3 Temmuz 2005
Laodikeia, ürettiği tekstil ürünlerini Efes’e götürüyor. Bu limandan Atina’ya ve İtalya’ya ihraç ediyor. Şehir ticaret nedeniyle zenginleşiyor. 100 bine ulaşan nüfusuyla bölgenin finans merkezi haline dönüşüyor. Zenginliği bugün bile göz kamaştırıyor olsa gerek, çünkü biz gelmeden tam bir hafta önce Laodikeia kazı evinin deposuna hırsızlar girmiş.
ANTİK şehirlere birer sevgili gerek.
Onlar ancak kendilerine gönül vermiş birileri varsa canlanıyor.
Sütunlarına, heykellerine ‘hayat öpücüğü’ kondurmuş birileri yoksa ‘uyuyan güzeller’ misali uykuları yüz yıllar sürüyor.
Denizli’deki Laodikeia’ya neyse ki bir avuç insan ‘hayat öpücüğünü’ kondurmuş.
Bunların arasında, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın dikkatini çekmek için bir kampanya başlatmış olan Denizlili işadamı Esat Sivri de var.
Geçen hafta güzel bir cumartesi sabahı Esat Sivri’nin daveti üzerine Laodikeia’da kahvaltıdayız.
Kazıları yaklaşık 2 buçuk yıldan beri Pamukkale Üniversitesi’nin ekibi sürdürüyor.
Kazı başkanı Doç. Dr. Celal Şimşek, Denizli Müzesi’nin arkeologları Ali Ceylan ile Haşim Yıldız, Laodikeia’nın hikayesini anlatıyor. Dinliyoruz.
KRALİÇE LAODİKE ADINA KURULUYOR
Antik şehir, Suriye Kralı II. Antiokhos tarafından, karısı Kraliçe Laodike adına, MÖ 3. yüzyılın ortalarında kurulmuş.
Kuzguni renkli koyundan elde ettiği yün ve dokumalarıyla pek ünlü.
Yani Denizli Buldan’daki dokumacılığın kökü buralarda...
Antikçağa uzanıyor.
Laodikeia, ürettiği tekstil ürünlerini Efes’e götürüyor.
Bu limandan Atina’ya ve İtalya’ya ihraç ediyor.
Şehir ticaret nedeniyle zenginleşiyor.
100 bine ulaşan nüfusuyla bölgenin finans merkezi haline dönüşüyor.
Zenginliği bugün bile göz kamaştırıyor olsa gerek çünkü biz gelmeden tam bir hafta önce Laodikeia kazı evinin deposuna hırsızlar girmiş.
Eski eser hırsızları durmadan, bıkmadan faaliyette.
Topkapı Sarayı’nda, Laodikeia’da, Türkiye’nin her yerinde.
Hırsızlıktan sonra Laodikeia kazı evine alarm ve kamera yerleştirilmiş.
Celal Şimşek çalınan eserler arasında bronz bir el ve çeşitli heykellere ait parçaların olduğunu söylüyor.
Çalınan eserlerin fotoğrafları mevcut.
Kimbilir, belki günün birinde Avrupa ya da ABD’de bir antikacıda karşınıza çıkabilirler...
Kazı evinde, tam bir gün önce arkeologların bir nekropolde ortaya çıkarttıkları bir genç kız iskeleti ve birkaç parça eşya görüyoruz.
Celal Şimşek, ironik bir şekilde ‘Sanırım hırsızlar bu nekropolü gözden kaçırmış’ diyor.
Laodikeia’nın üçte ikisinin yok olduğu sanılıyor.
Geriye kalanın ortaya çıkartılması ise uzun yıllar sürebilir. Antik şehrin 2300 yıllık Helenistik Batı Tiyatro’su, Roma dönemi Büyük Tiyatro’su ileride pekálá kullanılabilir.
Yeter ki ‘hayat öpücükleri’ çoğalsın.
GÜNEY AFRİKA’DAN KALKIP AYİNE GELENLER VAR
Celal Şimşek ve genç ekibi eşliğinde Laodikeia’yı dolaşırken morlar içerisinde bir grup kadına rastlıyoruz.
