Oysa II. Abdülhamid tarafından sarayın resmi terzisi ve modacısı olan Hollandalı Maison Jean Botter için yine o dönem 16 yıl saray mimarlığı yapan İtalyan Raimondo D’Aronco tarafından yapılmıştı. Mimaride bitkisel desenlerin kullanıldığı, süslemeleri ile öne çıkan Art Nouveau (Yeni Sanat) akımının İstanbul’daki ilk örneği olarak kabul ediliyordu. En şık binalardan biriydi.
Botter Ailesi’nin Paris’e göç etmesinden sonra birçok kez el değiştirmiş, son olarak çökmemesi için çelik bir iskeleyle etrafı kapatılarak kaderine terk edilmişti.
Birinci derece kültür varlığı statüsündeki apartman yıllar sonra varisleriyle anlaşılarak İBB Miras ekiplerince restorasyona alındı. Dış cephesi ve önemli bir bölümünün restorasyonu tamamlanarak ‘Casa Botter Sanat ve Tasarım Merkezi’ adıyla cuma günü düzenlenen bir törenle de halka açıldı.
Tören kalabalığına karışmayıp ertesi gün daha rahat gezerim düşüncesiyle Tünel’den İstiklal Caddesi’ne dönüp Casa Botter’e yaklaştığımda önce binanın karşısında birikmiş kalabalığı fark ettim. Hayranlıkla binayı seyredenler ve ellerinde cep telefonlarıyla fotoğraf çekenler neredeyse caddeden geçişi engelleyecek kadardı.
Binanın ilk katındaki balkonunda acaba ünlü bir var da onun için mi birikti bu kalabalık diye düşündüm.
Yaklaşınca anladım ki balkonunda ünlü birinin olmasına gerek yoktu, kendisi mimari ve estetik açıdan zaten yeterince güzeldi. Casa Botter’in dönüşüyle İstiklal Caddesi’nde kültürel mirasımız için önemli bir yapı kurtarılmış olmuyor sadece, kültür sanatın, yaratıcılığın nefes alıp vereceği yeni bir kapı da açılıyor.
BİNAYI OKŞAYAN TÜY
4 Mart tarihinde yapılan müzayedede toplanan para depremzedelere yardım amacıyla AFAD hesaplarına yatırıldı.
Depremden hemen sonra oluşan bu yardım seferberliği ne yazık ki gün geçtikçe azalıyor. Acil ihtiyaçlar olabildiğince karşılandı belki ama bölgenin daha uzun süre desteğe ihtiyacı olacak.
Afet bölgesindeki yaraların çok büyük olduğunu ve yıllar boyunca pansumana ihtiyaç duyacağını unutmamak gerekir diye düşünen Üsküdarlı sahaflar yarın yeni bir müzayede gerçekleştirecek.
TEK NÜSHAYI GETİREN DE OLDU
Bu kez ulaştıkları yazarlardan müzayedede satışa sunulmak üzere imzalı ve ithaflı kitaplar istenmiş.
Kitap imzalamama prensibi olanlar bile bu teklifi geri çevirmemiş, bazıları kitaplarını bizzat kendileri getirmiş, kimisi de baskısı olmayan, ellerindeki son nüshayı imzalayıp teslim etmiş.
“Büyük bir teveccühle karşılaştık. Edebiyatçı, sanatçı, tarihçi gibi her alandan ve düşünceden entelijansiyamızın bu afet karşısında nasıl seferber olduğunu görerek gururlandık, umutlandık” diye dile getiriyorlar duygularını.
Yaklaşık 100 yazarın 200 imzalı kitap bağışladıkları yardım kampanyasında
1979 yılında yazılan oyun 80’li yıllarda sahnelerin en popüler eseri olmuş, fırtına gibi esmişti. 1984 yılında Milos Forman tarafından beyazperdeye de aktarıldığında 8 dalda Oscar almıştı.
Amadeus’la bizi yıllar sonra yeniden buluşturan Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertainment oldu.
250 BİN SEYİRCİ
Işıl Kasapoğlu
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu üstlendiği serginin toplantı daveti geldiğinde mekân seçimini yadırgamıştım. Merkezi bir yerde, kolay ulaşılabilen Şişhane’deki vakıf binası dururken neden burası seçilmişti? İPA Kampüs’teki ‘Havuz’a girince anladım nedenini.
Türkiye Pavyonu’nda bu yıl, küratörlüğünü Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın üstlendiği ‘Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi’ adlı projesi sergilenecek. Serginin kavramsal çerçevesini oluşturan ‘Çuval Teorisi’ meğer bu havuzdan çıkmış.
Geçmiş dönemde özel havuz olarak kullanılan, ancak alanın tamamı İPA Kampüs olarak değerlendirilirken küratörler Sevince Bayrak ve Oral Göktaş tarafından yürütülen bir projeyle atıl kalan 850 metrekarelik yüzme havuzu, kamuya açık geniş katılımlı etkinliklerin düzenlendiği bir konferans ve sergi alana dönüştürülmüş. Yapı, ‘Havuz’ adıyla kullanılmaya devam ediyor.
YIKMAK DEĞİL CANLANDIRMAK
Küratörler
Çocukluğunu geçirdiği basın koridorlarına, profesyonel olarak 1987 yılında henüz 14 yaşındayken Hey Dergisi’nde atmıştı adımını.
Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi gibi iki köklü kurumda iyi bir eğitim almış, bilgisini en iyi yaptığı işte, müzik yazarlığı ve yayıncılığında kullanmıştı. Aynı zamanda hayat tarzıydı bu onun.
Tolga’yı 1990’lı yılların ikinci yarısında Hürriyet’in Güneşli’deki binasında tanıdım. Yine çok genç bir yaşta bir gençlik dergisi olan Blue Jean’in yayın yönetmenliğini yapıyordu.
Çok satan, trendleri belirleyen, döneminin en önemli, en hit dergisiydi. Bir gençlik okuluydu.
Daha o yıllardan itibaren müzik aracılığıyla popüler kültüre yön veren isimlerden oldu hep.
Buluştuklarında, kendince Uyar’a iltifatta bulunur ve “Ben aslında sizin romanlarınızı daha çok seviyorum” diye söze başlar. Bunun üzerine “Bak aklıma yeni bir roman konusu geldi, unutmadan hemen yazmaya başlayayım. Bitince konuşuruz” diyerek ortamı terk eder Tomris Uyar.
Edebiyatımızda hikâye türünün özel ve öncü isimlerinden biriydi Tomris Uyar. Çevirileri, günlükleri, denemeleri vardı. Ama başka bir türe heves etmedi. Hiç roman yazmadı.
Hikâye yazarlarına sürekli sorulan “Romana ne zaman geçeceksiniz?” sorusundan sıkıldığı içindi belki de verdiği bu tepki.
Tomris Uyar
SORU MU YOKSA CEVAP MI YANLIŞ
Ya artık hayatta olmadığı için tepki gösteremedikleri...
Tomris Uyar denilince yazdığı hikâyeler, çeviriler, günlükler değil de İkinci Yeni akımı etrafında buluşan şairlerle yaşadığı evlilikler ve ilişkiler geliyor akla öncelikle. Magazin merakı bırakmıyor edebiyat tarihinin peşini.
Bu kabul, geçen hafta yayımlanan
Coelho’nun tüm dünyada tanınmasını sağlayan romanıydı Simyacı. İlk kez 1988 yılında yayımlanmış ve Türkçeye 1996 yılında Özdemir İnce tarafından çevrilmişti. Kitap dünyada olduğu gibi Türk okuru tarafından da çok sevilmiş ve belki de Can Yayınları’nın en çok sattığı kitaplardan biri olmuştu. Okurunun bu ilgisi Coelho’yu da mutlu etmiş ve Türkiye’yi ziyaret de etmişti.
Gördüğü bir rüyayı anlattığı falcının tavsiyesi ile İspanya’dan yola çıkıp Mısır Piramitleri’nin eteklerinde kendisine müjdelenen hazinesinin peşine düşen çobanın hikâyesini anlatıyordu o romanında. Çoban Santiago’nun yolculuğu sadece fiziki değil, içsel bir yolculuktu aynı zamanda.
Coelho bu kitabıyla farkında olmadan bir anlamda içsel yolculuk kitapları modasını ateşlemiş oldu. Sadece çobanlar değil anlı şanlı CEO’lar Ferrari’lerini satıp bilgelik yoluna düştüler.
Gelelim Coelho’nun fotoğrafını paylaştığı Türk çobana. Ruhsal yolculuğunu tamamladı mı, içindeki hazineyi keşfedebildi mi bilmem ama bu pozuyla ve Coelho’nun paylaşımıyla meslektaşlarının imajını da kurtardı. Aysun Kayacı’nın meşhur “Benim oyum dağdaki çobanın oyuyla bir mi?” şeklindeki tezine antitez oldu.
Lahana şeklinde bir anıt parçasının cami avlusunda ne işi olabilir diye düşünenler çıkacaktır. Tarihçiler ve tarih meraklılarının çok iyi bildiği gibi Osmanlı döneminde Enderun’da içoğlanların gruplara ayrılarak oynadıkları cirit oyunlarında iki takım karşı karşıya gelirdi: Bunlara ‘Lahanacılar’ ve ‘Bamyacılar’ denirdi. Büyük ihtimalle cami avlusunda bulunan ‘Lahanacılar’ figürü onlara ait bir nişantaşının parçasıydı.
Hem eğlence hem de eğitim amaçlı gerçekleşen cirit oyunlarında ordu takımlarının ayrıldığı bölüklerin isimleriydi bu. Başta cirit olmak üzere, torba darbı, tomak, ok, mızrak atışı, nişan alma yarışları yaparlardı.
İLK DERBİ OLARAK KABUL EDİLİYOR
Haberi gazetede okuyunca, tarihimizin bu ilk derbisi sayılabilecek Lahanacılar-Bamyacılar müsabakalarını hatırladım. Malum, hafta sonu da futbolda İstanbul’un heyecanla beklenen derbilerinden biri, Fenerbahçe-Beşiktaş maçı var.
Yrd. Doç. Dr. Emine Dingeç’in yazdığına göre yükselmede liyakat sisteminin geçerli olduğu sarayda, bu takımlarda yer almak, padişahın gözüne girmek için fırsattı. Ayrıca yarışmaya dayalı bu oyunlar saray dışında İstanbul’da heyecan uyandıran bir seyirlik gösteri niteliği kazanmıştı. Her iki grubun tutkulu taraftarları vardı.
AMASYA’NIN BAMYASI MERZİFON’UN LAHANASI
Peki, Lahanacı ve Bamyacı isimleri nereden geliyor? Tarihçilerin anlattığına göre Ankara Savaşı sonrasında Amasya’ya çekilen