Paylaş
Avrupa Birliği standartlarına göre gerçekleştirilen nüfus sayımından bazı veriler basında yer aldı, üzerine değerlendirmeler yapıldı. Ancak, nüfusumuz 2000 yılındaki 67 milyon 800 bin düzeyinden yüzde 4.1 artışla 70 milyon 586 bin 256’ya ulaşırken, başka dinamikler de sergilemişti. Ben burada sadece ‘yaş piramidi’ndeki gelişmeye dikkat çekmek istiyorum. Çünkü, yıllardır ‘Genç nüfus’ gücüyle övünen Türkiye için bu yeni trendin önemli olduğuna inanıyorum.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK, eski adı DİE) yayınladığı son nüfus verileri ve geçmişe ait istatistiklerden şu mesajları çıkarıyorum:
-Özellikle gelişmekte olan ülkelerde ‘yaşlı nüfus sendromu’ var. Türkiye genç nüfusu ile övünüyor. Yeni rakamlar bunun aksini göstermiyor. Ancak, 2000 yılına göre yapılan karşılaştırma, nüfus artış hızındaki düşüş ve sağlıklı yaşam faktörü nedeniyle profilin değiştiğini gösteriyor.
-Önce ‘nüfusun yaş ortalamasını’ gösteren ‘ortanca’ yaş rakamının değişimine dikkatinizi çekiyorum. Bu rakam, 1990 yılından önce 20’nin altında idi. 2000 yılında 24.8’e ulaştı. Son sayımda ise 28.3 olduğunu görüyoruz.
-Tabloda 2000-2007 yıllarındaki iki sayımda Türkiye’nin yaş gruplarının, toplam nüfustan aldığı payları görüyorsunuz. Ortada çok anormal bir artış yok. Ancak, bir trend olduğu da açık.
-Örneğin, 65 yaş üstündeki nüfusun payı 2000 yılında yüzde 5.7 iken, son sayımda yüzde 6.9’a ulaştığı görülüyor. Sadece 80 yaş üstündeki grubun payına bakıldığında, yüzde 0.7’den yüzde 1.1’e çıktığı dikkati çekiyor.
-‘Nüfusun yaş profili değişiyor. İyi de bize ne?’ diyenler olabilir. Nüfustaki değişim, özellikle yaşlı nüfus oranının artışı, eğitimden sağlığa, perakendeden otomobile her sektörü çok derinden etkileyebiliyor. Bunun en iyi örneklerini de Amerika’da görüyoruz.
-İş sahipleri, girişim yapmayı düşünenler ya da büyüme peşindekilerin bu gelişmeyi dikkate almaları gerekiyor. Çünkü, bu değişim, beraberinde yeni bir müşteri kitlesi yarattığı gibi, eski müşterilerin bir bölümünü de ortadan kaldırabiliyor.
-Dünyaya baktığımızda, sağlık, bakım, turizm, otomobil, gıda, kişisel bakım ürünleri, banka ve sigorta gibi işlerin çok etkilendiğini görüyoruz. Sadece bu gruplara yönelik girişim sayısındaki artış da bu eğilimin önemini ortaya koyuyor.
Rakamlar bugün bakınca küçük görünüyor. Geçmişle kıyaslandığında anlamlı mesajlar veriyor. Geleceğe taşıdığınızda ise gücü daha da artıyor.
Krizin bir nedeni de ‘yatırımcı baskısı’ mı?
Geçtiğimiz aylarda yönetim danışmanı Clayton Chirtensen’in bir yazısında, ‘Yatırımcı baskısı’ konulu bir bölüm okumuştum. Özetle, ABD’de şirket ve banka hisselerine yatırım yapan büyük oyuncuların, CEO ve patronlar üzerindeki baskısı dile getiriliyordu. Onlara göre, hisse senedi sahipleri, büyüme konusunda yöneticilere baskı yapıyor. CEO’lar da bu beklentiyi karşılamak ve hisse değerini artırmak için agresif büyüme stratejisi içine giriyorlar.
Geçtiğimiz günlerde sohbet ettiğim bir banka genel müdürüne, ardından da yatırımcı ilişkileri sorumlusuna bu konuyu sordum. Önce ABD cephesi, ardından da Türkiye’ye yansımalarıyla ilgili görüşlerini öğrenmek istediğimi belirttim.
ABD’de yatırımcıların büyük bir güçlerinin olduğunu, gerektiği durumlarda yönetimi de değiştirdiklerini belirttiler. O nedenle şirket CEO ve patronlarının büyüme konusunda daha agresif davrandıklarına dikkat çektiler.
Zaten ABD’deki mortagage krizi de, ‘subprime’ denilen yüksek riskli kesime konut kredisi verilmesinden kaynaklanmıştı. Normalde kredi alma koşullarını yerine getirmeyen vatandaşlar, finans kuruluşlarının rekabeti nedeniyle ev sahibi olma düşlerine ulaşmaya başlamışlardı. Ancak, saadet zinciri bir yerde koptu.
Sorunun ikinci bölümünde ise ‘yatırımcı baskısının’ Türkiye’ye yansımaları vardı. Öğrendiğim kadarıyla 2008’de bu baskı iyice hissedilmeye başlanmış. Hatta bazı kurumlar, Pazar paylarını artırmak için daha agresif stratejilere yönelmişler bile. Ancak, bunu daha iyi anlamak ve görmek için biraz zamana ihtiyaç var.
‘Aynı isimli şirket” sendromu!
Şirkete ve markaya isim bulmak çok önemli. Bazı şirketler, bunun için milyonlarca doları danışman şirketlere aktarıyorlar. Ancak, şirket ve marka ismi konusunda son dönemde dikkatimi bir konu çekiyor. ‘Aynı isimli şirket ve markalar’dan söz ediyorum. Pazarlama alanının önde gelen gurularından Al Ries, ‘marka yayılması’ diye nitelendirdiği bu konuya hep karşı çıkmıştı. Onun gerekçesi yayılmanın marka gücünü azaltacağı idi.
Ben başka bir noktaya odaklanıyorum. Örneğin, bir sigorta şirketinden poliçe aldınız ve memnun kalmadınız. Sizi ‘bin pişman’ ettiler. Bu durumda aynı ismi taşıyan başka bir şirketin kapısını çalar, hizmet ya da ürün alır mısınız?
Bu konuda ben de kararsızım. Benzer örnekler yaşadım. Bazılarında devam ettim, birkaçında vazgeçtim. Çünkü, şirketleri çok iyi tanıyorum. Ancak, gördüğüm kadarıyla bu konuda benim gibi düşünmeyen geniş bir kitle var. Bir şirketin yaptığının cezasını, aynı ismi taşıyan başka şirketlere de kesiyorlar. Bu nasıl aşılır, ben de bilmiyorum. Çünkü, o kadar da kolay değil. Belki şirket birleşme ve satın almaları bu konuda iyi bir çözüm olur.
Paylaş