Gruptaki tek erkek video kamerasıyla çekimde.
Daha sonra Güney Afrikalı olduğunu öğrendiğimiz kadınlar, bir kilise kalıntısının önünde sanki dini bir törenin hazırlığında.
Gerçekten az sonra çantalarından çıkardıkları renkli kumaş parçalarıyla bir şarkı eşliğinde bir tür dansa başlıyorlar. Ellerindeki kumaş parçalarıyla bir ‘çarkıfelek’ oluşturuyorlar.
İşin garip yanı, oluşturdukları ‘çarkıfeleğin’ benzeri Laodikeia’nın bazı mermerleri üzerinde mevcut.
Meğer Güney Afrikalıların ayin yaptıkları kilise kalıntısı, Anadolu’nun en eski yedi kilisesinden biriymiş.
Üstelik Hıristiyanların kutsal hac güzergahı üzerinde.
Antik şehrin ortasında, Güney Afrikalılara rastlamamızın nedeni bu.
BAKALIM LAODİKEİA’LILAR KİMİN AKRABASI ÇIKACAK
Hatırlarsınız dört-beş yıl önce gazetelerde şöyle bir haber görmüştük.
‘3 bin yıllık iskelet, akrabaları çıktı’
Mesele şuydu:
Burdur’daki antik Sagalassos kazılarını sürdüren Belçikalı Profesör Marc Waelkens, bulduğu iskelete ve kazılarda çalışan köylülerin saç teli örneklerine ülkesinde DNA testi yaptırmıştı.
Sonuçta 3 bin yıllık iskelet ile köylüler akraba çıkmıştı. Şimdi benzer bir çalışmaya Pamukkale Üniversitesi hazırlanıyor.
Hem de Türkiye’de ilk kez.
Laodikeia gezimizde bize refakat eden Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Hüseyin Bağcı, TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) ile ortak bir proje geliştiriyor.
Laodikeia’da kazılardan çıkartılan iskeletlerle civarda oturan köylülerin DNA’ları karşılaştırılacak.
Bağcı’nın çalışmaları için, gelişimizden bir gün önce nekropolde ortaya çıkartılan, kazı evinde gördüğümüz genç kız iskeleti uygun.
Pamukkale Üniversitesi’nin genetik laboratuvarı 2002 yılında kurulmuş.
Yazının Devamını Oku 
1 Temmuz 2005
<B>DENİZLİ </B>ile ilgili izlenimlere kaldığımız yerden devam.<br><br>30 yılı aşkın süredir tekstil birikimi olan şehrin bu aşamada tekstilden vazgeçmeyeceğini ama yeni arayışlar içersinde olduğunu yazmıştım. Denizli’nin gelecek için umut bağladığı sektörlerden biri turizm ise diğeri şarapçılık.
Turizmden başlarsak...
Denizli’nin termal suları antik çağlardan beri ünlü.
Hierapolis yüzyıllar öncesi şifa arayanların merkezi olmuş.
Antik şehrin girişinde, tedavi amacıyla gelenlerin ama iyileşemeyenlerin lahitlerini görebiliyorsunuz.
Turizmde en büyük yanlış Pamukkale’nin o bembeyaz travertenlerinin çevresini otellerle doldurmak olmuş.
Yirmi yıl sonra yanlıştan dönülmüş.
Şimdi otellerin söküldüğü yerde Pamukkale’nin doğal güzelliğine kavuşması için bir proje başlatılmış.
İl özel idaresinin kendi kaynaklarıyla yaptırdığı projenin kontrolünü Pamukkale Üniversitesi, danışmanlığını ise ünlü mimar Cengiz Bektaş yapıyor.
Denizli Valisi Gazi Şimşek’in anlattığına göre, proje ekim ayında tamamlandığında Pamukkale travertenlerini seyir teraslarından izlemek mümkün olacak.
Biz gittiğimizde ne yazık ki, çalışmalar için travertenlerin oluşmasını sağlayan kaynak suları kesilmişti.
Gezenler ‘Burası Pamukkale değil, Kurukale olmuş’ diye şakalaşıyorlardı.
Vali Gazi Şimşek’in turizmle ilgili verdiği yeni bir müjde Fransızların projesini üstlendiklerini ‘termal şehir’.
