadınlar, gazetecilere “Bırakın, açılın, çekmeyin. O bir dahi” diyor. Muhafazakâr mizah böyle bir şey olsa gerek.
Yamyamlara ızgara
İnternetin en ünlü magazin sitesi TMZ’de gördüm haberi... “Yamyamlar için mükemmel ızgara” başlığını atmışlar... Haberin spotu daha da komik: “Noel’e dört ay kaldı... Eğer Noel yemeğinde bir arkadaşınızı pişirmek istiyorsanız, sizin için mükemmel bir hediye bulduk...”
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2009
Önceki gün Sabah gazetesini elime aldığımda birçokları gibi ben de merakla “Minik Serçe’nin cesur yüreği” başlıklı manşete odaklandım. Haberde Sezen’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp “Annemle, babamla da konuştum. Açılımınızı ailece destekliyoruz. Sürecin güzel bir şekilde tamamlanması için elimden geleni yapmaya hazırım. Annem ve babam, bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyor. Ben de öyle görüyorum” dediği yazıyordu.
Bir gazeteci olarak benim ilk aklıma gelen, bu gazetecilik başarısının nasıl ortaya çıktığıydı. Sezen ile Erdoğan arasındaki ikili görüşme basına nasıl yansıtılmış olabilirdi? Sezen’in basını arayıp ben Başbakan’a “Bunları söyledim” diyeceğini tahmin etmiyorum. Başbakan da basına direk böyle bir açıklama yapmadığına göre bu haber nasıl elde edilmişti? Daha sonra haberin devamına baktım birinci sayfadaki spotun dışında Sezen’in Erdoğan’la konuşmasına ait daha fazla bir bilgi yoktu. Sadece birinci sayfadaki spotu desteklemesi için Aksu’nun Tunceli konserindeki açıklamalarına yer verilmişti. Kafam iyice karıştı! Sezen’in henüz kimsenin ne olduğunu tam olarak anlamadığı, eylem planı ve maddeleri açıklanmayan Kürt açılımı gibi önemli bir konu hakkında ‘ailece sizi destekliyoruz’ gibilerinden kısa, net ama havada kalacak bir açıklama nasıl yapar diye kafamda bir sürü soru geçti.
Ertesi gün haberin kaynağı açıklanır umuduyla yine merakla Sabah’ı açtım. Yine konuyla ilgili bir açıklama yoktu. Bunun yerine “Sezen’e alkış” başlıklı haberde sanatçıların görüşlerine yer verilmişti. Sibel Can, İbrahim Tatlıses, Ajda Pekkan Aksu’nun açıklamalarına tam destek vermiş, Yılmaz Erdoğan gözü kapalı “Aksu’nun her kelimesinin altına imzamı atıyorum” demiş.
Sonra Hürriyet gazetesini okudum. Hürriyet de sanatçıların görüşlerine yer verilmişti ama orda durum biraz farklıydı. Demirhan Hararlı imzalı haberde Yavuz Bingöl, Tarık Akan, Hülya Avşar, Müjdat Gezen de benim gibi düşünüyordu, onların da kafalarında soru işareti vardı. Hülya Avşar haklı olarak “Açılımın ne olduğunu kimse bilmiyor. Sezen’in böyle bir yükü üzerine almaması gerekirdi. Ne biliyor ki konuşuyor?” diyordu.
Sonra sanatçı görüşlerinin üstündeki Metehan Demir imzalı habere baktım ve içimden “İyi ki Hürriyet var” dedim.
Durun “Kendi gazeten diye atıp tutma, yalakalık yapma” demeyin sevgili okurlar. Önce bir haberi okuyun. Demir, Sezen’in Erdoğan ile görüşmediğini ve görüşlerini Başbakan’ın Özel Kalemi’ne ilettiğini yazdı. En önemlisi aynı haberde Sezen’in hükümetin Kürt açılımına gözü kapalı destek vermediğini öğrendik. Sezen aynı görüşmede şunları da söylemiş: “Her gün neredeyse tüm gazeteleri okuyorum. Yazılanlardan ve haberlerden çok etkilendim. Benim de tabii ki bu gelişmeler yaşanırken güzel ülkem ve tüm vicdanlar adına karşı çıkabileceğim veya tamamen destekleyebileceğim noktalar olacaktır. Tek istediğim bu ülkede kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak ve gepegenç çocukların artık ölmemesi.”
Yani özetle Sezen, Kürt açılımına gözü kapalı destek vermiyor, karşı çıkabileceği noktaların olduğunu söylüyor ve tek istediğini artık daha fazla kan dökülmemesi olduğunu belirtiyor.
Niye “İyi ki Hürriyet” var diyorum umarım şimdi anlaşılmıştır.
