1 milyar doları geçmesi ise 1973 yılında mümkün oldu. 1970-1980 arası ihracat çok yavaş bir gelişme gösterdi, 2 milyar dolar sınırını 1978 yılında geçti. Ancak, esas patlamayı 1980 sonrasında gösterdi. Bu tarihte 2.9 milyar dolar olan ihracat, 1981 yılında 4.7 milyar dolara ulaştı. Sonraki yıllarda artış eğilimi, ekonomide yaşanan sıkıntılı dönemler dışında devam etti.
İhracat 10 milyar doları 1987, 20 milyar doları 1995, 30 milyar doları 2001, 40 milyar doları ise 2003’de aştı. Sonraki her yıl neredeyse başka bir rekoru kırdı ve 50, 75 milyar derken 100 milyar dolar sınırının da üstesine çıktı.
Geçen hafta içinde 2008 yılının Şubat ayına ait rakamlar açıklandı. Her şeye rağmen ihracattaki yükseliş devam ediyor. Şubat ihracatının yüzde 40.84 artarak 10 milyar dolar sınırını aşması da bunun göstergesi… Üstelik, 12 aylık ihracat da bu rakamla 112 milyar doları yakaladı.
Deyim yerindeyse ‘ihracatın maşallahı’ var. Ancak, bu başarının arkasındaki dönüşümü de unutmamak gerekiyor. Tabloya dikkatle bakın. 1980’lerde dünyaya neler satıyormuşuz, şimdi dünya bizden neler alıyor… Uzun yıllar fındık-fıstık ve giyim ürünleriyle ihracatı artırmaya uğraştık. Son yıllarda ise elektronik, otomotiv gibi değerli ürünlerle yarışta yerimizi alıyoruz. Bence, her türlü siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa rağmen yaratılan bu başarının arkasında birkaç önemli faktör var:
1. Türkiye’nin otomotiv şirketleri ve onların patronları, geleceği görüp, kendilerini büyük tedarik zincirlerine bağlamayı başardılar. Şimdi tamamına yakını dünyanın devlerine, onların istediği kalitede ihracat yapabiliyor.
2. Elektronik şirketleri son yıllarda iyi yatırımlar yapıp, arge’de geri kalmadılar. Böylece, televizyon gibi zor alanda söz sahibi oldular. Yani dünyanın gerisinde kalmadılar.
3. Gerçek ihracatçılar, bahanelerin arkasına sığınmak yerine, pazara ve kaliteye yatırım yaptılar.
4. Esnek, hızlı ve zamanında teslimde başarı öyküsü yaratmayı bildiler. Çin ve Hindistan’ın uzak ve hantal olmasını, özellikle elektronik ve giyimde kendi lehlerine çevirebildiler.
“İşler iyi deniyor ama piyasada yaprak kıpırdamıyor” sözü yine yüksek sesle söyleniyor. Ancak, bu kez benim gibi iyimser birini bile inandırdılar. Bunun iki nedeni var. Birincisi, hafta başında piyasanın nabzını tutmada çok başarılı olan birkaç bankacı ile sohbet ettim. Büyük bir bankanın genel müdür ve yardımcılarından oluşan, “Aralık ayından bu yana piyasada ciddi sorun var. Ekonominin döngüsü yavaşladı” değerlendirmesini yaptılar. Ardından şu saptamaları paylaştılar:
-Piyasada yavaşlama var. Ödemeler yavaşlatılıyor ya da erteleniyor. Herkes, nakit kalmak için çaba gösteriyor.
-Nakit yerine çek ve senet daha çok tercih ediliyor.
-Konut piyasasında çok fazla sorun görünmüyor. En azından bizim işlemlerimiz geçen yılın üstünde.
-Otomobil satışlarında ciddi sorun var. Bu alandaki açığı da ticari araçlar piyasasındaki büyüme kapatıyor.
İkincisi, “ekonomik döngünün” hızını ortaya koyan bazı rakamlar var.Bu rakamlardan da benzer işaretler geliyor.
