Dünya Kupası’nda takım tutma geleneği farklıdır. Öncelikle ‘mazlum’ halkların takımları tutulur. En güçsüze meyledilir. İki güçlü arasında bile hassas terazilerle ölçümler yapılıp en zayıf bulunur. Takım değil, adam da tutulur. Forması güzel olduğu için de…. O yüzden Honduras, o yüzden Kosta Rika, o yüzden Kolombiya, o yüzden Gana, Kamerun.. Hasılı bilimum Afrikalılar ve başaltı Latinler, gönülçelendir. Kibirli ve ‘çok kariyerli’ takımlara ise sırt çevrilir. Son misal İspanya’yı…
“Burası Latin Amerika, buradan çıkış yok!”… Evet İspanya elendi, İngiltere de mucizevi matematiksel hesaplara kaldı. İlk maçta Kosta Rika karşısında beklemediği bir yenilgi alan Urguay, dün akşam İngiltere’yi istediği anlarda oyuna ağırlığını koyup mağlup etti.
Bu maçın sosyal medya takipçileri için en mühim yanı yorumcusunun Ömer Üründül olmasıydı! Hürriyet’in de derlediği tweet’lerde ortak kanı ‘usta yorumcu’nun çok özlendiğiydi. Evet, 0-0 başlayan maç, atılan üç golle 2-1 sonuçlandı doğal olarak(!)
Top çizgiyi geçti mi geçmedi mi tartışmasının hâlâ daha sürdüğü o 1966 finalinde güldükleri günden bugüne gün yüzü göremiyor üzerinde güneş batmayan İngilizler! Samuel Beckett’ın “Hep denedin hep yenildin yine dene yine yenil daha iyi yenil” sözünün adeta vücut bulmuş haliler. Met-Üst ile de verkaça girip iyice ballandıralım: “Yenilince çok güzel oluyorsun İngiltere”. Valla 8-0’ların husumetinden değil, gerçekten kaybetmek İngilizlere yakışıyor. En güzel kaybeden şampiyonluğunu Hollanda’dan kesin alacaklar.
Aslında İtalya karşısında da Uruguay karşısında da yenilgiyi hak edecek kadar kötü değillerdi. Çok çabalayan ama sınavı geçemeyen bir öğrenci gibiler. Ne yazık ki ‘gidiş yolu’ndan üç puan verilmiyor!
MUJICA BAŞKA URUGUAY ŞAMPİYON!
Yazının başında tarifini verdiğim ‘romantik futbolseverler’, Şili’den galibiyeti Allende için talep ederken, Uruguay’dan da Jose Mujica aşkına istediler. Yeryüzünün en ‘fakir’ başbakanı Mujica... 12 bin 500 dolarlık maaşının sadece 1250 dolarını kendisine ayırıp gerisini muhtaçlara dağıtan bir bilge zengin. Ona bakınca esasen kendimizin ne kadar fukara olduğunu görüyoruz: Brezilyalıların favela evlerinden hallice bir evde, köpeği ve bir vosvosuyla yaşayıp gidiyor. Bakın ne diyor bu 78 yaşındaki eski Tupamaro gerillası: “Benim yaşam stilim kendi hayatımdaki evrimi yaşamaktır. Hayatım boyunca eşitlik için mücadele ettim. İnsanlar aslında para ile satın almıyorlar, zamanlarını harcayarak satın alıyorlar. Çünkü zamanlarını, bu paraya sahip olmak için harcıyorlar.”
Son düdük çaldığında ekrana bir taraftarın pad bilgisayarındaki ‘Adios Spain’ yazısı geldi! Brezilya’ya tarih yazmaya gelen İspanya, tarihi tersten yazıp, ilk turda evine dönüş biletini aldı. 2008 Avrupa, 2010 Dünya ve 2012 Avrupa şampiyonluğu yaşamış kadronun hüzünlü vedası…
Ve elbette ‘Tiki Taka’nın milli ölümüydü aynı zamanda bu erken dönüş… Sosyal medya İspanya’yı alaya alan mesajlardan geçilmedi. Oysa “Teşekkürler İspanya” demek lazım…
Üst üste üç büyük turnuvayı kazanma başarısı gösterip bir sonrakinde elenmeleri ayıp değildir. Futbol, en güçlü ile en zayıfın yer değiştirme ihtimali olduğu için dünyanın en popüler sporudur. Evet, Del Bosque yepyeni bir jenerasyonla Brezilya’ya gelebilir, kulüp düzeyinde çözülen ‘pas futbolu’nu reforme edebilirdi. Ama öyle yapmadılar ve büyük başarılar kazandıkları sistemle son bir kez cihan sahnesinde arz-ı endam eylemek istediler.