1. Sabah haberini Aksu, Erdoğan ile konuştu diyerek yanlış vermiştir.
2. Sabah diğer sanatçıların görüşlerini alırken Sezen ile farklı düşünenlere sahip Tarık Akan ve Ozan Arif’in görüşlerine yer vermiştir ama baş sayfada Sezen’e ‘sanatçılardan tam destek geldi’ havası yaratmıştır.
3. Sabah, Aksu’nun görüşlerini tam olarak yazmamıştır, eksik bilgi vermiştir.
4. Sabah’ın hem Aksu’ya hem bu yorumdan hareket ederek beyanat veren diğer sanatçılara hem de okurlarına özür borcu vardır.
Serdar Ortaç Kürtçe şarkıda halay çeksin
Evet, Sabah’ın Kürt açılımına dair bir sonraki hamlesi bu olmalı... Ortaç önce Sezen Aksu’nun kamuoyuna eksik servis edilen görüşlerine onay verir sonra da ATV’de çıkar Kürtçe şarkı söyler ve halay çeker. Eğer Ortaç böyle radikal bir değişime imza atarsa Kürt açılımı gerçekleşmiş olur. Evet, aynen böyle düşünüyorum. Ne de olsa binlerce dansöz var!
Magazin Gazetecileri Ödül Töreni’nde rahmetli Ahmet Kaya’ya yapılanları hatırlayın. O zaman bırakın Kürtçe açılımını, Güneydoğu’daki insan hakları ihlallerine dair en küçük bir eleştiri bile linç sebebiydi. O dönemde Ahmet Kaya’yı linç etmek, Serdar Ortaç ve türevlerinin 10. Yıl Marşı’yla tempo tutmak modaydı. Şimdi ise Kürt açılımına destek moda, Kürtçe yayın yapan devlet kanalı var. Bir sonraki adım da Ortaç’ın Kürtçe şarkıda halay çekmesidir.
Bu süreçte sanatçıların açıklama yapmaları, uzun uzun röportajlar vermeleri o kadar havada kalıyor, o kadar anlamsız ve bazıları o kadar sahte ki, anlatamam.
Dün Sabah’ın birinci sayfasında “Sezen’e alkış” başlıklı haberde Sibel Can’ın hani eliyle eteğini yukarı kaldırdığı, “Bakın ben hala güzelim” dediği seksi fotoğraf kullanılmıştı. Yanda da Can, “Yıllardır akan kanların bitmesini diliyorum” diyordu.
Bu haber mantığı aslında Kürt sorununa dair düşüncelerimizi her şeyiyle özetliyor. Her sabah oğlunun mezarına su döken, çiçek koyan ananın hakkını nasıl ödeyeceğiz? Sibel Can’ın seksi fotoğrafıyla mı?
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2009
Daha önce “İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olmasına kaldı dokuz ay. Ortada proje yok” demiştim. Şimdi kaldı beş ay. En son kabul edilen 281 projeden sadece 60’ı tamamlanmıştı. İstanbul proje açısından en fakir şehirler arasında gösteriliyordu.
Vallahi Emrah Yücel’in “İstanbul on My Mind” filmini eleştirdiğime bile pişmanım artık. Üstelik ortada para da var.
Devlet 2010 Ajansı’na proje üretmesi için 805 milyon liralık bütçe ayırdı. Bu parayla en başta müzelerimizin ve tarihi mekânlarımızın elden geçirilmesi gerekiyordu. 2010 Ajansı ve Kültür Bakanlığı bu işi çok iyi yürütüyor, orada sorun yok. Sorun ses getirecek projeler üretmekte...
Bu noktada Türkiye’nin önüne hiç beklemediği anda büyük bir şans doğdu. İstanbul, 2010 MTV Avrupa Müzik Ödülleri’ni (EMA) düzenleyecek aday şehirler arasına girdi. Hatta favori de gösteriliyor. Çünkü bu tören genelde Avrupa kültür başkentlerinde düzenleniyor.
Geçtiğimiz yıl Liverpool Avrupa Kültür Başkenti’ydi ve EMA töreniyle büyük ses getirdi. Bu törenin bizim basında bile nasıl haber olduğunu hepimiz biliyoruz. Madonna, Eminem, Beyonce, Red Hot Chili Peppers, Justin Timberlake, Britney Spears gibi dünyanın en iyi, en ünlü şarkıcıları sahne alıyor MTV törenlerinde. Asıl önemli olan ise hepsinin aynı gecede bir araya gelmesi.
Geçtiğimiz yıl Liverpool’da sahnede performans sergileyen sanatçıların sayısı yaklaşık 40’tı. Bir de Sir Paul McCartney, Bono gibi ödül veren efsaneler vardı. VIP konuklarla beraber 100’ü aşkın klas sanatçı Liverpool’a çıkarma yapmıştı. Aslında EMA’ya sadece müzik ödülü olarak bakmak yanlış. Büyük bir kültürel olay.