‘Termal Şehir’ projesini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl temmuz ayında yaptığı Fransa gezisinde gündeme gelmiş.
Fransız elçi Paul Paudade ile Şimşek arasında projenin protokolü imzalanmış.
Peki niye Fransızlar?
Fransızların ‘termal şehir’ deneyimleri hayli fazla.
Termal sularla tedavi, III. Napolyon döneminden beri süregelen bir gelenek.
Fransa’da en ünlü termal merkezleri Vichy, Evian.
Pamukkale’deki yedi termal otelin oluşturduğu Patero A.Ş. yetkilileri Vichy’yi gezmişler.
Beğenmişler.
Aynı merkezin Pamukkale’de yapılması gerektiğini düşünmüşler.
Üç yıl önce Vichy’deki termal kompleksi yenileyen Fransız mimar Michel Douat ile temas kurmuşlar.
Douat Pamukkale’de ‘termal şehir’ projesi için Fransız Hükümeti’nden 500 bin Euro’luk yardım almış.
Projesini önümüzdeki ekim ayında sunuyor.
Kabul edildiği takdirde, Pamukkale’de yılda 1 milyon kişinin ziyaret edeceği, Avrupa’nın en büyük ‘termal şehri’ hayata geçecek.
Denizli böylelikle turizmde dev bir atılım yapacak.
Yeri gelmişken belirtmekte yarar var.
Denizli çevresindeki, Laodikiea, Tripolis, Hierapolis, Kolossai gibi antik şehirler büyük bir zenginlik.
Milyonlarca turisti çekebilirler.
Antik şehirler Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın ilgisini bekliyor.
Bağcılık arazi fiyatını 20 katına fırlatmış
YASİN Tokat, Pamukkale Şarapçılık Yönetim Kurulu Başkanı.
Pamukkale, Doluca ve Kavaklıdere’den sonra Türkiye’nin üçüncü büyük şarap üreticisi.
Denizli’nin Güney İlçesi’nde şarap üreten Yasin Tokat için ’şarap’ dendi mi akan sular duruyor.
Ziraat mühendisi ve tam 33 yıldır şarapçılıkla uğraşıyor.
Bugün Güney İlçesi’nden, Türkiye’nin Bordeaux’su diye söz ediliyorsa bunda Yasin Tokat’ın payı büyük.
Yıllar öncesi bağcılığı teşvik eden, kaliteli üzüm yetiştirilmesi bağcıya yol gösteren o.
Şiraz şarabı örneğin ilk kez Pamukkale tarafından üretilmiş.
Yasin Tokat, ‘Bu topraklarda 7 bin yıl önce şarap vardı? Şimdi neden olmasın’ diyor.
Öyle diyor ama, belki 50 yıl önce bağı dahi olmayan, şarapçılığı bilmeyen Avustralya şimdi Türkiye’nin tam 100 katı şarap ihraç ediyor.
Bulgaristan bile Türkiye’nin dört katı şarap üretiyor.
Peki şarapçılıkta köklü geleneği olan Türkiye ne yapmalı?
Tokat bu noktada ‘Anadolu’daki bağların çoğalması, üzüm kalitesinin yükselmesi gerek’ diyor.
Bunun için devletin desteği, bağcıların kooperatif ile güçlenmeleri şart.
Üzüm kalitesinin yükselmesi gerektiğinde Küp Şarapları sahibi Asım Altıntaş da hemfikir.
Küp Şarapları’nın üretimi Güney’e komşu ilçe Bekilli’de.
Artemis markasıyla ürettiği organik şarabı Almanya’ya satan Altıntaş kendi deyişiyle çocukluğundan beri şarapçı.
Babası 1950’li yıllarda ‘küpte’ şarap üretirmiş.
‘Tarlayı sürerken hálá Frigya döneminden şaraphanelerine rastlıyoruz’ diyor.
Altıntaş’a göre, dünya pazarında rekabet etmenin bir yolu da Öküzgözü, Boğazkere, Çalkarası gibi yerli üzümlerin kalitesini artırmak.
Hem Tokat, hem Altıntaş şarapçılığın geleceği için umutlu.