“Tesadüf, yılın bu ayları hep durgundur” diyenler çıkabilir. Ancak, yine de bazı önemli rakamlara dikkat çekmekte yarar var:
1. Bankacılar, piyasanın nabzı açısından “vadesiz mevduatı” çok önemsiyorlar. Son 3 aydır vadesiz mevduat miktarında gerileme dikkati çekiyor. Eylül 2007 sonunda 28 milyar 824 milyon YTL olan vadesiz mevduatlar, Aralık ayında 32 milyar YTL’ye çıkıp zirve yaptıktan sonra inişe geçti ve 8 Şubat 2008’de 28 milyar YTL’ye geriledi.
Bu satın alma bence Ülker’in algısını birkaç aşama yukarı çekti. Konuştuğum çok sayıda işadamı ve yönetici, “Bu satın alma, Türk şirketlerinin de dünya devi alabileceğinin mümkün olduğu” düşüncesini yarattığı görüşünde birleştiler… Hatta bazı işadamlarından, “Bakıyoruz” ve “Sürpriz yapabiliriz” gibi sözler de duydum. Ne kadar doğru bilmiyorum. Ancak, birkaç satın almanın gerçekleşeceğine de inanıyorum.
Aslına bakarsanız gerçekleşmesi de gerekiyor. Yoksa, Türkiye, kendi “sınıfındaki” büyük yarışta bir miktar geri kalabilir. Biz büyük şirketlerimize, yurtdışına mal satan ihracatçılara bakıp, “global devlerimiz” var diye övünüyoruz. Ancak, daha önce de yazmıştım. “Global şirketler”, özellikle de gelişmekte olan ülke şirketleri üzerine araştırma yapan, kitapları bulunan Harvard’dan Donald Sull, bu görüşlerimize pek katılmıyor. İstanbul’daki sohbetimizde, “Daha yolun başındasınız. Türkiye’de global şirket var diyemeyiz” değerlendirmesini yapmıştı.
O konuşmada Türkiye, Brezilya, Çin, Güney Amerika gibi ülkelerden şirket isimleri vermişti. Ben isim verme taraftarı değilim. Ancak, bu sayfadaki tabloya dikkat çekmek istiyorum. Dünyada adından söz ettirmek, sektörde oyunun kuralını yazmak isteyen şirketler, satın alıp, aynı zamanda rakibini de ortadan kaldırıyor.
Listenin başında Hindistanlı Tata var. Gitmiş İngiltere’den bir devi 16.4 milyar dolara satın almış. Tata’nın otomotiv gibi alanlarda da satın almaları oldu. Hindistanlı şirketler global satın alma ve birleşmede en önemli oyunculardan biri haline geliyorlar. 2006'da 24.7, 2007’de 22.5 milyar dolarlık global alım ve birleşmeye imza atmış olmaları da bunu gösteriyor.
Çimentoda global oyuncu olma peşindeki Cemex, Avustralya’nın Rinker Grubu’nu 15.4 milyar dolara satın aldı. Cemex’in satın aldığı şirket sayısı 20’yi geçti.
Son yıllarda yönetim dergilerinin gözdesi olan Lenova, bu işi hakkıyla yapmanın yolunun global oyuncu olmaktan geçtiğini görüp, IBM’in PC bölümün 1 milyar 750 milyon dolara satın almıştı.
Bu listede 18 büyük satın alma var. Bu listeye daha eklenebilecek çok şirket olduğunu da unutmamak gerekiyor. Dikkat edin liste Rusya, Hindistan, Meksika, Brezilya ve Çin ağırlıklı. Tamamı da Türkiye’nin rakipleri… Eğer Türk şirketleri 2008 ve sonrasında bu listelerde yerlerini almazlarsa, işleri bir miktar daha zorlaşabilir.
Televizyon üretim cephesinde neler oluyor?