Avrupa’nın farklı şehirlerinden gençler Londra’da toplanıp yürüyerek Liverpool’a gitmişti. Bu olay için “Beatles’ın doğduğu şehir Liverpool’a haç ziyareti” deniyordu. Tüm dünya basınının gözü Liverpool’a çevrilmişti. Törenin promosyonu aylar sürmüştü. Törende o gece ABD Başkanı seçilen Barack Obama ile ilgili sanatçıların yaptığı açıklamalar büyük yankı uyandırmıştı.
Kısacası eğer 2010 Ajansı ve Kültür Bakanlığı istenen desteği verirse ve İstanbul aday ülkeler arasından sıyrılırsa, bu Türkiye için büyük şans olacak.
Bu tören aynı zamanda İstanbul için büyük bir tanıtım ve prestij kaynağı da olabilir.
Türkiye’de daha önce böyle büyük çapta bir organizasyon gerçekleştirilmedi. MTV’siz gerçekleştirmek de çok zor. Çünkü bu törenin bütçesi büyük oranda MTV ve sponsorları tarafından karşılanıyor.
Bir de Türkiye’nin yurtdışında çizdiği güvensiz ülke imajı ortada. Yunanistan’a kadar gelen turist bir türlü karşı tarafa geçmiyor.
EMA ile 100’e yakın dünya starını aynı anda İstanbul’a getirmek, ülkemizin güvenlik açısından sorunsuz bir ülke olduğunun kanıtı olacak.
Tabii 2010 Ajansı harekete geçerse ve aday ülkeler arasından sıyrılırsak.
Tanrılar kurban istiyor
Bursa’da, 27 yaşındaki su dağıtıcısı Naci K. asansörde boş damacanayla mastürbasyon yaparken tespit edilmişti.
Naci’yi tespit eden asansördeki kameraydı. Olayın bundan sonrasını hepimiz biliyoruz. Naci, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı ve tüm Türkiye de bu olayla dalgasını geçmişti ama gerçek hayatın hiç şakası yoktu.
Naci şimdi yargılanmayı bekliyor. Avukatlar da asansörün halka açık bir alan olup olmadığını, Naci’ye ceza verilip verilmeyeceğini tartışıyor.
Habertürk gazetesine konuşan avukat İbrahim Coşkun, “Asansörün kapalı alan olması nedeniyle olay suç teşkil etmez. TCK’nın 225. maddesine göre, teşhircilik yapanın hayasızca, herkesin görebileceği genel bir yerde bu suçu işlemiş olması gerekir” demiş.
Avukat Nesrin Tataroğlu Ağlan’ın açıklaması ise şöyle: “Asansör ortak alan olduğu için bu olayda teşhircilik suçu gerçekleşmiş durumdadır. Olayın faili, yasanın gerektirdiği şekilde cezalandırılmalıdır. Hatta örnek olması açısından verilecek cezada en üst sınırlar uygulanmalıdır ki, caydırıcılık ilkesi de vücut bulmalı.”
Üst sınır ne acaba? Galiba tüm Türkiye’yi kahkahaya boğan Naci’nin yakında dramını da izleyeceğiz.
Okuyucu yorumlarına bakıyorum, eğlence tam gaz devam ediyor:
“Damacana şikayetçi değilse mesele yok”, “Damacanaya tazminat ödenmeli”, “Bence en garip seks dalında Naci’ye ödül verilsin”...
Naci’nin en garip seks dalında ödül alamayacağı kesin. Bisikletle, arabayla seks yapanlar da var.
Bence asıl tartışılması gereken kameralar... Dedim ya, bisikletle seks yapan bile var.
Kendinizi Naci’nin yerine koyun. En garip fantezilerinizin tüm Türkiye tarafından izlendiğini ve tartışıldığını düşünün.
Asansörde kamera olmasaydı, Naci ve damacanasını ruhumuz bile duymayacaktı.
Kameralar artık her yerde. Şimdi bir de bunlara 3G teknolojisi eklendi. En kısa zamanda 3G’den de skandallar bekliyorum.
Bir de şu var; cinselliği ve çıplaklığı televizyonda, sinemada, internette sonuna kadar kullanıyoruz.
İki dizi kahramanının öpüşmesi bile internette tıklanma rekoru kırıyor. İnternetten çocuk pornosu indirmede birinciyiz.
Turistlere tecavüz vakalarında ise Avrupa’da şampiyonluğa oynuyoruz. Sonra da ibret olsun diye Naci’nin en ağır cezaya çarptırılmasını istiyoruz.
Çok ikiyüzlüyüz be kardeşim.
Bence Naci’ninki sapıklık değil bir fantezi kazasıydı.
