Beyoğlu’nda 1994’ten beri faaliyet gösteren Robinson Crusoe 389, bir viraneden kitap cennetine dönüştürdüğü adresinden ayrılmak zorunda kaldı.
Niçin kapanmak/taşınmak zorunda kaldı bu güzel kitapçı?
En net yanıt, fahiş kira talebi olacaktır elbette.
Bianet’te (www.bianet.org) Yaşar Adnan Adanalı, Robinson’un başına gelenleri dört dörtlük bir yazıyla anlattı.
Bundan 10 yıl önce aylık 2 bin 500 TL olan kira, 2014’e vardığımızda 25 bin TL’ye fırlamıştı.
Bu kirayla bile başa çıkmaları imkânsızken mal sahibi kontrat yenilemek için –sıkı durun- aylık 35 bin dolar istedi.
Dik dur, düşme.
Beni örnek al.
Bak mesela ben bu konuda ne kadar net olduğumu gösterdim.
Ne mi yaptım?
Dinle de öğren.
Önce ‘Tokat’taki vatandaşın hassas ayar ölçülerine davet ettim milleti’ annadın mı?
Sonra da ‘Provokasyona gelmeyin, gaza gelmeyin’ diye ters köşeye yatırmak suretiyle filan... Annadın mı?
Sinan Çetin’in “Çiçek Abbas”ının senaryosunu yazan Yavuz Turgul’un hediyesidir.
Replik şu yoldan geçerek gelir.
Şener Şen’in canlandırdığı “uyuz ve dalavereci” minibüs şoförü Şakir kahvede oturmaktadır.
Eski muavini Çiçek Abbas, tıpkı Şakir gibi giyinmiş halde kahveye girer. Kendi minibüsünü almış, Şakir’le durumu eşitlemiştir.
Herkese çay ısmarlar yeni (aslında hurdalık!) minibüs şerefine.
“Şakir”e de ısmarlar fakat Şakir istemez eski muavin/yeni rakip Çiçek Abbas’ın çayını.
Bu arada kendisine adıyla hitap edilmesine de bozulur, “Ne demek Şakir?” diye çıkışır.
Milletçe gaza gelme konusundaki eşsiz yeteneğimizi, yoktan var edilen bir tartışmaya nasıl kapılıp gidebildiğimizi gösteren şahane ve gerçek bir hikâye...
İşe 44 yıl önceye, hatta tam tarih vermek gerekirse 14 Mayıs 1970’e ışınlanarak başlamak gerekecek.
*
Eskişehir’de bir berberdeyiz.
Usta, belli ki kalfasına sinirlenmiş.
Glastonbury Festival’in son gününde “I survived Glasto/ Glasto’da hayatta/ayakta kaldım” tişörtünün satılmaya başladığını gördüğümde yıl 1999’du. O ilk büyük festival deneyimimi çadırsız, uyku tulumsuz, çayır çimende uyuyarak filan geçirdiğimden slogana da ziyadesiyle hak vermiştim. Sonraki yıllarda ‘nispeten’ daha konforlu festival deneyimlerim de oldu fakat geçen hafta Barcelona’da yaşadığım Primavera Sound hepsini geride bıraktı.
Primavera, Barcelona’nın en büyük müzik festivali. ‘İşlerin yoğunlaştığı’ 3 gün zarfında 10’dan fazla sahnede onlarca grup sahne alıyor. Ağırlık noktası rock türevleri fakat başka seslere de açık. Festivali dünyadaki benzerlerinden biraz farklı kılan başka özellikleri var. Mesela festival alanında konaklama yapılmıyor. Bu ilk etapta “Haydaaa!” dedirtebilir ancak, Balear Denizi kıyısında ve şehir merkezine çok yakın konumdaki Parc del Forum’da yapılması konaklama imkânları konusunda esneklik sağlıyor.
Bu da kısa süre için kiralayacağınız evde veya otelde takılıp akşam konserlere gidebilmek manasına geliyor. Rock festivallerinde iyi uykunun, temiz tuvaletin, sıcak duşun kıymetini eksikliğini yaşayarak idrak etmiş olanlara “Tutmayın beni; Jimi Hendrix sana yürüyorum” dedirtecek bir güzellik. Arcade Fire, Queens of the Charles Bradley gibi güzellikleri kaçırdığım festivale cuma ve cumartesi günleri takıldım.
