10 Ekim 2009
“Magazin muhabirleri eski Türk filmlerindeki kötü adam karakterlerini hatırlattı.
Yazıp oynuyorlar. Kötü adamlar, kötülük yapıp kahkaha atıyorlar. İğrenç...”
Levent Kırca ve Timuçin Esen vakalarının üzerine Dr. Nihal Çamlıbel adlı okurumdan geldi bu kısa yorum...
Maalesef halkın gözünde magazinciler için çizilen profil aynı Çamlıbel’in betimlediği gibi. Demek ki bir yerlerde yanlış var.
Genelleme yapmak istemiyorum ama “Yazıp oynayanlar” magazinciler ama televizyoncu magazinciler!
Türkiye’de bugün eğer ana haber bültenlerinde ‘magazin terörü’nden bahsediliyorsa bu işin günah tohumlarını atan magazin programlarıdır. Başta ünlülerle ayaküstü eğlenceli sohbetlerle başlayan yayıncılık anlayışı, bugün artık karakoldan çıkan Timuçin Esen’e “Adam mı oldun lan” diye bağıran, bir başka ünlüye “Siz gay misiniz?” deme cesaretini kendinde bulan televizyoncu magazin muhabiri figürü yaratmıştır.
Evet, yazılı ve televizyoncu magazinciler arasında büyük fark var. Televizyon magazincilerinin asıl hedefi haber değil sansasyon yaratan görüntü yakalamaktır. Çünkü kavga ve tartışma her zaman reyting getirir. Bu görüntüyü elde edebilmenin en kestirme yolu da sanatçıları kışkırtmaktır.
Yazılı magazin basınını uzun uzadıya anlatmama gerek yok sanırım. Olayı, haberi sayfasına taşır, sanatçıyı provoke ederek haber yaratmaz.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2009
Levent Kırca’ya ait bu söz...
Beşiktaş’ta bir restoranda kadın arkadaşıyla birlikte yemek yerken görüntülendiği için Vatan Gazetesi muhabiri Bora Engin’e saldıran Kırca, Star Ana Haber’de kendini savunurken “Bana vurdu, gözümün retinası çizildi... Muhabirin elinde hamam böceği vardı, üzerime attı ve arkamda duran diğer muhabir de beni çekti” dedi.
Kırca’nın iddialarını milyonlar izledi bu noktada Bora’nın da söz hakkı olmalı.
Bora’ya telefon açtım. O da aynen şunları söyledi: “Levent Kırca bizden önce kendisini çeken kameramanları arıyordu. Biz de yanına gittik sohbet ettik biraz. Sonra ben fotoğrafını çektim. O da küfür etti, ‘Ver lan kamerayı’ dedi. Ben de ‘Kamerayı vermem ama sizi mi kıracağız fotoğrafları sileriz’ dedim. Ama o yine küfür etti ve sonra yakama yapışıp vurmaya çalıştı ama ben kendimden yaşça büyük olduğu için elimi bile kaldırmadım. Çekme dese çekmezdim. Başkalarına olan sinirini bizden çıkartmaya çalıştı.”
Daha sonra “Peki, hamam böceği mevzusu nedir?” diye sordum Bora güldü ve şu yanıtı verdi: “Ben Kırca ile konuşurken kafamda bir böcek görmüşler. Kahverengi bir şeydi, hamamböceği değil yani. Herhalde ağaçtan düştü. Tam o sırada restoranın şefi gelip, ‘Dur kıpırdama’ deyip kafamdaki böceğe vurdu. Kırca herhalde bunu görüp, kafasında çılgınca teoriler üretti. 70 yaşında bir büyük usta milyonların önünde yalan söylüyor aklım almıyor. Yanımda hamam böceği taşıyıp onu Kırca’ya atmam için çıldırmış olmam gerek. Yarın dava açacağım, avukatlarla konuştum.”
Kavgadan bir gün önce Kırca...
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2009
Gececi magazin muhabirlerinin provokatif sorularından basına güzel malzeme çıkıyor ama bazen istenmeyen olaylar da yaşanmıyor değil...
Bülent Ersoy’un babası Fikret Erkoç’un “Popstar Alaturka”nın çekimlerinde yaşadığı üzücü durumda olduğu gibi.
Tamam, bugüne kadar Ersoy’un babasını çok az gördük ya da hiç görmedik. Haber bomba da keşke daha saygılı olunsaydı, 90 yaşındaki adam ezilme tehlikesi yaşamasaydı.