Bu film çok izlenecek
“Nefes” filminin fragmanı internette dolaşıyor, efsanesi kulaktan kulağa yayılıyor. Filmin yönetmeni Levent Semerci’nin reklamcı geçmişi var. Film nasıl tanıtılır çok iyi biliyor. Hiç basın açıklaması, röportaj yok. Sadece filmden kareler ve görüntüler servis ediliyor.
Çekimleri tam iki sene süren bu filmin sitesine girin. Çatışma sahnelerini görünce hayret edeceksiniz. Bir de şu linke tıklayın:
http://www.izlesene.com/video/sinema-nefes-filmirsquonden-bir-sahne/1086939
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2009
48 yaşındaki T.K., Topkapı’da köprü altında minibüs beklerken iki tinerci tarafından bıçak zoruyla kuytu bir köşeye çekildi, öldüresiye dövüldü ve en sonunda da sırayla tecavüze uğradı.
Saat 18.00’di ama T.K’nın sesini duyan olmadı...
Çoğunuzun bildiği bu haberi, ilk duyduğumda Monica Bellucci’nin 10 dakikalık tecavüz sahnesiyle tartışma yaratan “Irreversible-Dönüş” filmi aklıma geldi. Orada mekan bir alt geçitti ama saat gece yarısıydı. Bellucci yerde yüzüstü tecavüze uğrarken alt geçidin karşı tarafında kaçıp giden bir insan gölgesi belirmişti. Bir-iki saniyelik bir sahneydi ama modern toplumdaki duyarsızlığı her şeyi ile özetliyordu.
Bizdeki tecavüz vakasında yoldan geçen otomobiller yüzünden T.K’nın sesini duyuramadığı söylendi.
Ben de aynı fikirdeyim. Henüz yardım etmeyecek kadar insanlığımızı unutmadığımızı düşünüyorum. Acaba? Belki de o noktaya geldik, haberimiz yok. Belki de haklı olarak sigara vermediği için Eminönü’nde üzerine tiner dökülüp cayır cayır yakılmaktan korkuyoruz.
Evde eşim, “Artık sokağa çıkmaktan korkuyorum. Bana böyle bir şey yapılsa, o iki tinerciyi öldürmeden yaşayamam” dedi. Ben de “Bu adamlar içine çektikleri tinerle zombiye dönüşüyorlar, akli dengeleri sıfıra iniyor. Tinercileri rehabilite etmeden bu sorunu çözemeyiz” falan dedim.
Eşim bana şöyle bir baktı! Ateşin düştüğü yerden bakmamı, belki de benden “Taxi Driver” filmindeki Travis olmamı, bireysel adalet dağıtmamı istiyordu. Kendimi bir an “Crash-Çarpışma” filminde eşinin üstünü ararken taciz eden polise tepkisiz kalan adam gibi hissetim.
Zaten o pozisyona düşmek bir erkeğin bittiği andır. Eşimin o bakışından sonra T.K’nın varsa kocası ve çocuklarını düşündüm. Acaba sigara vermediği için tinerle çayır çayır yakılan adamın yakınları ne düşünüyordu? Sonra Beyoğlu’nda güpegündüz bir Alman turisti bıçaklayıp öldüren tinercinin “Benim psikolojim bozuk” sözüyle kendini savunması aklıma geldi. Nasıl savunma yapacağını çok iyi biliyordu! Evet, çok fazla içerde yatmıyor bu vahşeti işleyen tinerciler ve dışarı çıktıktan sonra aynı suçu defalarca işliyorlar.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2009
Sevgili okurlar, önceki gün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Başbakanı Vladimir Putin ve İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin katılımıyla gerçekleşen ‘enerji zirvesi’ni kahkahalarla izledim.
Evet, böyle bir mucize gerçekleşti.
Rusya, Türkiye ve Avrupa’dan geçecek doğal gaz borularını konu alan sıkıcı bir devlet töreninde bile gülecek bir şey çıkıyor...
Bu mucizeyi gerçekleştiren kahraman ise başbakanımızdı.
Erdoğan, konuşmaların ardından gazetecilere ilgilerinden dolayı teşekkür ederken, “Acele etmeyin dağılmıyoruz, beraber bir mesajımız olacak” dedi ve o müthiş cümleyi kurdu: “Sayın Silvio come here”...
Başbakan Erdoğan’ın Türkçe ve İngilizce’yi birleştirecek yeni bir dil kurma hayali var galiba. Tıpkı Davos’taki “Van minüt, van minüt, olmaz, olmaz, van minüt” örneğinde olduğu gibi...
Erdoğan’ın “Sayın” demesinin dışında kafama asıl takılan sözü ‘come here’.
Başbakanımız bariz bir şekilde İtalya Başbakanı’na “Silvio gel buraya” diyor.
Yazının Devamını Oku