‘İklim ve toprak müsait. Teknoloji ve bilgi iyi noktada’ diye düşünüyorlar.
Tokat’a göre, Güney’de ‘bağcılık damardan girmiş’ durumda.
Bağcılıkla uğraşan 7 bin kişi var.
Arazi fiyatları yedi, sekiz yılda neredeyse yirmiye katlamış.
Şarapçılık iyi yolda...
Yeter ki, devlet yüzde 118’lik ÖTV vergisiyle gölge etmesin.
Turizmciler Denizli Havaalanı’ndan şikáyetçi
DENİZLİ’de büyük projeler hayata geçirilmeyi beklerken turizmi canlandırmanın çareleri de aranıyor elbet.
İş Bankası’na ait Colossae Oteli’nin Müdürü Şeref Karakan ile sohbet ediyoruz.
Bir süreden beri düzenledikleri ‘sağlık turları’ oldukça rağbet görmüş.
Dört günlük paket turlarla hem termal sulardan yararlanmak, hem de sözünü ettiğim antik şehirleri gezmek mümkün.
Ancak Denizlili turizmcilerin önündeki en büyük engel şu:
Denizli Havaalanı askeri bir havaalanı olarak inşa edilmiş olduğundan özel şirketlere iniş izni yok.
Yani Atlas Jet, Onur Air gibi uçaklar inemiyor.
Dolayısıyla ucuz uçuşları tercih eden turistler buraya Antalya üzerinden geliyor.
Turizmciler, havalanına özel uçak şirketlerine iniş izni verildiği takdirde bir ‘patlama’ yaşanabileceği inancında.
Yazının Devamını Oku 
28 Haziran 2005
<B>ANAP’</B>ın kurucularından, iki dönem Denizli milletvekilliği yapmış olan <B>Aycan Çakıroğulları</B>’nun temposuna yetişebilene aşkolsun. En ince detayına kadar hazırladığı iki günlük Denizli programında boş bir saniye yok.
Denizli’nin organize sanayi bölgesindeki tekstil fabrikaları, termal turizmi, Buldan ilçesi, Pamukkale Üniversitesi’nin kazılarını sürdürdüğü Laodikeia ile Hierapolis antik şehirleri, Denizli Valisi Gazi Şimşek, Buldan Kaymakamı Bilal Çelik ve diğer yetkililerle, işadamlarıyla randevular.
İki güne sığdırılmış yoğun program.
Vakit dar, konular hem çok, hem çeşitli.
Denizli Organize Sanayi Bölgesi 1973 yılında kurulmuş.
Bugün burası 50 bin kişinin çalıştığı, Türkiye’nın tekstil devlerini barındıran bir yer.
Bugünlere nasıl gelindiğini, milletvekilliğinden önce tekstil işi yapmış olan Aycan Çakıroğulları anlatıyor.
‘1980 yılında elimizde iki bavulla yola çıktık. Pamuklular, havlular, bornozlar, baskılı kumaşlarla Almanya, Belçika, Fransa kapı kapı dolaştık...’
Nihayet Hollanda’da bir işadamı Denizli’nin ürünleriyle ilgilenmiş.
Önlerine bir örnek koymuş:
İnce havlu kumaşından ‘Terry Towel’ yani ‘Terry Havlu’.
‘Bu ürünü imal ederseniz hepsini alırım’ demiş.
Çakıroğulları, ‘Denizli’nin önünü açan işte bu ‘terry towel’lar’ diyor.
Denizli’nin bugün gerçekleştirdiği 2 milyar dolarlık ihracatın 1 milyardan dolardan fazlası tekstilden.
Esat Sivri, Denizli’nin tekstil duayeni.
Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş. DEBA’nın Başkanı.
DEBA’nın konfeksiyon fabrikasında dünyanın önde gelen markalarına günde ortalama 6 bin parça üretiliyor.
Kimi zaman bu miktar günde 7 bin ila 8 bine de çıkıyor.
Esat Sivri ile Çin tehlikesini konuşuyoruz.
DEBA Başkanı, önümüzdeki 3-4 yıl Denizli için bir tehlike olmadığı görüşünde.
