Güneydoğu sorunu içindeki “Kürt realitesi”ni “terör” öğesinden soyutlamak siyasetçinin görevi.
Bu terör öğlesini etkisiz kılmak da “Güvenlik bürokrasisi” dememiz gereken, “asker”e, “jandarma”ya, “emniyet”e, “istihbarat örgütleri”ne düşen bir görev.
Siyasetin hesabını askerlere, güvenliğin hesabını siyasetçilere soramayız.
Ama bunlar eşgüdüm içinde enerjilerini ve güçlerini aynı hedefe yönlendirecek yerde sürekli birbirlerinin karşısındaki kurumlar olarak algılanacak davranışlar sergilerlerse, ülkenin güvenliği de, istikrarı da zaafa uğrar.
Güneydoğu’daki terör olgusu, eskisinden farklı boyutlardaki bir tırmanış içinde. Buna Irak’taki durumu da eklediğiniz zaman, bölücü terörle mücadelede “yeni” anlayışlar ve stratejiler oluşturmak gerektiği açıkça görülüyor.
Güneydoğu sorunu ise, TBMM’ye DTP’lilerin girmesi ile “siyasi açıdan” da yeni bir boyut kazandı.
Nabi Yağcı’nın gözlemi
-Bu dünyada benim kadar talihli bir insan yok. Çünkü diğer köpeklere benzemeyen, çok başka bir hayvan benimki. Akşam eve geldiğim zaman beni havlayarak karşılıyor. Hasta olup yattığımda, yatağımın yanından ayrılmıyor. Koltuğa oturunca hemen yanıma sıçrayıp, bana yapışır gibi kıvrılıyor yanıma. Kızıp cezalandırıyorum ama bana kin bağlamıyor. Kimin böyle bir köpeği olabilir ki?
Köpek sahibi olan herkes, herhalde bu röportajı okurken gülmüştür.
Köpeğe sevgi ve yiyecek verirsiniz, o da size sevgi ve sadakat verir.
Büyümeyen çocuk gibidir köpek. Kaç yaşında olursa olsun sizinle oynar, cezalandırsanız bile size kin bağlamaz.
Deneyimler ve bilgi
Bu genç yıldızın ilk kez sahip olduğu bir köpeği, diğer köpeklerden çok farklı bir yaratık sanması, aslında çok doğaldı.Çünkü deneyimsiz ve bilgisiz insanlar kendi yaşadıklarını da, söylediklerini de, dünyada daha önce hiç yaşanmamış ve söylenmemiş şeyler olarak görürler.
Şafak "Sufilik, sanat ve Müslüman dünyada kadın yazar olmak" konulu panelde konuşmasını yapıyor. Sonra dinleyiciler arasından orta yaşlı bir adam söz alıyor ve "Siz İslam ile Batı demokrasisinin pekala bir arada yaşayabileceğini söylediniz, kendi ülkeniz Türkiye'yi de buna örnek gösterdiniz" diyor.
Bu dinleyici daha sonra bir gün önce festivalde gösterilen ve İran'da, fahişelik yaptıkları suçlamasıyla tutuklanıp öldürülen yirminin üzerinde kadın hakkında yapılan bir belgeseli görüp görmediğini soruyor Elif Şafak’a.
Sonra diyor ki:
- Söyler misiniz, bu zavallı İranlı kadınlara yapılan haksızlığı gördükten sonra bizlerden İslam'a güvenmemizi nasıl beklersiniz?
Şafak, bu soruya cevap olarak İran'da Devrim Muhafızları'nın yaptıklarına bakıp da tüm bir İslam medeniyetini aynı kefeye koymanın yanlışlığını anlatıyor.
İspanya ve İslam kültürü
Gül şu cevabı vermiş:
- Ben siyasetçi değilim artık, bütün bu anayasa değişiklikleri siyasetin bir konusu. Nasıl karar verilirse verilsin bu konularda ben çok rahatım.
Sayın Gül’ün “Ben siyasetçi değilim artık” demesi, tartışılması gereken bir yorumu yansıtıyor. Bu söylem hiç tartışılmadan doğru olarak kabul edilirse, cumhurbaşkanlığının siyasi bir makam olmadığını da kabul etmemiz gerekmez mi?
Sorumsuz yetkili olmak
Aslında tabii ki bu böyle değildir. Cumhurbaşkanları siyaset mesleğinden gelmeseler bile, Çankaya’ya çıktıkları andan itibaren siyasetçi olmuşlardır. Siyaset mesleğinden gelenler ise, “sorumsuz ama yetkili” siyasetçi olmanın lezzetini yaşamaya başlamışlardır.
