Bir göçmenin ABD vatandaşı olması ise, bu ülkenin “Göçmen Bürosu” tarafından düzenlenen sınavı geçmesine bağlıdır. Yakın geçmişe kadar bu sınavda Amerikan Anayasası’na ilişkin, göreceli kolay sorular sorulurdu.
Örneğin bu Anayasa’ya göre ancak Amerika’da doğanlar başkan olabilir.
Sicilyalı bir terzi Amerikan vatandaşı olmak için bu sınava girdiğinde kendisine “Bu ülkeye Başkan olmayı düşünüyor musunuz” diye dolambaçlı bir soru sormuşlar.
Sicilyalı bunu bir teklif olarak kabul etmiş ve hemen cevabını vermiş:
-Teşekkür ederim ama ben burada da terzilik yapmaya devam edeceğim.
ABD içe dönüyor
Aynı olaya tanık olan üç kişi, bu olayı farklı anlatmaz mı?
Aynı yazıya siz sayın okurlardan gelen farklı mesajlara baktığım zaman da, herkesin okuduğunu farklı algıladığına her gün tanık olurum.
Bunu Montaigne de şöyle anlatmaz mı:
- Başkalarının bilgileriyle bilgili olabiliriz ama başkalarının aklıyla akıllı olamayız.
Bunun somut örneğine çocukluğumda rastlamıştım.
1950’lerin başında 2’nci Dünya Savaşı geride kalmıştı ama, gazetelerde “Nazilerin savaş makinesi” konulu yazılar sürekli çıkardı. Bunların arasında Londra’yı vuran güdümlü füzeler de, tek personelle düşman gemilerini torpilleyen “cep denizaltıları” da vardı.
Bahçıvanın anlattıkları
Bir okur mektubu da benim için karşıma çıkan öyle bir şey oldu geçen gün.
Sayın Gökhan Nergizoğlu Ankara’dan şöyle bir e-mail göndermişti:
- Hep aynı şeyleri yazmaktan sıkılmadınız mı? Ucuz para kazanıyorsunuz.
Bu sayın okurun uyarısının birinci bölümünün ne kadar doğru olduğunu düşündüm.
Yurtta ve dünyada başka konu yokmuş gibi, Ankara siyasetinin çıkmaz sokaklarında iktidar kavgası yapanların peşine takılıp, “Rejim tehlikede mi, değil mi” üzerinde çeşitlemeler yapmayı, çok çok uzun süredir köşe yazarlığının gereği sanıyoruz.
Bu 1930’larda da, 1950’lerde de, 1970’ler ve 90’larda da böyleydi, şimdi de böyle.
Büyükler de küçükler de
Yakın tarihteki çok partili demokratik yaşamımızda bu hep böyle oldu.
Atatürk’ün son Başbakanı olan ve O’nun için “Seni sevmek milli ibadettir” diyen Celal Bayar Cumhurbaşkanı olduğunda, bazıları bunun karşı-devrim olduğunu söylememişler miydi?
Atatürk’ün Anıt Kabir’ini Demokrat Parti tamamladı. Ata’nın naaşı “geçici” olarak 15 yıldır bulunduğu Etnografya Müzesi’nden 1953’te, Demokrat Parti iktidarı döneminde Anıt Kabir’e nakledildi. Atatürk’ü Koruma Kanunu, Demokrat Parti tarafından çıkartıldı. Paraların üzerine yeniden Atatürk’ün resmi Demokrat Parti tarafından koyuldu.
Ama bazıları için Demokrat Parti dönemi, Türkiye’nin Atatürk çizgisinden çıkartıldığı bir karşı-devrim sürecidir. Bunlara göre 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile, Türkiye yeniden Atatürkçü çizgiye oturtulmuştur.
Sürekli karşı-devrim mi?
Aslında kavramları böylesine abartılı biçimde kullanmak ve
Bu tehdidin adı “liberal demokrasi”dir ve başı görüldüğü her yerde ezilmelidir.
Türk toplumunun anayasal bir demokrasiye sahip olması ve bu anayasanın “Kuvvetler ayrılığı”nı esas alması, kabul edilebilecek bir durum değildir.
“Hukukun üstünlüğü” de, temel hakların ve özgürlüklerin üstün değerler olarak kabul edilmesi de, bizim “rejim”imizi sarsar, çürütür.
Haklı rekabete dayalı serbest pazar ekonomisi, “devletçilik”in anti-tezi olduğu için kabul edilemez.
Laiklik, din ile devletin ayrı olması değil, devletin dinin efendisi olmasıdır. Laikliği “vicdan ve inanç özgürlüğü” biçiminde anlayan liberal demokrasi, elbet de reddedilmelidir.