Yaşananların faturası yavaş yavaş çıktıkça, boyut daha iyi anlaşılıyor. İlk hasar sonuçları ABD’den geldi. Ardından buna İngiltere başta olmak üzere Avrupa eklenecek. Konuştuğum uzmanlar, ‘En kötüsü Japonya’nın eklenmesi olur’ diyorlar.
Böyle olumsuz bir tablo içinde vatandaşın kafası iyiden iyiye karıştı. Ekonomiyi yönetenler, ‘hiçbir şey yokmuş’ gibi davrandıkları için, uzman ve ekonomist değerlendirmeleri bilgi açığını kapatıyor. Onların bazıları da ‘kabus’ senaryosu çiziyor, vatandaşın ‘yüreğini ağzına’ getiriyor. Çünkü, ‘derin kriz’ yaşıyoruz diyenlerin yanı sıra, ‘2001 az kalır’ değerlendirmesini yapanlar da var.
Ben bu gibi durumlarda cephenin tam içinde olan bankacıların sözlerine daha çok önem veririm. Sadece Türkiye değil, kredi ve sendikasyon ilişkisi nedeniyle dünyanın nabzını da ellerinde tuttukları için, değerlendirmeleri daha sağlıklı olur. O nedenle yaşadığımızın adını koymalarını onlardan rica ettim.
Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen, Amerika ve Avrupa piyasalarında yaşananı, ‘likidite değil, bankacılık krizi’ olarak nitelendiriyor. Ona göre, yabancı bankaların çok ciddi şekilde sermaye ihtiyacı var ve çok kısa sürede de sermaye yapılarını düzeltmeleri güç görünüyor. ‘Çünkü, zararların boyutu hala tam olarak bilinemiyor. Dolayısıyla, sermaye ihtiyaçları da tam olarak saptanamıyor’ diyor.
Ergun Özen, yaşananların Türk bankacılığını da olumsuz etkileyeceğine dikkat çekiyor: ‘Fiyat yönünden olumsuz etkileneceğiz, yani daha pahalıya borçlanacağız.’
Yapı Kredi Bankası Genel Müdürü Tayfun Bayazıt ise ‘Henüz bir kriz değil’ diye nitelendiriyor yaşananları… Ardından da tahminini yapıyor: ‘Ama yüksek volatilite ve belirsizlik hali, bir süre daha bizimle olacak gibi gözüküyor.’
Tayfun Bayazıt’a göre, global likidite sıkışıklığı ve kredilerde daralma şeklinde beliren bu gelişme, ABD’de durgunluk, Avrupa’da ise yavaşlama sinyallerine neden oluyor. Bu da beraberinde riskten kaçınma eğilimini getiriyor. Hemen sonrasında ise risklerin global düzeyde yeniden fiyatlanması gelecek. Yani borçlanmanın maliyeti artacak.
T Bank Genel Müdürü Dinçer Alpman, ‘Ben içinde bulunduğumuz durumu bir dalga olarak görüyorum’ diye konuşuyor. Ona göre, yaşananlar bir kriz değil. Ortadaki mortgage krizi kaynaklı yapısal bozulmanın klasik para politikası yöntemleriyle aşılmasının da pek mümkün olmadığını söylüyor ve ekliyor:
İstisnasız her ilde karşılaştığımız bu soruyu yöneltenler, ardından da ekliyorlardı: ‘Bunu çek ve senetlerdeki sorundan da görebilirsiniz.’
Geçenlerde İstanbul Sanayi Odası Başkanı Tanıl Küçük, ‘Ekonomik Durum Tespiti’ adlı raporu açıklarken bu görüşleri destekleyen bir saptama yaptı: ‘Karşılıksız çek ve senetlerle karşılaşan işletmelerin oranı 2006 yılının ilk yarısında yüzde 54.8 idi, 2007 yılının ikinci yarısında ise yüzde 72.7’ye yükseldi. Bu 1999 yılından bu yana karşılaşılan en büyük orandır ve ekonomide yavaşlamanın bir sonucudur.’