Peki ya sonrası?
‘Denizli’nin 30 yıllık birikimi var. Kaldı ki, biz Çin ile 14 yıldan beri çalışıyoruz. Oradan hem bez alıp baskı, boyasını burada yapıyoruz. Dünya pazarını Hindistan, Çin, Pakistan ile paylaşabiliriz’ diyor.
‘Ucuz el işçiliği her şey değil’ diye ilave ediyor.
Verimlilik, kalite, teknolojiye yatırım, pazara yakın olmak önemli.
Nitekim, daha önce Çin’e gitmiş olan iki ünlü marka dört ay önce DEBA’ya geri dönmüş.
‘Kalite ve teslimat bizde daha iyi’ diyor Sivri.
Denizli tekstilinin ayakta kalması için olmazsa olmazların başında aile şirketlerinin kurumsallaşması da var.
Özetle, Denizli’nin tekstilden vazgeçmeye niyeti yok gibi görünüyor.
Ama tekstile ilave sektör arayışları da var.
Turizm ve özellikle termal turizmi, mermercilik, organik tarım alternatiflerin bazıları.
Aycan Çakıroğulları’nın dediği gibi ‘Horoz çöplükte öter ama Denizli horozu her yerde öter’...
50 yıllık brandacı Çin’e nasıl yenildi
ESAT Sivri Çin tehlikesi konusunda iyimser...
Buldanlı branda üreticisi Ahmet Tuncay ise öyle değil.
Türkiye’nin en önemli dört branda üreticisinden biri olan Tuncay daha yeni yeni Çin malı brandaların rekabeti karşısında üç fabrikasını kapatmış.
50 yıllık ‘Balıklı Branda’ markası tarihe karışmak üzere.
Ahmet Tuncay, ziyaretimizden iki, üç gün önce 4 trilyonluk makineleri 20 milyara hurdacıya satmış.
270 işçisini işten çıkartmış.
Ağlamaklı.
‘Bizden yüzde 30 daha ucuza mal satan Çin’e karşı tutunamadık’ diyor.
Rekabet edememesinin tek nedeni ucuz mal değil.
Bir diğer neden kaçak malın bolluğu.
Tuncay’a göre, Türkiye’ye büyük miktarda kaçak branda giriyor.
Resmi kayıtlara göre, 6 bin metre branda taşıyan bir konteynerde esasında 60 bin metre branda yurda giriyor.
Yani, Çin hem daha ucuz mal üretiyor, hem kaçak mal sokmayı başarıyor.
Bacasız fabrikalar diyarı dünyaya açılıyor
İYİ ki Buldan’da sadece Balıklı Branda örneği yok...
Buldan Kaymakamı Bilal Çelik’in verdiği kartta şöyle yazıyor:
‘Bacasız Fabrikalar Diyarı’...
Gerçekten Buldan’da her ev fabrika gibi.
Her evden tezgah sesleri geliyor.
Kolay değil...
İlçenin neredeyse 1500 yıllık dokuma tarihi var.
Herkes ‘Ben tezgáh altında doğdum’ diyor neredeyse.
İlk durak ‘Buldan El Sanatları Merkezi’ ya da BESAM.
Tarihe karışmakta olan dokuma sanatını yeniden canlandırmak üzere 1999 yılında kurulmuş.
10 tane tezgáhında dokunan ürünler bugün Berlusconi, Bush Ailesi ve daha birçok ünlü tarafından kullanılıyor.
BESAM’ın tezgahlarından çıkan ipeklilerin dünyada eşi yok belki de.
Üstelik Buldanlılara örnek olmuş, dokuma hevesi geri gelmiş.
‘Buldan’s’ markasının yaratıcısı İhsan Dönmez.
Buldan Çarşısı’ndaki albenili dükkanında sohbet ediyoruz.
İstanbul’da ünlü bir marka ürünlerine kendi etiketini koymak isteyince malını vermekten vazgeçmiş.
Avustralya’dan Güney Afrika’ya ‘Buldan’s’ markasıyla ihracatı var.
32 yıllık bir dokumacı olarak tasarımına, kalitesine güveniyor.