Her çeşit otoriter ve totaliter düzenin karşısında bulunmak ve “ideolojik devlet”in yanlış olduğunu söylemek, doğrudan “rejim”in değişmesini istemek değil midir?
Çok ileri gidiyorlar
Ben bunun ne demek olduğunu biliyorum.
1974-75 yıllarında TRT Genel Müdürü olan rahmetli arkadaşım İsmail Cem, beni de TRT’nin Haber Dairesi’nin başına getirmişti. O dönemde CHP-MSP koalisyonu vardı. Başbakan Ecevit’ti, Başbakan Yardımcısı da Erbakan’dı.
Biz TRT radyolarının ve tek kanallı televizyonun yayınlarının kalitesini artırmaya, aktif programcılık ve habercilik yapmaya çalışırken Kıbrıs’a askeri müdahale yapıldı. Bu olay Ecevit’le Erbakan’ın arasını açtı. Koalisyon bozuldu.
Muhalefet partileri iktidar oldukları takdirde ilk icraat olarak, İsmail Cem’i görevden alacaklarını söylüyorlardı.
Sadi Irmak’ın kurduğu azınlık hükümeti döneminde bizim takım baskıları hissetmeye başladık. Sonra Demirel’in kuracağı 1’inci Milliyetçi Cephe’nin oluşumu belli olunca, üzerimizdeki mahalle baskısı iyice arttı. “Ankara mahallesi”nin iktidara endeksli bürokratik kadroları, bizim gidici olduğumuzu iyice anladıkları için, TRT’nin bürokratları da bizi dinlemez olmuşlardı.
Mesleki çarpıklık
Ama sade yarın değil bugün bile, geçmişten farklıdır. Yarını öngörebilmek için “değişim”i gözlemlemek ve bunun yansımalarını tüm boyutlarıyla değerlendirmek gerekir.
Zaman dinamik bir süreçtir. Ayrıca zaman kıyısı olmayan bir nehirdir.
Örnek verelim mi?
1960’lı yıllarda “Anadolu sermayesi” ile “İstanbul sermayesi” arasındaki çatışmanın siyasetteki yansımaları enine boyuna tartışılırdı. Dün Star’da Mehmet Altan da “İstanbul Dükalığı” ve ”Boğaz Cuntası” gibi o dönemin kavramlarını hatırlatıp, bugüne ilişkin şu soruyu seslendirmişti:
- Laik-şeriat ikilemi gibi görünen resmin arkasında, sosyal ve ekonomik köklü bir değişim yok mu? Örneğin, İstanbul Dükalığı’na baş kaldırmış bir Anadolu sermayesi söz konusu değil mi? Ya da ‘şeriat korkusu’ denen, Anadolu sermayesinin gittikçe iktidara uzanan bir palazlanması karşısında duyulan korku mu?
Ankara-İstanbul sermayesi
Bu endişeleri söze ve yazıya döken yukarı mahallelilerden bazıları, bazen aşağı mahalledekilerin AK Parti’nin tepesine karşı darbe yapabileceklerini ileri sürüp, Başbakanı falan uyarıyor. Aynı anda da AK Parti’nin tepesindekilerin başlattığı “anayasa girişimi”nden rejimin niteliğinin değiştirilmesi niyetini sezip endişelerini seslendiriyorlar.
Hatırlarsınız. 22 Temmuz seçimleri öncesinde TBMM’deki AK Parti çoğunluğunun, 367 milletvekili toplantıya katılmadan cumhurbaşkanı seçmek istemeleri Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüş ve içtihada “Eylemli iç tüzük değişikliği” diye bir anayasayı çiğneme modeli böylece eklenmişti.
Eylemli anayasa değişikliği
Şimdi mümkün olsa yukarı mahalledekiler, “eylemli anayasa değişikliği girişimi” ve buna bağlı olarak “anayasalı rejim değişikliğine dönük eylemli girişimi” benzeri suçlamalarla, AK Parti’yi durdurmayı deneyeceklerdir.
Bunların hepsi mümkündür. Ve hatta AK Parti çoğunluklu TBMM’nin yasama erkini oluşturması da belki “Rejim”e aykırı bulunabilir.
Anlaması zor olan durum ise, Cumhuriyet’in ilanından neredeyse 100 yıla yakın zaman geçmesine rağmen “Rejim”in sağlamlığına ilişkin güven duygusunun, bazı kesimlerde böyle zayıf olmasıdır.
Oysa geçen yıllar boyunca “Rejim” tek partiden çok partiye, devletçilikten serbest pazar ekonomisine geçmiş, sayısız ekonomik ve siyasi kriz yaşamış, dört kez de doğrudan ve dolaylı darbelere sahne olmuştur. Rejim’in TBMM’si iki kez kapatılmış, Rejim’in anayasaları lağvedilmiştir.
Rejimin içeriğindekiler