TİKİ TAKA'NIN MİLLİ ÖLÜMÜ
Bugün İspanyol modelini eskiten, benim ‘gerilla futbolu’ dediğim sistem de mağrurlanmasın. Bir iki turnuva sonra onun da miadı dolar. Bu oyunun ‘kader’i budur. Bir bir takım, bir jenerasyon yakalar ve bir oyun sistemi tutturup başarılı olur. Birkaç zaman sonra da o sistemin panzehiri çıkar.
Bu nedenle sahneden çekilene alkışlarla veda edelim. “Kral öldü, yaşasın yeni kral” nankörlüğüyle vefasızlık etmeyelim. Biz değil miydik son 10 yılda ‘Tiki Taka’yla yatıp kalkıp, övgü yarışına girenler….
Elbette İspanya, Hollanda’da 5 yediğinde dönüş sinyali vermişti. Yine de Şili karşısında daha bir canhıraş başladılar. Ne ki Vargas’ın Casillas’ın son cilasını da döken golü, morallerini bozdu. 2-0 ile de fiş çekildi. Sonrası yaralı boğanın kırmızı pelerine çaresizce saldırmasından başkaca bir şey değildi…
Kupada 7. günü de idrak ettik. Günün müsabakası ev sahibi Brezilya ile Meksika arasındaydı. Bir nevi de ‘direkler arası’ bir oyundu çünkü iki kaleci de iyi iş çıkardı ki o yüzden gol izleyemedik. Buna mukabil, en zevkli ‘sıfır sıfır sona eren maç’ oldu.
90 dakika boyunca TRT spikerinin de ‘kentsel dönüşüm’ misali ‘fikirsel dönüşüm’üne tanıklık ettik(!)
İlk düdükle birlikte Meksika kalecisi Ochoa’nın ligde 72 gol yediğini, yani ne kadar kötü bir kaleci olduğunu hatırlatan spikerimiz, dakikalar ilerledikçe ve Ochoa kalesinde devleştikçe kusuru onun Fransa Ligi’ndeki takımı Ajaccio savunmasına atmaya başladı.
Hasılı bu ‘golsüz eşitlik’le sonuçlanan maçın tek kaybedeni ‘milli spikerimiz’ oldu.
Dönelim Ochoa’ya… Evvela, Meksika Teknik Direktörü Miguel Herrera’yı tebrik etmek lazım, cesaretinden ötürü. 72 golle sezonu kapatan bir kişiye kaleyi teslim etmek her babayiğidin harcı değildir. Herrera muhtemelen şöyle bir mantık yürütmüştür: Ochoa yiyeceği kadar golü yemiş. Artık yemez! Nitekim iki maçta da kaleyi kapattı. Bu arada Meksikalı eldivenin sağ eldiveninin altı parmak olduğu lafları sosyal medyada maç boyunca gezindi durdu. Meğer bu bir 'şehir efsanesi'ymiş. 4-5 sene önce uydurulan bir yalan, kar topu misali büyüye büyüye gerçeğe dönmüş! Ochoa'nın 'altı parmak' olduğu iddiası aklıma “Muslera’nın elleri küçük” diyen Mustafa Denizli'yi getirmedi de değil. Beri yandan Cesar’ın hakkı da Cesar’a… Brezilyalı tecrübe de çok kritik kurtarışlar yaptı.
ÇAKIR DÜNYADA DA İYİ HAKEM
Meksika’yı beğendim, Brezilya’yı eksik buldum. Ceza yayı üzerinde net bir bitiriciye ihtiyaç var. 3-1 kazandıkları Hırvatistan açılış maçında kilidi Japon hakem kırmıştı! Ancak dün gece Cüneyt Çakır, yaptıkları bazı numaraları yemedi. Helal olsun. Laf hocamıza gelmişken topu bu kulvarda sürmeye devam edelim. Doğan Babacan’dan 40 yıl sonra Dünya Kupası’nda düdük üfleyen ilk hakemimiz için “Ligde kötü ama Avrupa’da iyi” denirdi. Şimdi bir ek daha yapabiliriz: “Cüneyt Çakır dünyada da iyi”. Bugüne kadar oynanan maçlarda bir çok hakem hatası da olduğudüşünülürse, hocanın kıymeti daha iyi anlaşılabilir.