Kimse babasının bu duruma düşmesini istemez ama itiraf etmeliyim ki, muhabirler, Fikret Amca ve Ersoy arasında geçen diyaloglar stand-up tadındaydı.
Muhabirler, Fikret Amca’dan önce bir evlat olarak Bülent Ersoy portresi çizmesini istediler ve aynen şu soruları yönelttiler: “Efendim, Bülent Ersoy’un babası olduğunuz doğru mu?”, “Bülent Hanım hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “Efendim şimdiye kadar görünmüyordunuz doğru mu?”
Fikret Amca’nın verdiği tek yanıt ise “Doğru diyoruz” oldu.
Korumalar baktılar olacak gibi değil, Fikret Amca’yı tekrar kulise soktular. Bu noktadan sonra da film koptu zaten. Ersoy muhabirlerden hesap sormak için hışımla dışarı çıktı ama öyle bir absürd soruyla karşılaştı ki, donup kaldı, öfkesi eriyip kayboldu.
ışte o soru: “Efendim babanızla beraber mi yaşıyorsunuz?” ve Ersoy’un yanıtı: “Ne abuk sabuk sorular bunlar. Babamla niye beraber yaşayım. Koskoca 60 yaşında insanım, babamla niye yaşayım? Sen ananla mı yaşıyorsun? Haaa... Nerenin nesi bu? (soruyu yönelten muhabiri gösteriyor) Kim bu? Nerenin çocuğu bu? Hangi kanal?”
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2009
RTÜK’ün dizilerdeki öpüşme sahneleriyle kafayı bozmasına hiç gerek yok aslında.
Öyle öpüşme sahneleri ekrana geliyor ki, insan cinsellikten soğuyor.
Alın size en tazesinden bir örnek: “Ah Kalbim” dizisinde Tamer Karadağlı, rol arkadaşı Sezin Akbaşoğulları’na öyle bir yapışmış ki, sanki öpmüyor suni teneffüs yapıyor. Sezin kollarını iki yana açmış sanki dokunsa elektrik çarpacak. Aslında daha dikkatli bakarsanız ortada öpüşme de yok. İki dudak birbirine sürtüyor.
Peki, dünya sinema tarihinin en kötü öpüşme sahnesi kime ait?
Böyle bir liste var mı bilmiyorum ama eğer olsaydı 1984 yapımı “Ayşem” filmindeki İbrahim Tatlıses ile Hülya Avşar’ın öpüşmesini tek geçerdim.
Fotoğrafta da gördüğünüz gibi İbo, önce iki eliyle Hülya’yı başından yakalıyor, sonra bıyığıyla kurbanının burun deliklerini tıkayıp onu iyice savunmasız bırakıyor. Daha sonra alt dudak, Alien misali harekete geçip vantuz gibi yapışıyor ve Hülya’nın zavallı üst dudağı İbo’nun bıyığıyla alt dudağı arasında sıkışıp kalıyor.
Bu noktada oksijensiz kalan Hülya’nın çırpınışı internetten bulup izleyin derim. Hülya gerçekten İbo’nun bıyıklarından kurtulmaya çalışıyor.
Yağmur anne, Pınar baba olursa
İngiltere’nin en ünlü hukuk bürolarından birinde çalışan avukat Catherine Bailey, Thames nehrine atlayıp intihar ettiğinde geride kocasına şu notu bırakmıştı: “Richmond, o kadar üzgünüm ki. Bütün sevgim sen ve kızlar için. Onları asla bırakma.”
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2009
Kim ne derse desin bu ülkede gündemde kalmayı en iyi başaran kişi Hülya Avşar. Üstelik son dönemde sanatçı kimliğiyle hiçbir şey yapmadan bunu başarıyor. Ne filmi var, ne dizisi, ne de albümü ama herkesten daha çok, o konuşuluyor.
Eskiden Kaya Çilingiroğlu-Feraye Tanyolaç polemikleriyle gündemde kalmaya çalışan AVşar’ı, bugün Kürt açılımının en tepesindeki tartışma konusu olarak ana haber bültenlerinde, gazetelerin en saygın köşelerinde takip ediyoruz.
Avşar bence birçok politikacıdan daha tutarlı. Hatta zekice açıklamalarıyla Kürt açılımındaki tartışmalara yön veriyor.
Gelelim asıl soruya.
