Cumhurbaşkanlığı seçim süreci aynı zamanda Abdullah Gül’ün “persona non grata/istenmeyen kişi” ilan edilmesi süreci oldu.
“Gül’ün tasfiyesi” sürecine beslendikleri odakların sağladığı cephanelikle satır arasından, bıyık altından destek olanlar bu operasyonu çaktırmadan yaptıklarını düşündüler.
“Yeniyetmeler ve yedi beslemeler” asla açıkça ortaya çıkıp direkt suçlayıcı bir dil kullanmadılar Gül için, haklarını yemeyelim.
Kendisine yöneltemedikleri suçlamaları Çankaya’daki ekibine yönelterek dillendirdiler.
“Akıllı ol aklını alırız” diyecek halleri yoktu elbette “Akıllıdır Sayın Gül, çok akıllıdır” diyerek çevirdiler kazlarını.
Gerektiğinde işin “çirkef” kısmını sosyal medyada, televizyon ekranlarında kullandıkları “trol”ler halletti: “GÜL-EN” diyerek “paralelci” yaftası yapıştırdılar, Gezi’deki itidal çağrısını “darbe”ye destek vermekle eş tuttular vesaire...
AKP içinden veya dışından “Gül’e ayıp ediliyor” çıkışları yapıldığında hemen hazırlanmış siperlerine çekildiler ve savunma hattını “Yok öyle bir şey. Bunlar fitnecilerin uydurmaları. Bak resepsiyonda el eleydiler” tarzı cümlelerle çektiler.
Fergusonlu kardeşim...
Belki yazacaklarım işine yarar.
Konuyu dereden tepeden aşırmadan, çizgisinden taşırmadan, tecrübeyle sabit bazı izlenimler ışığında açıklamaya çalışayım.
Biber gazından akan gözüne, zırhlı araca karşı durmaktan yorulan bedenine bir nebze merhem olursa ne mutlu bana.
*
Valideçeşme’de, Süleyman Seba’yla komşu olarak yaşadığımız Dibekçi Sokağı’nda sadece zaman değildi donan.
İnsanların naifliği, dostluk, saygı, dayanışma, esnafla ilişkiler, birbirini gözetme, halden anlama...
Pek bugünün dünyasına ait gibi değildi(r) sokağımız.
O sokağın tutkalı, elbette en başta Süleyman Amca’ydı.
“Karşı tarafa” bir misafirliğe gideceği zaman sokağın halini görmeliydiniz.
Çocuklardan biri koşturulur ve götüreceği çikolatayı, çiçeği getirir, birileri (pek hoşlanmasa da) şakayla karışık yakasını düzeltir yakışıklı Süleyman Amca’mızın...
Gideceği yol neticede “karşı”dır; fakat mahallemizin buluşma noktası olan Bordo Kafe’nin önünde toplanılır ve Süleyman Amca arkasından su dökülerek uğurlanır.
Çok affedersin Gürcü, çok daha çirkin şeyler, Ermeni diyorlar...
Çok affedersin Zaza yani bu noktada...
Çok affedersin, eski Adalet Bakanım söyledi, hâkim Alevi filan...
Çok affedersin yaradandan ötürü severim de Ezidi, Zerdüşt bunlar yahu...
*
Cihat Bey’in “Hiçbir Şey Yapmama Bölge Müdürlüğü Dinlenme Kampı” adlı öyküsündeki şu cümleyi, bulunduğum ortam gereksizce kalabalıklaştığında, samimiyetten içim daraldığında gözümü kırpmadan, zevkle kullanırım:
“(Kampta) O kadar samimi bir hava doğmuştur ki samimiyetten bayılanlar olmuş, komşu kamplardan sık sık gelenlerin ve eğlenceye katılanların istirahat ve sıhhi ihtiyaçlarını temin etmek için Kızılay’dan çadır ve sıhhi yardım istenmesine mecburiyet hasıl olmuştur...”
*
Rahmetli Cihat Burak’ı, bu güzel öyküsünü ve bu cümleyi hatırlamama ve kullanmama imkân sağlayan haber başlığı şöyleydi:
“36 metrekarede 36 müdür!”
Kendisini 1990’lar sona ererken tanımıştık.
Müteahhitti. Hızla bir medya şöhretine dönüştü.
“İmza” adlı yerli otomobili televizyonda özel canlı yayınlarla janjanlı, ponponlu tanıttığı programlar unutulmazdır.
Bu “altın yumurtlayan kümes” modeli yatırım için yurtdışında yaşayan vatandaşlardan topladığı katkı paylarının üstüne uzanışı da elbette hafızalarımızda.
Aslına “hafızalarımızda” demenin ne kadar saçma olduğu aşikâr, az sonra yine hatırlayıp yine unutacağız büyük ihtimal.
Neyse...
Jet Fadıl bu “indirme operasyonu”nun ardından yargılandı.
1941’in şubat ayında 19 bölüm sonrasında tamamlanacak olan romanın adı “Medarı Maişet Motoru”dur.
Sait Faik, tefrika halinde yayınlanan romanını bir kitap olarak bastırmaya kalkışınca işler karışır.
Yayıncılar kitabın sakıncalı bulunacağını düşünerek (ki pek de haksız olmadıkları anlaşılacaktır!) uzaklara bakarak ıslık çalar, “Çayını tazeleyeyim mi Sait?” gibi cümlelerle durumu geçiştirir, özetle yan çizer.
Sait Faik “ilk romanı” olan “Medarı Maişet Motoru”nun yayınlanmasını çok istemektedir.
Neticede annesi devreye girer, masrafları üstlenir, kapaktaki çizimi yapan Agop Arad’ın da desteğiyle 1944’te basılır roman.
Defalarca okuduğum kitabın hemen ilk sayfalarında rastlayabileceğiniz şu satırları coşan müzik dinleme isteğimi vurgulamak için sıkça alıntılarım:
“Sedire oturup radyoyu açtım.
Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.
Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum.
Yalnızdım. Kapadım kalktım...”
Bu, bence “gayet hülyalı” satırları bir gün “nörolojik bir vaka” olarak okuyacağım hiç aklıma gelmezdi; başıma geldi!
Nasıl oldu peki?