Dünya Kupası’nın dördüncü günü şampiyonın en iyi ve en sıkıcı maçlarına sahne oldu.
Önce iyi olandan başlayalım: Almanya 4 Portekiz 0 … Veya Almanya 4 Ronaldo 0! Portekiz’e dair ortaya konulan her türlü iddia Ronaldo kaynaklıdır çünkü o, çoğu zaman ‘tek başına takım’ olabilmiştir. Ne var ki milli takımıyla yüzü bir türlü gülmüyor. Yenildiğinde; hele ki fark yediklerinde yüzü mahalle maçını kaybeden çocuğun mahzunluğunu alıveriyor.
Tek tek bakıldığında kalibresi yüksek başka arkadaşları da var, fakat ‘tek başına takım’dan ‘yek vücut takım’a evrilemediklerinden beklentileri karşılayamıyorlar. Ronaldo’lu Portekiz bugüne kadar bir tek memleketindeki 2004 Avrupa Şampiyonası’nda final görmüş ama ne yazık ki onda Yunanistan’a boyun eğmişti. Yanarsın da neye? Finalin kaybedilmesine mi yoksa ‘Atina Geçilmez’i oynayan Yunanistan’a kaybetmeye mi?
Üçüncü golü yediklerinde kayınpeder “Gari bu maç, maç olmaktan çıkıverdi” deyip, kalktı ekran başından. Öyle ya, hepimiz başabaş bir mücadele bekliyorduk.
Bu maç da penaltıdan kaçamadı. Gerd Müller’de mülhem Thomas Müller, penaltıyı kaçırmadığı gibi hat-trick’i de hanesine yazdırdı; kupada ilk unvanıyla. Gerd Müller, dünya kupalarında 14 gole imza koymuştu. 24 yaşındaki Thomas Müller ise şimdiden 8’e ulaştı.
Şu Pepe’de ne buluyorlar bilmiyorum? Resmen ayaklı dinamit ve genelde de kendi takımının elinde patlıyor. Centilmenlikten hiç nasiplenmeyen ve aynı aptallıkları defalarca tekrarlayan bir oyuncu. Pepe demek sermayeyi kedilere yüklemek demek! Biliyorum bu teşbihten ötürü alınan kediler de olacaktır zira onlar bile Pepe kadar nankör olamazlar…
Müsabakayı, Beşiktaşlılar da formalarını üstünden yeni çıkaran Hugo Almeida gözüyle izlediler. Ne var ki Hugo, erkenden sakatlanıp oyunu terk etti. Değil mi ki ligin ikinci yarısındaki form düşüklüğünü “Kendisini Dünya Kupası’na saklıyor. Sakatlanmamak için sakınıyor” diye açıklayanlar olmuştu. Sakınan göze çöp batarmış, değil mi!
Jürgen Klinsman’ın başlattığı Joachim Löw’ün gerçekleştirdiği Alman devriminin bir kupayla taçlanmasını tüm ‘romantik futbol serseleri’ arzu ediyor. Ülkelerindeki etnik çeşitliliği Nazizme nanik yaparak milli takımlarına da yansıtan ve oynadıkları futbolla olumsuz manada kullanılan “Futbol, 22 kişinin oynadığı, sonunda Almanların kazandığı bir oyundur” klişesini yıkan bir Alman Milli Takımı var çünkü artık karşımızda.
Malumunuz, son dünya kupaları izleyenlere pek keyif vermemişti. Hele Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası, Vuvuzela nedeniyle adeta bir kabusa dönüşmüştü. Öyle ki insanlar birbirlerini Vuvezela çalmakla tehdit eder hale gelmişti(!)