Rakamlar hem ‘madem ekonomi iyi, neden işler kötü gidiyor’ diye isyan edenleri hem de İSO Başkanı’nı doğruluyor. Çünkü, karşılıksız çek ve protestolu senet sayısı, kriz yıllarını çoktan aştı. Son rakamlara bakıyorum… 2007 yılı sonunda karşılıksız çek miktarı 1 milyon 400 bini geçmiş. Protestolu senet sayısında ise 1 milyon 470 bin düzeyi aşılmış.
Geçmiş yıllara ait rakamlarla karşılaştırıyorum. Tablo biraz kötü… Denebilir ki, son birkaç yıldır ekonomik aktivite arttı, bu nedenle çek ve senetlerde sorun miktarının yükselmesi de normal karşılanmalı… Bu doğru… Ancak, rakamlardaki artışların da çok olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
Örneğin, ekonomik krizin yaşandığı 2001 yılında karşılıksız çek toplamı (banka bildirimi ve mahkeme kararı toplamı) 1 milyon 199 bine ulaşmış. Sonraki yıllarda gerilemiş. 2005 yılındaki canlanmayla birlikte tekrar artışa geçmiş.
Benze tablo protestolu senetlerde de var. 2001 yılında 805 bin düzeyinde olan protestolu senet sayısı, 2007 yılında 1.5 milyon adede ulaştı. Önemli bir artış.
Son olarak bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. İSO’nun anketine göre, bu sorun, daha çok küçük ve orta ölçekli işletmeleri ilgilendiriyor. Çünkü, protestolu senet ve karşılıksız çeklerin toplam satışları oranı küçük işletmelerde yüzde 5.4’e, orta boy işletmelerde yüzde 3.7’ye, büyüklerde ise yüzde 2.6’ya denk geliyor. Sorun küçüklerin… Ancak, büyüklerin oranının da yüzde 1.1’den yüzde 2.6’ya artması da dikkatlerden kaçmamalı…
Amerikalılar, isyan ettikleri şirketleri şimdi acil yardıma çağırıyorlar
Bu nedenle İstanbul-Brüksel hattında ziyaretler sıklaştı. En son Ülker ekibi Belçika’da idi. Godiva-Ülker ekibi, şubat ayı sonunda tamamlanacak satın alma işlemini ve sonrasını görüştüler. Bu görüşmelerde şu konular üzerinde duruldu, anlaşmaya varıldı.
-Satın alma işlemleri Şubat ayı sonunda tamamlanıyor.
-Yeni dönemin stratejileri ve büyüme planları hazırlanıyor. Yeni dönemde ‘daha iyi’ nasıl yaparız ve sinerji yaratmanın yolları aranıyor.
-Organizasyonun nasıl bütünleşeceği üzerinde tartışılıyor. Yönetim, işin uzmanı olduğu için aynen korunacak. Ülker’le entegrasyon konusu sonuca bağlanacak.
-Yönetim kurulunun yeni yapısı belirleniyor. Ülker’den birkaç kişi yeni yönetim kuruluna ay sonunda girmiş olacak.
Ülker’den bir yöneticiden şunu duydum: ‘Türkiye ve dünyada bu konu çok büyük ilgi gördü. Herkes büyük beklenti içine girdi. Bu beklentiyi boşa çıkarmamak için büyük çaba sarf ediliyor.’
Bu kapsamda 8 Şubat Cuma günü bu kez Brüksel’den Godiva ekibi İstanbul’a geldi. Görüşmeler burada devam edecek, belki de son şekil verilecek. Ben yakında ‘hazırız’ diye bir açıklamanın gelebileceğini tahmin ediyorum.