Âdettendir, deli gibi bir yağmur yedim önce. Sonra hayatımda gördüğüm en inanılmaz gökkuşağı belirdi Balear üzerinde ve Dr John & The Nite Trippers ile paralel evrene geçiş yaptım. Sharon Van Ettten, Slowdive, The National ve bu yaz memleketimize de uğrayacak olan Pixies üzerinden son darbeyi Deafheaven ile vurup geceyi tamamladım.
İstanbul konserleri öncesi
Pixies için birkaç laf etmek gerekiyor, İstanbul konserine hazırlık bakımından. Açıkçası Kim Deal’siz bir Pixies, kendisine gençlik hayallerinde geniş yer açmış benim gibi tipler için kalp kırıcı oluyor hafiften. Ancak adamımız Franc Black şahane ve Kim Deal’in yerine gelen Paz Lenchantin de taş bir insan. Bütün klasikleri çaldılar, yani Pixies’den yana bir kaygınız olmasın. İkinci gün mesai biraz daha ağır, ağır olduğu için de daha güzeldi.
Dinlediğim en acayip ve en sağlam gruplardan biri olan ‘Godspeed You! Black Emperor’dan sonra uzaylılar tarafından kaçırılmış gibi yarım saat kadar ufuk çizgisine baktım. Hayata kaldığım yerden devam etmek için yine bu yaz İstanbul’a gelecek olan güzeller güzeli Mogwai’den yardım aldım. Ardından Cut Copy, Nine Inch Nails, Foals (inanılmazdı), Black Lips, Blood Orange arasında mekik dokudum.
Geçen sene Gezi Parkı’nın ateşli günlerinde attığı “Gençler, Gezi Parkı’nda kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” adlı çalışmasından beri bu durum böyle.
O vakit “Tabii, buyur gel abi; ama Elmadağ tarafında polis yolu tutmuş, yanına maske, baret vesaire al. Kesin bilgi” diye geçiştirilmişti.
Atakları durmadı Vali’nin...
*
Henüz geçen hafta attığı “Dut ağacından oklava, darı unundan baklava olmaz” şeklindeki “tüvitinin” sırrına erememiştik ki yeni bir atak geliştirdi.
Bizzat Başbakan Erdoğan tarafından verilen “Mahmudiye’nin geleceği sana emanet Melih” talimatıyla propaganda çalışmalarında görev aldığını söyledikten sonra devam etti:
“Melih Gökçek’ten size başında söz... Mahmudiye’nin köyleri dahil asfaltsız yeri kalmayacak. Bu sene bitireceğiz inşallah...Şimdi çocukların burada büyük bir parkı yokmuş.Allah nasip ederse, o da bu yıl olacak gelecek yıl değil.Oy peşin hizmet peşin...”
*
Mahmudiye’yi “küçük kardeşleri” kabul ettiğini belirten Gökçek, oyların AKP’ye gitmemesi durumunda olacakları ise “Vebali büyüktür” parantezine alarak konuştu:
“CHP’ye oy vermeyin de... Çünkü o verilen oyların sadece bu dünyada değil, bana göre öbür tarafta da mutlaka vebali vardır.”Mahmudiye’yi, tıpkı Melih Gökçek’in yardımcı kuvvet olarak “çadır kurduğu” Yalova’da olduğu gibi muhalefet partisi kazandı.
An itibariyle “öbür taraf”ta neler olup bitebileceğini Melih Gökçek kadar bilemiyorum, onun nasıl bilebildiğini ise hiç bilmiyorum!
Erdoğan’ın konuşmasını tamamlamasının ardından sahneye çıkan AKP Van İl Başkanı Abdullah Aras, Başbakan’a yaldızlı çerçeve içinde büyütülmüş bir fotoğraf hediye etmişti.
Fotoğraf, 23 Ekim 2011’de gerçekleşen 7.2 büyüklüğündeki Van depreminde hayatını kaybeden Yunus Geray’a aitti.
*
13 yaşındaki Yunus depreme bir internet kafesinde yakalanmıştı.
Üstüne kapaklanan cansız bir beden sayesinde hayata tutunabilmişti tutunabildiği kadar.
Kurtarıldığı anda yüzünde şaşkın, korkmuş bir ifade, omzunda ömrünü “kurtarılmayı bekleyebileceği” kadar uzatabilen o cansız bedene ait bir el vardı.
*
Yunus