Almanya’da katıldığı Frankfurt Fuarı’nda ürünlerinin Çin ve Hint mallarından daha fazla ilgi gördüğünü söylüyor.
İhsan Dönmez tasarım ve markalaşmanın Çin tehlikesini alt edebileceğini güzel bir kanıtı.
Denizli ve Buldan’dan yazılara cuma ve pazar günü devam.
Yazının Devamını Oku 
26 Haziran 2005
<B>İSTANBUL</B> şenlikli bir haftayı daha geride bıraktı... Bir yanda<B>, Darphane-i Amire’</B>deki sembolik <B>‘Irak Dünya Mahkemesi’, </B> diğer yanda <B>‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ </B>projesinin tartışıldığı toplantılar. Bush ve Blair’i Irak Savaşı yüzünden yargılamak isteyenler ve Irak Savaşı’nın bölgeye demokrasi getirmeye yarayacağına inananlar.
Her iki saftakiler de buradaydı geçen hafta.
İstanbul gökyüzünün altında, konuşuldu, tartışıldı.
Teknelerle Boğaziçi turları yapıldı, saatler süren yemekler yendi, konferanslar düzenlendi.
EDİTÖRÜ SORDUROY YANITLADI
‘Irak Dünya Mahkemesi’nin kararını yarın kamuoyuna açıklayacak olan Hintli yazar Arundhati Roy, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘globalleşme’yi anlattı.
Editörü de olan yazar Arnold Arnove soruları sordu.
Roy yanıtladı.
Hindistan örneğinden yola çıkarak başlayan söyleşi bir noktada geliyor Amerikalı yazar Thomas Friedman’ın bugünlerde çok konuşulan kitabı ‘Dünya Düzdür’e dayanıyor.
Thomas Friedman, bu son kitabında globalleşmenin Hindistan ve Çin’i nasıl etkilediğini yazıyor ya...
Arnove, Roy’a soruyor.
‘Friedman’ın Hindistan üzerinde yazdıklarını nasıl buluyorsunuz?’
Hindistan’ın Marksist eyaleti Kerala doğumlu Roy’un hayatının büyük bir bölümü globalleşme karşıtı kampanyalarla geçmiş.
Ülkesindeki haksızlıklara hep başkaldırmış.
Kırsal kesimlerdeki yoksul halkın yanında olmuş.
Narmada Vadisi’nde yapımına karşı çıktığı baraj için, ilk kitabıyla kazandığı Booker Ödülü’nün 20 bin sterlinini gözünü kırpmadan bağışlamış.
ORTA SINIF GENÇLER SEÇİLİYOR
Hem öfkeli, hem ironik.
‘Friedman globalleşmenin kitabını yazmak için taa Hindistan’a kadar gelmeli miydi’ diyor ve yükleniyor.
‘Globalleşme ülkemde elit ve orta sınıfa yarıyor. Friedman’ın sözünü ettiği hizmet sektöründeki Hintli gençler orta sınıf... İngilizce bildikleri için seçiliyorlar.’
Roy’a göre, kırsal kesimlerde yoksulluk artmış.
Açlık da.
‘Hindistan’da insanlar her zamankinden daha fazla aç... Bunu görmemek zalimce bir şey.’
Evet, Hintli yazar Roy, Amerikalı gazeteci Thomas Friedman’a karşı.
Hem de onu zalimlikle suçluyor.
TEKNOLOJİ DEVİTEKNOLOJİ ÇÖPLÜĞÜ
Hatırlarsınız, mayıs ayında bu sütunda ‘Hem teknoloji devi, hem teknoloji çöplüğü’ diye bir yazı yazmıştım.
Hindistan’da günde 1 Euro karşılığında, dünyanın dört yanından gönderilen eski bilgisayarları söken, parçalayan insanlardan söz etmiştim.
1 Euro’ya, kimyasal maddeler ve zehirli gazlarla karşı karşıya kalanlar.
Hindistan’da globalleşmenin çirkin yüzü nedeniyle sefalet çekenler çok fazla.
Çin’de de öyle.
17 Haziran tarihli Le Monde Gazetesi’ndeki yazıya göre, 1980’li yıllarda şehirlilerle köylüler arasındaki uçurum bire iki iken şimdi bire altı.