Örneğin yıllarca başbakanlık yapan ve yaptıklarından ötürü aferin almak yerine yapamadıklarından ötürü sürekli eleştirilen Süleyman Demirel, cumhurbaşkanı olur olmaz başbakanlara
Baharın ilk çiçekleri ağaçları süslemeye başladığında artık okuyabiliyordu.
Okur-yazar bir insan olarak yaz tatili için okula veda etti.
Deniz, oyun, arkadaşlar onu bekliyordu. Doya doya yaşadı o yazı.
Derken sonbahar ve okul zamanı geliverdi.
İlk okulun 2’nci sınıfındaki ilk günün akşamında, yüzündeki dehşet ifadesi ile geldi bize.
- Yaz tatilinde oynar, eğlenirken okumayı unutmuşum. Şimdi ne yapacağım ben, dedi.
AK Parti’yi zaman zaman bu minik arkadaşa benzetiyorum bu günlerde.
Süperpoligon.com’da okuduğum habere göre Mevlânâ dostu bir Japon olan Yumiko Kase, üç yıldan beri Konya'daki Mevlânâ Kültür Müzesi'nin girişinde bulunan bu Japonca yazının Mevlânâ'yı ve Türkiye'yi Japonya'da internet sitelerinde alay konusu yaptığını da söylemiş...
Kase "En acısı da bu yazıyı görenler, Mevlânâ veli miydi, deli miydi diye düşünüyor. Bu hatanın giderilmesini istiyoruz" diyormuş.
Bence Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısındaki "Her Canlı Ölümü Tadacaktır" yazısını da, Mevlana’nın özdeyişini çeviren Japon dili uzmanına verip, bunun Japonca’sını da kapıya yerleştirmeliyiz. Bakarsınız bu da “Canlılar ölmeden yemeklerin tadına varamazlar” veya “Ölümün tadı canlının mutfağındaki en büyük lezzettir” falan diye çevrilir.
Yabancı tatlar
Böylece Japonlar Kobe bifteğinin de, suşinin de, teriyakinin de kıymetini yaşarken anlarlar.
Aslında Japon mizahının yabancı tatlara karşı ne kadar acımasız olduğunu herkes bilir.
Bu konuşmalarda ele alınan konular ve altı çizilerek vurgulanan sorunlar, adeta dondurulmuş biçimde kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bunlara karşı açıklanan tutumlar ve görüşler de, konuşmayı yapanın üslubuna bağlı farklılıklar dışında, aynı oluyor.
Yurt ve dünya gerçekleri dramatik ölçülerde değişirken Türkiye’nin temel sorunlarının ve bunlara karşı seslendirilen tepkilerin aynı kalması, şaşırtıcıdır.
“Devlet adına” konuşan isimlerin 1930’larda, 1950’lerde, 1980’lerde veya 2000’li yıllarda söylediklerini yan yana koyun… Sanki aynı kişi farklı cümle yapıları içinde hep aynı pozisyonu seslendiriyormuş gibi gelecektir size.
Burada eksik olan öğe galiba “yaratıcılık”tır.
Devlet gücünün ağırlığı
Belki de, kişiler
Bir kısım medya da, muhalefetin durgunluğunu unutturmak için Türkiye’nin mahalleri ile Malezya’nın sokakları arasında “Laiklik elden gidiyor” tekerlemesini tekrarlıyor.
Bir genel seçimin üzerinden henüz iki ay geçmiş olmasına rağmen, siyaset bardağındaki fırtına dinmedi.
Yenisi yapılmak istenilen Anayasa konusunda ortada daha bir “nihai taslak” bile yok ama, bir bardak sudaki fırtına bu gemiyi de karaya vurmuş gibi.
Bir de garip beklenti var siyasetin gündemine sokulmak istenilen.
Birileri “Nasıl olsa Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın araları açılacak ve bu ikili kavga edecek” beklentisi içinde.
Hani insan uzun süren tren yolculuğu yaptıktan sonra trenden inince sanki trendeymiş gibi hisseder ya… İşte öyle bir şey… Birileri Çankaya’da hala Ahmet Necdet Sezer varmış gibi düşünüyor ve Gül’ün Erdoğan’a rest çekmesini, atamaları veto etmesini, Erdoğan’ın “Ak” dediğine Gül’ün “kara” demesini bekliyor.
Ah bu şarkıların gözü…