Hülya Avşar bu çıkışında samimi mi? Eskiden olduğu gibi tüm bu açıklamaları da gündemde kalmak için mi? Yanıtlaması zor sorular. Belki şöyle bir yanıt olabilir: Avşar açıklamalarında samimiydi, sanatçı duyarlılığıyla hareket etti ama son Anıtkabir ziyaretiyle kafaları karıştırdı.
Siz daha önce Avşar’ı Anıtkabir’i ziyaret ederken gördünüz mü?
Ayrıca hakkında soruşturma açılması da Avşar’a prim kazandırmıştır. Avşar artık ulu yazarlar gibi düşünce suçundan yargılanmanın haklı gururunu yaşamaktadır.
Habertürk’te başlayacak programı öncesi bundan daha güzel bir PR olamazdı.
Ayın esprisi: Arda, Messi’den iyi
Bu espriye imza atan kişi iki dönem önce Galatasaray’da Futbol Şube Sorumlusu olan Fatih Gökşen... Bakın ne demiş: “Bence Arda’yı Messi’yle değil; Messi’yi Arda’yla kıyaslamak lazım; çünkü Arda’nın kalça yapısı, fizik özellikleri Messi’den daha güçlü... Eğer ismi yabancı bir isim olsaydı, şu anda Arda, transfer rakamı olarak dünyanın sayılı futbolcuları arasında olabilirdi. Medyanın sahip çıkması gerekir.”
Karşılaştıracak başka futbolcu yok muydu Fatih Bey? Messi’den bahsediyoruz yahu!
Belkide Gökşen, bunca zamandır Messi diye yanlış bir futbolcuyu izliyor olabilir. Eğer kıyas mevzusu kalçaysa, ben de Ronaldo’dan daha iyiyim, bunu bilmiş olun.
Medyanın Arda’ya sahip çıkmama mevzusu ise bence Messi karşılaştırmasından daha komik. Bırakın sahip çıkmayı bence Arda haddinden fazla abartılıyor.
Evet, Arda yetenekli, iyi futbolcu ama bir süper star ya da yıldız değil. Arda daha Süper Lig gibi ikinci sınıf bir ligde 90 dakikayı kaldıramıyor, 60 dakika sonra pili bitiyor. İstatistikleri de çok iyi değil. Top ona geldiğinde oyun yavaşlıyor, bekle ki çalımları bitsin.
Arda gelişmekte olan bir futbolcu ama çok abartıyoruz. Bu abartı da ona zarar veriyor.
Neyse ki, artık emin ellerde. Rijkaard ona nasıl yıldız futbolcu olacağını öğretecektir.
Antalya’da Türkiye’yi iki filmin temsil etmesi
Antalya Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde “Sıcak”ın Türkiye’yi temsil edeceğini yazmıştım. İddiam doğru çıktı. Bir gazetecinin bir hafta önceden yarışacak filmi yazması büyük riskti, haber kaynağımın beni yanıltmadığına seviniyorum ama bir yandan da üzülüyorum. Çünkü “Sıcak”ın Türkiye’yi temsil edecek kalitede bir yapım olmadığı konusunda ısrarcıyım.
Geçtiğimiz hafta yine aynı yazıda Abdullah Oğuz’un ‘ulusal yarışma’nın seçici kurulunda yer aldığını, ‘uluslararası yarışma’nın seçici kurulunun olmadığını, bu kategoride yarışacak filmlerin festival komitesi tarafından belirleneceğini ve bu ortamda “Sıcak”ın seçilmesinin kafalarda soru işareti bırakacağından bahsetmiştim. Festival komitesi “Sıcak” ile birlikte Pelin Esmer’in “11’e 10 Kala” filmini de yarışmaya sokarak kafaları iyice karıştırdı.
Ben bu kategoride iki Türk filminin aynı anda yarıştığına ilk kez şahit oluyorum. Türkiye’nin iki filmle temsil edilmesinin mantığı nedir, ne olur biri bana açıklasın.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2009
Biliyorum bu konu çok yazıldı çizildi ama biri çıkıp artık Ertem Şener’e ‘dur’ demeli...
Evet, maçı heyecanlı anlatıyor, izleyicileri mıknatıs gibi kendine çekiyor ama ayrıntı bilgi verme konusunda işi artık iyice abarttı.
