Güneydoğu Anadolu’da tırmanan ve şehit cenazeleri ile tüm Türkiye’yi içine alan terör ortamının yarattığı toplumsal teessür ve öfke, konuya sakin ve hesaplı yaklaşmayı zorlaştırıyor.
Biliyoruz ki PKK tarafından temsil edilen bölücü terör, çok boyutlu bir sorunun sadece bir parçası.
Ayrıca içinde bulunduğumuz zaman dilimine “bilgi ve iletişim çağı” deniliyor… Yani hiçbir şeyi gizlemek mümkün olmadığı gibi, “haber” adı altında her çeşit medyadan yayılan ve doğru olmayan bilgilerin de toplumları etkilemesi mümkün.
Bu çağı önce televizyon şekillendirdi, şimdi internet de devrede.
Televizyon sayesinde (veya yüzünden) Amerikalılar Vietnam Savaşı’nın kanlı çarpışmalarının evlerine taşındığına tanık oldular. Kuzey Vietnam lideri Ho Şi Minh, böylece 2’nci cepheyi, çocuklarını Uzak Asya’daki bir savaşa gönderen Amerikan vergi mükelleflerinin evlerinde açtı.
Vietnam’dan Irak’a…
Genel olarak varılan sonuçlar, yazılmakta ve söylenmekte:
- Türkiye’de demokrasi, toplumsal barış ve uzlaşma ortamı ile istikrar yaralanmak isteniliyor. Özellikle son genel seçimde Kürt kökenli seçmenlerin TBMM’ye gönderdiği milletvekillerinin ve dolayısıyla demokratik siyaset yollarının etkisiz kılınması amaçlanıyor. Türk-Kürt birlikteliği dinamitlenmek isteniliyor.
- Türkiye bir askeri harekatla Irak içine çekilmek isteniliyor. Bu şekilde Türk-Amerikan ittifakının yerini Türk-Amerikan savaşının alması amaçlanıyor. Uluslararası camiada Türkiye’nin köşeye sıkıştırılması, AB ile ilişkilerin kopartılması, Birleşmiş Milletler’de Türkiye’nin izole edilmesi planlanıyor.
Ortadoğu sorunu mu?
- Türkiye’nin bir askeri harekat ile Kuzey Irak’taki belirli hedefleri vurması halinde, Barzanici ve Talabanici Kürt gruplarının da, PKK ile kaynaşacağı, bu şekilde PKK’nın ortak Kürt cephesi içinde meşru bir öğe haline geleceği hesaplanıyor. Böylece Türkiye’nin Güneydoğusundaki Kürt realitesinin de, “Filistin sorunu” gibi bir “Ortadoğu sorunu” olarak dünya siyaset zeminine çekilmesi planlanıyor.
Bilinmeyen ya da kestirilemeyen olgular ise şöyle sıralanabilir:
Sırtınızda devletin, toplumun, ülkenin istikrarının, güvenliğinin, refahının sorumluluğu bulunmadığı zaman veya bunlar size vız geldiği zaman, neler söylemez, ne kararlar almazsınız ki…
Bizi 2’nci Dünya Savaşı’na sokmak için İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği ellerinden geleni yaparlarken, o zaman Türkiye’nin sorumluluğunu taşıyan İsmet İnönü’nün ruh haletini, Adana Zirvesi’ne (1943) katılan Churchill’in özel doktoru Lord Moran, anılarında şöyle anlatmıştı:
- Son yemekte İnönü’nün karşısında oturdum. Bir adamın düşünceleri yüzünün ifadesinden anlaşılırsa, karşımda eziyet çeken bir can var… Sadece kendisine bir şey söylenildiği zaman zorla tebessüm ediyor. Ülkesinin savaşa sokulmaya zorlandığını biliyor. Girmediği takdirde doğabilecek sonuçların da çok iyi farkında. Aydın yüzü karşı karşıya olduğu belayı aksettiriyor. Fransızca politikaya girmeden önce komutan olduğunu söyledi. Bütün Türk askerleri onun evladıydı. Fakat şimdi binlerce evladının hayatına mal olabilecek kararları almak zorundaydı. İnönü Adana’da Churchill’e Almanya’dan değil Rusya’dan çekindiğini söyledi. Kremlin’in askerleri yardım için gelseler de, bir daha ancak kuvvet zoruyla Boğazlar’ı terk ederler.
Stalin’in mektubu
Sonuçta Churchill İnönü’yü savaşa katılmak konusunda ikna edemiyor. Lord Moran son görüşme ertesinde Churchill’in yatak odasına gidiyor. Churchill başını ellerinin arasına almış, düşünmektedir. Lord Moran’a “Kendimi hiç böyle bitkin hissetmemiştim” diyor.
Sonrasını tarih kitaplarından izleyebiliriz.
Galiba ikisi de doğru.
Baksanıza “Sayısal Loto”daki son çekilişe.
Birkaç hafta kimse altı tane sayıyı doğru olarak bilemiyor. İkramiye birikiyor.
Derken önceki günkü çekilişte dokuz kişi birden altı sayıyı da doğru biliyor
ve bu dokuz kişinin her biri 905 bin lira kazanıyor.
Şans acaba geçen haftalarda tatile mi çıkmıştı?
Ya da cumartesi günü mesai yapıp dokuz kişi arasında bütün hünerini mi gösterdi?
Bir kişiye ikramiyenin tümünü çıkartsaydı ve kazanan tam anlamı ile kazanmış olsaydı
Bu yazıma olumlu ve olumsuz sayısız tepki geldi.