Şu ana kadar oynanan maçlar itibarıyla Brezilya 2010, futbol diyarının ruhuna uygun bir seyir keyfi veriyor. Golsüz, hatta berabere biten maç dahi yok. Dünyanın bütün yükleri omuzlarına bindirilmiş yıldızlar, strese girmeyip gollerini attı. Neymar, Messi, Balotelli, Benzema… Darısı Ronaldo’nun başına…
Cumartesi gecesinin ateşi kuşkusuz Kosta Rika’ydı. Lugano’nun ‘aldığı’ penaltı sonrasında maçta 1-0 geriye düşmeleri ‘olağan’dı ama ikinci yarı 3-1 öne geçmeleri de ‘olağanüstü’ydü. Sosyal alemde kadir şinas kullanıcılar, galibiyeti bir Yeşilçam emektarı olan ve 1994’te aramızdan ayrılan Ahmet Kostarika’ya armağan ettti. Kostarika büyük bir karakter oyuncuysuydu. Kosta Rika takımı da büyük bir karakter oraya koyarak, ‘Dünya Kupası’nı üçüncü kez almaya geldik’ havalarındaki Muslera’lı Uruguay’ı mağlup ettiler. Takdire şayan bu yengiden sonra gruptan çıkamasalar da canları sağolsun… Uruguaylı Pereira da ilk kırmızıyı görerek bu kupanın tarihine bu şekilde geçti. Bu da bir şey(!)
BİZİM SOKAĞAN FASIL HEYETİ!
Cumartesinin büyük puntolarla yazılan maçı ise kuşkusuz İtalya ile İngiltere arasındaydı. Ben maçı bir grup mahallinin gecenin köründe sokakta verdiği fasıl eşliğinde izledim. Repertuvar, Zeki Müren’den Vahdet Vural’a, Mustafa Keser’den Kahtalı Mıçı’ya uzanacak kadar zengindi. İtalya-İngiltere maçı da futbol zenginiydi. 01.00-03.00 saatleri arasında oynansa da gözlerimi kırpamadım. İngilizler, makus talihi yine yenemedi. Bu vesileyle bir kahaneti mi de paylaşayım: İngiltere, Türkiye kendisine ilk golünü atmayana kadar kupa mupa kazanamayacak!
Oyunu domine eden taraf gibi görünseler de sahayı boyunları bükük ve fizyoterapistlerinin ayağı kırık terk ettiler. Arkadaş, beraberlik golüne öyle sevindi ki.. Ya bir de galip gelselerdi nice olurdu, değil mi?
Ve Pirlo… Şampiyonanın ‘şarabi’lerinden. Sadeliğin virtüözü. İnsanın bakınca kendini iyi hissetiği yüzlerden. Karanlıkta çalınan ıslık… 35 yaşındaki marifetin bir ara Beşiktaş ile adı anılmıştı ama Orman ‘yaşlı’ oyuncu istemiyor. Breh breh…
Bir yanda ‘kadim’ Pirlo diğer yanda ‘velet’ Sterling… 19 yaşında Dünya Kupası’nda arz-ı endam ediyor. Bizdeyse Salih Uçan’ın Fenerbahçe’de oynayıp oynayamayacağı tartışılıyor, Beşiktaş’ın Messi’si olacak denilen Muhammed’in ise hâlâ ‘pişmesi’ bekleniyor ! İngilizlerin beraberlik golünü atan Sterling, temposu ve cüretiyle parlak bir giriş yaptı. Tecrübe edilmiş bilgiden mahrum olduğu için yakaladığı bir çok önemli pozisyonda da golü kaydedemedi. Mahirleştikçe attıkları da artacaktır elbet…
Kupanın daha ikinci gününde tarih yazıldı. Son finalist Hollanda, son şampiyon İspanya’yı 5-1 yenerek adeta çimlere gömdü. Bu gömüş milli takım düzeyinde de ‘Tiki Taka’nın ‘Total’en ölümüydü. Erken öten horoz olma pahasına bu böyle. Diyorlar ki İspanya 2010’a da yenilgiyle başladı ve şampiyon oldu. Lakin ne bu dünya 2010, ne de bu İspanya…
İspanya’nın modellediği Barcelona’nın Şampiyonlar Ligi’nde önceki yıl Bayern’e gol atamadan iki maçta 7 tane yiyip elenmesi ve bu sezon da Barça’nın eski hocası Guardiola’lı Bayern’in Real karşısında benzer bir hezimet yaşaması Tika Taka’ya veda manasını taşıyordu.