Her pozisyonda bilmem kimin babasının ne iş yaptığını dinlemek ve bilmek zorunda değiliz. Ayrıntı bilgi vermenin de bir sınırı olmalı ama Şener tartışıldıkça işi daha da abartıyor.
Şimdiki hastalığı, futbolcu isimlerine kafiye bulmak. “Harry Kewell, Galatasaray şimdi cıvıl cıvıl...”, “Milan Baros, bu da hoş...”
Bir de basketbol terimlerini futbola uyarlıyor, bazı pozisyonlara “Hücum faul” diyor falan...
Şener artık sadece Ekşisözlük’ün değil, Facebook ve daha birçok internet sitesinin de vazgeçilmez espri malzemesi oldu.
İşte maç spikeri olmaktan çıkıp gençler arasında bir fenomene, absürd bir kahramana dönüşmeye başlayan Şener’in ayrıntı bilgi verme tutkusunu ti’ye alan Ekşisözlük yorumları...
Yazanların eline sağlık diyor ve sizi Ertem Şener’in öğrettiği inanılmaz gerçeklerle baş başa bırakıyorum:
? Jose Mourinho hakemin kararına çok kızıyor... Sevgili seyirciler Mourinho, çocukken bir 23 Nisan’da konuk öğrenci olarak Ankara’ya gelmiş, törende Portekiz bayrağı taşımış ve Demetevler’de bir ailenin yanında bir hafta kalmıştı.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2009
Yok, ulusalcı değilim... Kürtçe konuşulmasına, bu dilde eğitime de karşı değilim. ısteyen istediği gibi konuşsun, okusun ama Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin “Ulusal Yarışma” bölümünde Kürtçe film yarışmasın.
Adı üstünde, ‘ulusal yarışma’! Türkiye’nin resmi dili henüz değişmedi! Yurtdışındaki festivallerin ‘Ulusal Yarışma’ bölümlerinde yarışan filmlerin ana dilde olması gerektiği de...
Oscar’da da durum aynı. ABD’de 70 milletten insan yaşar, ıspanyolca en çok konuşulan ikinci dildir ama Oscar’da yarışacak filmlerin dili ıngilizce’dir. Çünkü ABD’nin resmi dili budur.
Hani Oscar haberlerinde “En ıyi Yabancı Film Oscar’ı” diyoruz ya, o kategorinin tam adı aslında: “Best Foreign Language Film of the Year”. Yani Yabancı Dilde Yılın En ıyi Filmi...
Hepimiz özgürlüklerden yanayız, ben de festival yönetiminin iyi niyetli hareket ettiğine inanıyorum ama “Min Dit” filminin “Ulusal Yarışma” kategorisine dahil olmasıyla, büyük bir kaosun kapısı aralanmıştır. Lazlar, Çerkezler, Gürcüler vs... Artık her etnik grup kendi dilinde “Ulusal Yarışma”ya katılabilir.
şimdi daha ilginç bir örnek vereceğim; festivalin yönetmeliğini inceledim. Ulusal Yarışma’da yer alabilmek için bir filmin Türkiye’de gösterime girmesi, ortak yapım olsa bile yerli yapımcının katılım payının en az yüzde 51 olması gibi bir sürü madde sıralanmış ama dil konusunda herhangi bir açıklama yok.
Yani bırakın Türkçe’yi, bu yönetmelikle Fransızca, Japonca dillerinde çekilmiş herhangi bir filmi bile Ulusal Yarışma’ya dahil edebilirsiniz.
Evet, yanlış okumadınız, canınız isterse Çince filmle bile yarışmaya katılabilirsiniz.
Altın Portakal’ın olası ilk skandalı
Altın Portakal nasıl bir festivaldir, anlamış değilim! Aday gösterilmeyen yapımları, jürinin tercihleri, yabancı konukları vs... Her sene mutlaka bir vukuat ya da tartışma yaşanıyor. Olmadı, kazanan filmler tören öncesinde basına sızıyor.
ışte bunun en taze örneği... Yok, kazanan filmi açıklamayacağım, o kadar da değil...
Festivalin ‘Uluslararası Yarışma’ bölümünde yarışacak filmler 25 Eylül’de açıklanacak ama ben kuşlardan aldım haberi... Türkiye’yi temsil edecek film, belirlendi. Bana birçok manşet haberi çıkaran, çok güvendiğim bir kaynağa dayanarak yazıyorum.
