Benim kendime hayatta yaptığım ilk plan gitmekti.
Çocukluğumdan itibaren hep bir yerlerden gitmek istedim.
Köklerim yokmuş gibi, asla kök salmayacakmış gibi yaşamak.
Hep gittim. Gidebildiğim her yere gittim. Bazen 6 aylığına, bazen birkaç yıllığına. Yıllar boyu her yeri durak belledim.
O zamanlar birisi bana deseydi ki, bir noktada Türkiye’ye mıhlanıp kalacaksın, herhalde kafama sıkardım!
Ama işte, hayat öyle kitaplardan öğrenilmiyor. Romanlardan giriş yapıp uçak biletleriyle, tren raylarıyla kendime çizdiğim rotalar beni İstanbul’a getirdi.
Yine de kök salmak yoktu aklımda.
Yazıya, Amerika’nın kuruluş ilkeleriyle başlıyordu.
Kurucu babalara göre Amerikan halkı özgür bırakılmalıydı ki yeteneklerini geliştirebilsinler. Ülkenin yönetiminde ise aklın gücü hep keyfilik güçlerine üstün gelmeliydi.
Bu ikisini sağlamak devletin göreviydi.
Kurucu babalar özgürlüğe hem amaç hem araç olarak değer vermişlerdi. Cesaretin özgürlüğün sırrı, özgürlüğün de mutluluğun sırrı olduğuna inanmışlardı.
İnandıkları bir şey daha vardı...
Düşünce ve ifade özgürlüğü siyasal gerçeğin keşfedilmesi ve yayılması için vazgeçilmez araçlardı. İfade özgürlüğü olmazsa bir şeyi tartışmak boş bir uğraşıydı. İfade özgürlüğü olduğunda tartışmak zararlı bir öğretinin yayılmasına yeterli korumayı sağlayacaktı. Özgürlüğe karşı en büyük tehdit pasifleştirilmiş bir halktı. Bir konunun kamuoyunda tartışılması siyasal bir görevdi.
Yazısında şöyle diyordu Brandeis:
“Ülkemiz, etnik, ideolojik, mezhebi ve dinsel kimliklere yapılan karşılıklı tehditlere dayanan söylem ve eylemlerin doğurduğu korku siyasetinin ve siyaset korkusunun tükettiği güven ve yüzleşme krizleriyle uğraşıyor. Güven üzerine kurulması gereken siyaset, karşılıklı korkuların körüklediği güvenlik siyasetleri üzerinden inşa ediliyor. Güven devleti yerini güvenlik devletine, güven siyaseti ise yerini korku siyasetine bırakıyor. Korku siyaseti esir aldığı siyaset korkusu ile tüm dünyayı cezaevine çevirerek insanlığın bir kısmını esir, bir kısmını gardiyan yapıyor ve herkesi bu cezaevinde yaşamaya mahkum ediyor. İnsanlar da siyah elbiseli gardiyanların korkusundan beyaz elbiseli gardiyanların merhametine sığınıyor.”
** ** **
Korku, şu sıralar yoğun olarak yaşadığımız, bize yaşatılan duygu.
Kimimiz çocuğunu okula yollamaya korkuyor, kimimiz toplu taşıma araçlarına binmeye, kimimiz AVM’ye gitmeye, kimimiz şehir meydanlarından geçmeye...
Ben açıkçası daha çok, yakınlarım için korkuyorum. Kafamda istem dışı, olası yeni terör saldırıları kurgulayıp senaryolar yazıyor, zihnimde canlandırdığım o senaryolarda acı haberler alıyor ve paniğe kapılıyorum.
Yollarda, madenlerde, parklarda, meydanlarda binlercemiz öldü.
*
13 yılda 16 bin 33’ümüz... Kimimiz çoluğunu çocuğumuzu daha iyi şartlarda okutmak, kimimiz ev parası biriktirmek, kimimiz hasta babamıza bakmak için ter dökerken onun bunun ihmali yüzünden öldük. Yüz değil, bin değil, 16 binimiz!
Bazen tek başına gidiyoruz ölüme, tuğla dizerken iskelenin ipi kopunca...
Bazen bir düzinemiz, çalıştığımız inşaatın asansörü yere çakılınca.
Bazen 20-30 tarım işçisi bir kamyonun kasasında...
Bazen yüzlercemiz yerin fersah fersah altında.