Örneğin ayakkabılarını apartman sahanlıklarında bırakıp eve girenlerin davranışlarının, köydeki “yerde yaşamak” tarzından kaynaklandığını vurgulamıştım. Nitekim, yemeklerini yerde yiyen, döşeklerde uyuyan Japonlar da, evlerine ayakkabı ile girmez.
Bu davranışı ev temizliğinin kaçınılmaz gereği olarak görenlerin, ayakkabılarını apartman sahanlıklarında bırakacak yerde, bir ayakkabı dolabı yapmaları ve bunu evlerinin içine koymaları, kentli yaşamın görgü kurallarını zedelemez.
Umumi tuvaletlerde ayaklarını lavaboya sokup abdest almak da, açıkçası kentli yaşama ters düşen bir davranış.
Şeriatçı mı, maganda mı?
Başta da söylediğim gibi, bütün bu görüntüler ne laikliği tehdit ediyor, ne de şeriat tehlikesini işaret ediyorlar. Kendi dışındaki insanların da var olduğunu kabul etmeye, kurallara, görgüye ve kentli olmanın gereklerine uymaya dayalı konular bunlar.
Sanki insan cumhurbaşkanı olunca evliliği “Katolik nikahı”na mı dönüşür ki? Evlilik taraflar için sürdürülemez birliktelik haline dönüşürse, insan değil cumhurbaşkanı, Prens Charles gibi İngiltere tahtının varisi olsa bile eşinden ayrılır.
Türk kamuoyu olarak, Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşinden ayrılmasına şaşırmamız tabii ki gerekmiyor. Neticede bizim ilk Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk de, eşi Latife Hanım’dan ayrılmamış mıydı?
Ama tabii ki hem yaşanılan coğrafyanın, hem de insan kişiliklerinin getirdiği farklılıklar, ayrılıkları bazen kolaylaştırır, bazen de imkansız hale getirir.
Bazen ayrılamazsınız
Örneğin ABD’nin eski Başkanı Clinton da, eşi Hillary de ayyuka çıkan skandallara rağmen ayrılmayı göze alamadılar. Ayrılsalardı, Hillary Clinton bugün başkan olmak için “dul aday” statüsünde ortaya çıkmaya belki cesaret edemezdi.
Eski Başkanlardan Roosevelt’in aşkı ve eşi Elenor Roosevelt’in cinsel tercihleri gibi, maktul Başkan Kennedy’nin evlilik dışı ilişkileri kitaplara konu olmadı mı?
Ancak özellikle kentli yaşamda şekil ve davranış kuralları, öz kadar ağırlık kazanır. Bu bakımdan AK Parti’nin tabanını oluşturdukları ileri sürülen muhafazakar ve mukaddesatçı kesimlerin, kentli yaşamın gereklerine uyumda özenli olmaları gerekiyor.
Çünkü bize göre “hayali” olan “şeriat tehlikesi” iddialarının seslendirildiği kesimlerin dayandıkları kanıtlar, yoğunlukla şekilden kaynaklanıyor. Bu şekle dayalı davranışların çoğunun da köylü yaşamdan geldiği, dini inançlarla fazla bağlantılı olmadıkları görmezden geliniyor.
Örneğin CHP’de liderliğe aday olduğu söylenilen Gülsün Bilgehan Toker’in partisinin halkla bütünleşmesi için “Ayakkabı çıkartıp evlere girmeliyiz” önerisini seslendirmesi, günlerdir gazete köşelerinde tartışılıyor.
Köyden kente taşınan
Bu “ayakkabı çıkarıp eve girmek” uygulaması, yemeğini siniden yiyen, yatağını döşekten yapan ve koltuk yerine minderde oturan köylünün hayat tarzını yansıtır. Yaşamını yerde geçiren köylü, kırsal kesim yollarının tozunu ve çamurunu, eve taşımak istemez.
Köyden kente geçiş, ev yaşamında yerden 30-40 santim yükselmektir. Sini yerini yemek masasına, döşek yerini somyaya, minder koltuğa bırakır. Kapıya paspas koyulur, eve de elektrik süpürgesi alınır.
Unutmayalım ki, biz nasıl “tezkere” ile Irak’a sınır ötesi bir askeri operasyonun kapısını aralamışsak, çoğu gözlemciler de, Başkan Bush’un görev süresi bitmeden ABD’nin İran’a Irak üzerinden sınır ötesi bir askeri operasyon yapacağı tezini sürekli seslendirmekte.
Bu arada Irak’taki Amerikan “A planı” başarısız olursa, yani Irak’taki Amerikan güdümlü merkezi yönetim ülke bütünlüğünü sağlayamazsa, başta ABD ve İsrail olmak üzere bu coğrafyada müttefik arayanların Kuzey Irak Kürtlerini “B planı”nın ana öğesi olarak belirledikleri de apaçık ortadadır.
Neticede şu anda işgale karşı direnen Şii gruplar da, Sünni gruplar da, ABD’ye ve özellikle İsrail’e karşıdırlar. Sünni direnişçilerin El Kaide ile bağlantıları sürekli yazılıp, söylenmektedir. Şii direnişçiler ise, İran’la doğrudan irtibatlıdır.
Kim kime daha yakın duruyor
Veya Kuzey Irak’ı bombalayan İran ve İsrail tarafından vurulan Suriye, şu anda Türkiye’ye ABD’den daha mı yakındırlar?
Seymour Hersh’in Irak’a müdahalenin beklenen başarıyı sağlayamaması ertesinde “The NewYorker” dergisinde yazdığı