Buna ragmen statüko –burada Del Bosque- İspanyol milli takımında değişime direndi. Tamam, biz de sık sık ‘#diren’ diyoruz ama ilericiliğe karşı da diren demeyiz herhalde!
Öyküsü bol bir maçtı İspanya-Hollanda… Diego Costa, memleketi Brezilya’nın pasaportunu elinin tersiyle çevirip Boğaların peleriniyle hemşehrilerinin karşısına çıkmıştı.
O da soydaşı Fred gibi penaltı olmayan bir penaltıyı aldırdı ve akabinde de kendisini protesto eden tribündeki Brezilyalıları “Sus, konuşma sözler kimin umurunda” dedi. Ha Costa ilk kez ‘İspanyol milli’si olurken bizim buralardan Sneijder ise Portakalı 100. kez soyup başucunua koyuyordu.
‘Ya Sonra’ diye sorar ya bir filminde Özcan Deniz(!), evet ya sonra… Sonrasının sözlerini Erol Evgin seslendirsin: Öyle bir fırtına kopar, sanki yer yerinden oynar…
Van Persie, öyle bir gol attı ki Hollanda deyince biz gazetecilerin pek sevdiği o ‘Uçan Hollandalı’ metaforunu da gerçek kıldı. Bildiğin uçarak müthiş bir kafayla Casillas’ı avladı. Ne var ki tecrübeli eldivenin çilesi daha yeni başlıyordu. Benim ‘Pembe Panter’e benzettiğim Robben, resmen tüm İspanyol savunmasıyla dalga geçerek attığı gollerle, Casillas’ın jübilesini de masrafsız aradan çıkarıverdi.
Sevgili diye seslenmek isterdim ama içimden ‘Ey Günlük’ demeyi tercih ediyorum.
Evet, Eyy Günlük!!! ‘Kupaların Ramazan’ı Dünya Kupası’nda meşin yuvarlak dönmeye başladı. Açılışı Brezilya ile Hırvatistan yaptı. ‘Bu daha başlangıç’ maçları genellikle kasıntılı olur. Çokça da ev sahibi kasar. Ancak bu ilk perdenin genelinde Hırvatistan kastı. Oysa Slaven Bilic’in nezaretindeki Hırvatlar ne güzeldiler öyle…
Yine de maçta önce Hırvatistan öne geçti. Şampiyonlar Ligi Finali’nde sonradan dahil olup ortaya koyduğu futbolla kupayı Arda’ların elinden aldıran Marcelo, yüzde yüzlük pozisyonu affetmedi ve kendi ağlarını havalandırdı! Kendisi gibi La Liga’da personel olan ve kırılmadık rekor bırakmayan Ronaldo ve Messi’ye özenen Marcello da “Ben da bari Dünya kupalarında kendi kalesine gol atan ilk Sambacı olayım” diye düşünmüş herhalde!
Marcelo, Julio Sezar’ı, –turnuvanın en yaşlısı ekmeğimizi suyumuzu içmiş Mondragon ama Sezar benim indimde daha yaşlıymış gibi geliyor. Ne ki 42’lik Mondi’den 8 yaş küçük! Bir yanıyla iyi çünkü zamanın çok hızlı geçtiğini düşünenler Sezar’a bakıp teskin olabilir - gafil avlarken esasen kendi takımını uyandırmış oldu. Sonrasında Oscar ve Neymar ile öyle bir Samba rüzgârı esti ki “Hırvat kalesi bu ablukaya fazla dayanamaz” deyiverdi herkes Twitter’dan(!) Ki ‘kuş’ doğru ötüyordu ve nihayet Neymar, TRT spikeri Yalçın Çetin’in ‘iyi’ bulmadığı yorumcu Ceyhun’un ise ‘Bazen iyi vurman gerekmez’ dediği bir vuruşla eşitliği sağladı. İyi güzel de kim bu Ceyhun yahu?
Ceyhun yahu, hani Fenerbahçeli Ceyhun yok mu? Ceyhun Eriş… Yılmaz Vural’ın top oynayan versiyonu.