Biliyorum, şimdi bu filmin adını yazmam risk. Belki de yazdığım için film yarışmadan çıkarılacak. Ama ben de zaten bunu istiyorum! Çünkü eğer o film Türkiye’yi temsil ederse, festival komitesi hiç de hoş olmayan iddialarla karşı karşıya kalacak.
Lafı fazla uzatmayayım; Türkiye’yi temsil edecek film, eleştirmenlerin yerden yere vurduğu, 100 küsur salonda gösterime girmesine rağmen sadece 75 bin kişinin izlediği, Abdullah Oğuz’un “Sıcak” filmi.
Gelelim iddialar bölümüne...
Abdullah Oğuz bu yıl Ulusal Yarışma’da yer alacak filmleri seçen ön seçici kurulda yer aldı. Uluslararası Yarışma bölümünün seçici kurulu ise açıklanmadı. Dün telefon açtım, sordum. Uluslararası Yarışma bölümünün seçici kurulu yokmuş, filmleri festival komitesi belirliyormuş. Herhalde bu komitede Oğuz da yer almıştır...
Henüz basına sızmayan bir bilgi daha vereyim; Altın Portakal törenini Oğuz’un sevgilisi Ebru Akel sunacakmış.
şimdi birleştirin puzzle’ın bütün parçalarını...
ınşallah ben yalancı çıkarım. Türk sineması ve Altın Portakal’ın geleceği adına kendimi feda etmeye hazırım.
Beşiktaş taraftarı tezahüratı bilmiyor
Hastasıyım bu ıngiliz gazetelerinin... The Guardian, Beşiktaş taraftarının Manchester United maçındaki tezahüratını bakın nasıl özetlemiş: “Bir Iron Maiden konserinde hoparlörlerin önünde ya da bir Boeing 747 uçuşa geçerken uçağın yanında durduğunuzu hayal edin. Bu stadyuma neden resmi olarak ‘dünyanın en gürültülü stadyumu’ dendiğini anlamak zor değil.”
Evet, Beşiktaş taraftarı yine muhteşemdi, fakat yine takımından rol çaldı.
Türkiye’de taraftar şovuyla, takımı destekleyen tezahürat karıştırılıyor. ıngiltere’de de maç izlemiş bir futbolsever olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Çarşı’nın ses rekoru kıran tezahüratlarının, sahadaki futbolculara hiçbir etkisi yok! Çünkü Beşiktaş taraftarı maçı değil, kendisini izliyor.
Belki dikkatinizi çekmiştir, ıngiliz taraftarı maçı bir tiyatro oyunu gibi izler. Yani elinde davulla 90 dakika zıplamaz ama öyle bir an gelir, bir futbolcu öyle güzel bir çalım atar ki, bir anda tribünlerden “Yeeahh” diye ses yükselir.
Futbolcu yaptığı hareketin övgüsünü direkt aldığı için daha da coşar... Aynı şekilde tribünlerde yine çıt çıkmazken hakem aleyhte, haksız bir düdük çaldığında bir anda büyük bir gürültü kopar, hakem tırsar, “Ne yaptım ben” der.
Bu konuda uzman değilim ama mantığım ıngilizler’in tezahüratının, bizim 90 dakika durmadan çalan davullardan daha etkili olduğunu düşünüyorum.
Son bir not: Beşiktaş taraftarının şovları basında da ilgi görüyor. Bu ilgi o kadar büyük ki, maçı kaybetsek de tribün şovuyla avunuyoruz. Manchester maçında bu durum iyice abartıldı. Muhabirler Manchester’lı futbolculara sürekli “Nasıl buldunuz taraftarımızı, harikaydı değil mi?” benzeri ezik sorular yönelttiler.
Bu nasıl bir ruh halidir? Tezahüratla maç kazanılmaz efendiler!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2009
Ben bu başlığın doğruluğuna pek inanmadım ama Facebook’ta bayağı bir destekçisi var. Nüfus yoğunluğu açısından insanlardan fazla olan sineklerin bir bildiği olduğuna inanan arkadaşlar bir araya gelip benim başlığa çıkardığım tavsiye etrafında bir grup kurup, konuyu tartışmışlar.
Tamam, hemen paniklemeyin. Bu insanlar kafayı yemedi, sadece eğleniyorlar. Çoğunuz biliyorsunuz Facebook’ta bunun gibi milyonlarca grup var.
Bazıları harbiden çok komik.
Benim ikinci favorim ise: “Durduk yere 1 milyon kişi olalım” başlıklı grup.