BARIŞ İçin Kadın Girişimi, hava durgun, deniz düz iken 2013’te yayımladığı Çözüm Süreci Raporu’nun girişine şöyle not düşmüştü:
“Kamuoyunun ve sürecin taraflarının ‘çözümden’ anladığı birbirlerinden radikal biçimde ayrılıyor. Türkiye demokratik güçleri sürecin sonucunda 30 yıldır süren savaşın durdurulması ve bu savaşın sebebi olan Kürt kimliğini inkârdan kaynaklanan sorunların çözülmesini beklerken, AK Parti hükümeti çözümden beklentisinin ‘terörün’ bitmesi olduğunu ifade ediyor.”
Oysa, biri olmadan öteki nasıl olacaktı, değil mi?
Barış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısıyla eylül sonu 150 kadın Cizre’ye gitti. Orada kadınlarla sohbet ettiler ve ziyaretlerini belgeselleştirdiler.
“Biz sadece kimliğimizle yaşamayı istiyoruz” diyor bir kadın, “Sadece hakkımız olanı...”
2013’te ne ise, hâlâ aynısı.
*
MEB’in verilerine göre, 15 ilde kız çocuklarının orta öğretime kaydolma oranı erkek çocuklarına kıyasla yüzde 3’ten az.
Bölgeler arasındaki eşitsizliğin giderilmesi, eğitim kalitesinin yükseltilmesi ve bölgesel dinamiklerin gerektirdiği insan gücünün yetiştirilmesi amacıyla birçok ilde eğitime yatırım yapan Aydın Doğan Vakfı, 2005’ten bu yana Baba Beni Okula Gönder (BBOG) projesini yürütüyor.
Bugüne kadar 33 kız öğrenci yurdu inşa edildi, 12 köye okul kazandırıldı, 10 binden fazla kız çocuğuna burs verildi. 300 binden fazla bağışçı 35 milyon liranın üzerinde kaynak sağladı.
Projenin her aşamasında eğitim sürecinin bina yaptırmakla bitmediği bilinciyle hareket edildi.
10’uncu yılını tamamlarken projenin yarattığı sosyal etkiyi ölçmek için bir araştırma yapıldı.
Araştırma, BBOG yararlanıcısı kız çocuklarıyla projede yer almamış akranları arasındaki farkları ortaya koyuyor.
Araştırma sonucunda, bu projenin kızların eğitim hayatlarına devam etmelerini sağladığı ortaya çıktı.
“Gazete binamı mafya bastı, ilan servisinde çalışan kızlarımızı yerlerde sürüklediler. Gazetelerim toplatıldı. Kurşunlandı. Sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Bütün bunları yaşadım. Ama bu dönemde gazetecilere yapılan meseleyi ilk defa görüyorum. Çünkü gazeteciler gazetecilere yapıyor.”
Maalesef Türk basın tarihi kapanmaz yaralarla, çok acı hatıralarla dolu. Ama bu yaşadıklarımız ilk.
Çünkü böylesine sistematik, organize, planlı, önce teorisi ortaya konup hiyerarşik bir düzenle pratiğe geçirilmiş, kararlı saldırılar silsilesiyle hiç karşılaşmadık. En azından 40 yıldır.
Zamanında beğenmediğimiz sular meğer açık denizmiş...
Şimdi havuzda boğuluyoruz.
İş artık öyle çığırından çıktı ki...
Meslektaşlarım şafak operasyonlarıyla evlerinden alınacak, sokaklarda darp edilecek, ters kelepçeyle kaldırımlara atılacak, gözaltında zulme uğrayacak, haksız yere hapis yatacak, canlarından olacak diye korkuyorum.
BÜTÜN hikâye aslında yayın politikalarını beğenmedikleri gazete temsilcilerini uçağa almadıklarında başladı.
İşte o zaman gazetecileri ‘Benden/Senden’ diye böldüler.
Sonrasında suçlamalar başladı...
“Bunlar suç makinesi. Bunlara dava açsak cezalara boğulurlar” dediler...
“Bizim dedelerimiz dün Çanakkale’de süngüyle topla mücadele ederken bugün bizler basınla mücadele ediyoruz” dediler...
“Zehri atıyor, virüsü salıyorlar” dediler.
“Ajan bunlar, casusluk faaliyeti yapıyorlar. Haberi yapan bunun bedelini ödeyecek, öyle bırakmam onu” dediler.