Güney Kore’den Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne kadar gitmediği takım kalmamıştı. Ama yine de ezeli rekabetin en sansasyonel maçı olan 6-0’da sarı lacivert formayla sahada yer almış ve bir de gol atmıştır. Üstelik sarı-kırımızılı altyapıdan atılmıştı meşin yuvarlak dünyasına…
Sosyal alem, Ceyhun’u, bu ilk Dünya Kupası yorumculuğuna karşı çıkarken de ‘Neredesin be reyiz’ diyerek Ömer Üründül silahıyla vurdular… Gerçekten çok acımasız bir dünya bu sosyal dünya…
Ceyhun’un “Hakemi tanımıyorum” dediği Japon düdük Yuichi Nishimura, uydurduğu penaltıyla kendisini başta yorumcumuz olmak üzere tüm dünya aleme tanıttı bir güzel.
Futbolun ayrı bir din olduğu Brezilya’da insanların “Hayır, biz Dünya Kupası” istemiyoruz diyebileceği akla düşer miydi hiç?
Yo hayır, Sambacılar kupayı istiyor da onun organizasyonunu yapmayı istemiyor. Harcanan 8 milyar Euro’nun (G.Afrika sadece 2.7 milyar dolar harcamıştı) eğitime, sağlığa, ulaşıma ve barınmaya ayrılmasını istiyorlar. Özcesi “Futbol karın doyurmuyor” diyorlar. Ve Brezilyalılar evlerindeki kupaya karşı geldikleri için de ne ‘üçgen’ ne ‘diktörgen’ olmakla suçlandılar ama onlar da bol bol gazı yediler en acı biberlisinden(!)
Belki Brezilya evinde ilk kez Dünya Kupası’nı kaldıracak. Böylece bu onuru toplamda 6. defa yaşamış olacak ancak ‘tamamen duygusal’ manada yine kasa (FIFA) kazanacak.
FIFA, UEFA ve IOC birer spor tekeline dönüşmüş vaziyette. Hep denildiği gibi, BM’den bile daha güçlüler. Esasen bir ticaret örgütü olan bu yapılar, para basan organizasyonlarından aldıkları güçle ve pek sorgulanamaz kurallarıyla spor kulüplerini ve sporcuları yönetiyorlar. Herkesten gerek mali gerekse de sportif fair-play beklerlerken, son Katar skandalında olduğu gibi, kendileri pis kokular salmaktadır etrafa.
Evet, bu spor oyunlarında kasa kazanır. Brezilya’da kaynaklar meşin yuvarlağın bir ay dönmesi için harcanırken, FIFA, 3.1 milyar Euro kâr edecek. Fakat iş vergisini ödemeye gelince o kadar arzulu değil. Zira 250 milyon dolara tekabül eden vergiyi ödemediği söyleniyor. Oyun, oyun olmaktan çıktı. O artık bir TV ürünüdür. Son düdük çaldığında yeniden üretilen bir oyun. Hal böyle olunca da artık sonbahar ile ilkbahar arasına sıkıştırılması yetmez oldu. Yazın bir kaç günü hariç, her daim top dönmeye devam ediyor. UEFA’sı ve FIFA’sı takvimde boş yaprak bulmakta dahi zorlanılıyor. Avrupa’nın önde gelen beş büyük liginde mücadele eden üst düzey futbolcuların tatil yapmaya bile vakti kalmaz oldu. Ama onlar da iyi kazanıyor, değil mi...
Paranın öne çıkması, maç trafiğinin artmasıyla birlikte Avrupa Kupası da Dünya Kupası da benim için eski tadında değil. Hele ki Şampiyonlar Ligi icat olalı beri... Benim nezdimde Meksika 86’nın yanından bir tek Fransa 98 geçti. Diğer Dünya Kupaları hep yavan kaldı. Çünkü çoğunda iyi futbol ve öyküler çıkmadı. Büyük paralar kazanan ve zaten şöhret olan doymuş futbolcular, için bu büyük şampiyonalar gittikçe bir angaryaya dönüyor. 2002’de biz de vardık lakin gerek Milli Takım’ın kendi içinde ikiye bölünmesi gerekse de kamuoyu ile girilen sürtüşmelerden ötürü üçüncülüğü doğru düzgün hazmedemedik.
7/24 ve 365 gün açık olan ‘Futbol AVM’si, insanın ilgisini zinde tutmak namına şartları zorluyor. 74 finalinde kaybeden Hollanda’nın kadrosundan mı yoksa 2010’da kaybeden Hollanda’dan mı daha çok isim sayarsınız?