Evet, durduk yere, hiçbir amaç, gaye yok.
İşte şefin diğer önerileri, afiyetle tıklayıp, cumartesi gününe neşeli başlayın:
Göbek deliğinde biriken tüylerin nerden geldiğini araştırma platformu.
80’lerde çocuk olan, Şebnem Ferah hayranı, bıyıklı idare müdürleri.
Mevlana Melih Gökçeği görse sen gelme derdi.
Haldun Üstünel ile kız istemeye gitsek Adriana Lima’yı alırız.
Google’ın “Bunu mu demek istediniz?” aşağılamasına sinir olanlar.
Serdar Ortaç’ı yoran hayat, takdir edersiniz ki bizim ağzımıza s?çar.
Bisküvisini çaya bandırırken içine düşürmekten korkarak yaşayanlar.
Uzun otobüs yolculuklarında çay ve kahvesine şekeri az gelenler.
Dudaktan değil alından öpeceksin
Vay be RTÜK sen nelere kadirsin...
Bu nasıl bir psikolojik baskıdır. Bir kınama cezası verdin, geçtiğimiz sezon evin bahçesinde sevişmeyi bile göze alan çılgın aşıklarımız Behlül ile Bihter, yeni sezonun ilk bölümünde teknede yapayalnızken bırakın sevişmeyi öpüşmeyi bile göze alamadılar.
Behlül, sadece Bihter’i alnından öpmekle yetindi.
“Aşk-ı Memnu” dizisini takip eden biri değilim ama önceki akşam biraz göz attım ve ilgimi çeken bir ayrıntıyı daha paylaşmak istiyorum.
Yazın diziye oyuncular ara verir karakterler değil! Yani yeni sezonu dün bıraktığımız gibi başlamak gerekir. Dizinin ilk sezon finalinde bembeyaz tende bıraktığımız Bihter bir gecede bronzlaşmış. Behlül ise bırakın bronzlaşmayı, sırtına yoğurt sürülecek kıvama gelmiş.
Keza Firvdes Hanım da öyle. Hatta ona bronzlaşmak hiç yaramamış, yüzündeki kırışıklıklar birden ön plana çıkmış. Zavallı kadıncağız bir gecede 10 yaş birden yaşlandı.
Evin hizmetçi tayfası ise ya tatili Alaska’da geçirdi ya da Alaçatı, Türkbükü’ne gitmek pahalı geldi. Hepsinin tenleri bıraktığımız gibi bembeyazdı.
Her neyse bunlar biraz neşemiz yerine gelsin diye yazılmış satırlar. Nebahat Çehre’nin dediği gibi “Aşk-ı Memnu”, “Dallas”ı bile geçti. Görünen o ki, bu sezon da “Aşk-ı Memnu”, zirveyi kimseye kaptırmayacak.
Emeğe saygı lütfen
Zülfü Livaneli’nin “Özgürlük” şarkısının bir GSM operatörünün reklamlarında fon müziği olarak kullanıldığını ilk ben yazmıştım (Vay be ne büyük gurur!).
Amacım “Zülfü Abi bunu nasıl yaparsın!” falan demek değildi.
Che’nin fotoğraflarının iç çamaşırlara basıldığı bir çağda “Özgürlük” şarkısının reklamda kullanılması doğal sürecin bir parçasıydı ve çok da önemli bir hadise değildi.
Ama hadise oldu! Herkes Livaneli’ye yüklendi.
Livaneli, asıl hatayı ise şarkının kullanılmasını engelleyerek yaptı. Taviz vermiş oldu. İkincisi; şarkı, bir buçuk ay boyunca gece-gündüz ekranda çaldıktan sonra geri çekilmesi pek de bir anlam ifade etmedi.
Zaten bir reklamın ömrü ne kadar ki? En fazla iki bilemedin üç ay.
Bu arada para kazanmak suç mu?
Zülfü Abi’nin yıllarca korsan kasetleri satıldı bu ülkede. Eğer o efsane şarkıları ABD’de milyonlara hitap etseydi, çok klişe bir benzetme olacak ama bugün Zülfü Abi’nin Pasifik’te adası olurdu.
Yani demem o ki, Zülfü Abi’ye yüklenmenin bir anlamı yok. Üstelik yıllarca hakkı yenen, korsancılar tarafından sömürülen emeğe de saygısızlık oluyor.
Yazının Devamını Oku