‘Krizde miyiz’ diye soran vatandaş, hükümetten daha fazla çaba bekliyor
Sizlerin de dikkatinizi çekmiştir. Güzel bir de başlık koymuşlar: ‘Paranın Efendileri’… Araştırmanın sunuşu ve bazı gazetelerde sunuluşu dikkatimi çekti. ‘Neredeyse niye bu kadar zenginimiz var’ diye şikayet ediliyordu. ‘Her köşede bir milyoner’ sloganı ile büyümüş bir nesil için aslında hiç de şaşırtıcı bir yaklaşım değil. Oysa, içinde bulunduğumuz dönemde zengin sayısının artması için çalışmalı, arttıkça övünmeliyiz. Çünkü, Türkiye’de yeterince zengin yok.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun raporlarına bakınca bunu açıkça görmek mümkün. Türkiye’deki mevduat sahibi sayısı (Mudi) 72 milyon düzeyinde. Bu hesaplarda 335 milyar YTL’ye yakın mevduat bulunuyor. Bunların yaklaşık 20 bini ise 1 milyon YTL’den büyük hesapları içeriyor. Yani eskinin parasıyla 1 trilyon liradan büyüklerden oluşuyor.
335 milyar YTL’nin yüzde 38 kadarı da 1 milyon YTL’nin üzerindeki hesaplarda bulunuyor. Bunun tutarı da 129 milyar YTL’ye yaklaşıyor.
Avrupa Birliği standartlarına göre gerçekleştirilen nüfus sayımından bazı veriler basında yer aldı, üzerine değerlendirmeler yapıldı. Ancak, nüfusumuz 2000 yılındaki 67 milyon 800 bin düzeyinden yüzde 4.1 artışla 70 milyon 586 bin 256’ya ulaşırken, başka dinamikler de sergilemişti. Ben burada sadece ‘yaş piramidi’ndeki gelişmeye dikkat çekmek istiyorum. Çünkü, yıllardır ‘Genç nüfus’ gücüyle övünen Türkiye için bu yeni trendin önemli olduğuna inanıyorum.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK, eski adı DİE) yayınladığı son nüfus verileri ve geçmişe ait istatistiklerden şu mesajları çıkarıyorum:
-Özellikle gelişmekte olan ülkelerde ‘yaşlı nüfus sendromu’ var. Türkiye genç nüfusu ile övünüyor. Yeni rakamlar bunun aksini göstermiyor. Ancak, 2000 yılına göre yapılan karşılaştırma, nüfus artış hızındaki düşüş ve sağlıklı yaşam faktörü nedeniyle profilin değiştiğini gösteriyor.
-Önce ‘nüfusun yaş ortalamasını’ gösteren ‘ortanca’ yaş rakamının değişimine dikkatinizi çekiyorum. Bu rakam, 1990 yılından önce 20’nin altında idi. 2000 yılında 24.8’e ulaştı. Son sayımda ise 28.3 olduğunu görüyoruz.
-Tabloda 2000-2007 yıllarındaki iki sayımda Türkiye’nin yaş gruplarının, toplam nüfustan aldığı payları görüyorsunuz. Ortada çok anormal bir artış yok. Ancak, bir trend olduğu da açık.
-Örneğin, 65 yaş üstündeki nüfusun payı 2000 yılında yüzde 5.7 iken, son sayımda yüzde 6.9’a ulaştığı görülüyor. Sadece 80 yaş üstündeki grubun payına bakıldığında, yüzde 0.7’den yüzde 1.1’e çıktığı dikkati çekiyor.
-‘Nüfusun yaş profili değişiyor. İyi de bize ne?’ diyenler olabilir. Nüfustaki değişim, özellikle yaşlı nüfus oranının artışı, eğitimden sağlığa, perakendeden otomobile her sektörü çok derinden etkileyebiliyor. Bunun en iyi örneklerini de Amerika’da görüyoruz.
-İş sahipleri, girişim yapmayı düşünenler ya da büyüme peşindekilerin bu gelişmeyi dikkate almaları gerekiyor. Çünkü, bu değişim, beraberinde yeni bir müşteri kitlesi yarattığı gibi, eski müşterilerin bir bölümünü de ortadan kaldırabiliyor.