Çin ekonomik mucizenin ülkesi.
Ama aynı zamanda zenginle yoksul arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülke.
Globalleşmenin bedeli.
Yazının Devamını Oku 
24 Haziran 2005
<B>TÜRKİYE</B> bir süredir müthiş bir rüzgarın etkisinde...<br><br><B>‘Bir şeyler yapalım ki bu ülkede bir şeyler değişsin’ </B>rüzgarı bu. Rüzgarı estirenlerin çoğunlukla kadın olması tesadüfi mi?
İşte bunu bilemem.
Şimdi vereceğim örneklerden siz karar verin.
Aynı hafta içersinde iki kadının hikayesini dinledim.
İkisi de heyecanlıydı, ikisi de umutluydu.
Birinci hikaye Coca Cola Türkiye Kurumsal İletişim Müdürü Direktörü Ebru Bakkaloğlu’ndan.
Coca Cola Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu ile birlikte ‘Hayata Artı’ Projesini başlatmış.
5 yıl sürecek 1.5 milyon dolarlık bir proje.
Bu arada bilginize...
Kemal Derviş’in atanmasından önce start almış.
Neyi hedefliyor?
Türkiye genelinde 16-26 yaşlarındaki gençlerin, hayatı güzelleştirmek için projeler üretmelerini...
Şöyle deniyor gençlere:
‘Haydi hayata sende bir artı kat’...
Fikir üretecekler, düşünecekler ve proje geliştirecekler.
Proje meselesi genellikle Türklerin en zayıf olduğu alan.
Şimdiye kadar Avrupa Birliği’nin ayırdığı fonlara proje üretemediğimizden neler kaybettik...
‘Hayata Artı’ eğitim, çevre, spor ve kültür alanlarında gençlerden 5 yılda 100 proje bekleniyor.
Onlara nasıl proje hazırlanacağını öğretecek olanlar da başka gençler.
Ebru Bakkaloğlu, gençlerin nasıl hevesli olduklarını anlatırken ağlama noktasında.
Aynı duygusallığa Ritz Carlton Oteli’nin Halkla İlişkiler Direktörü Sedef Baran’da rastlıyorum.
Onun da gönlü ve aklı, Elazığ ve Van’dan Kanada’ya yaz okuluna gönderecekleri üniversiteli gençlerde.
Hem Elazığ, hem Van’da öğrencilerin evlerini ziyaret etmiş, anne, babalarla tanışmış.
‘Elazığ ve Van’dan Kanada’ya öğrenci göndermek nereden çıktı’ diye soruyorum.
İlham kaynağı, TAV Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın’ın eşi Şafak Akın’ın kurmuş olduğu ‘Türkiye İnsan Kaynakları Vakfı’...
Vakıf, yaklaşık 6 yıldan beri büyük şehirlerin dışında, üniversitelerde okuyan gençlere yönelik programlar yapıyor..
Her yıl, çeşitli üniversitelerden maddi durumları iyi olmayan 20-25 genç seçiliyor ve yaz aylarında bir aylığına büyük şehirlere getiriliyor.
İngilizce, bilgisayar gibi ek kurslar veriliyor, kültürel ve sanatsal faaliyetler düzenleniyor.
Düşünün ki, bazı öğrencilerin arasında hayatlarında müze görmemiş olanlar var.
Vakfın bu programından haberdar olan Sedef Baran, Ritz Carlton’ın bu yıl devreye girip en başarılı öğrencileri Kanada’ya dil kursuna göndermelerini sağlamış.
Van’dan bir, Elazığ’dan biri kız olmak üzere üç öğrenci temmuz sonu Ottawa yolcusu.
Düşünün ki, Van’dan, Elazığ’dan dışarı adımlarını atmamış olan bu gençler 40 gün Ottawa’da lisan kursuna gidecekler.
Ellerine verilen video kameralarla gördüklerini kaydedip, döndüklerinde arkadaşlarına anlatacaklar.
Merak etmeyin, Türkiye’de ‘birşeyler değişecek’...
Hem de pek yakında.
İstanbul ve ‘ahlaki globalleşme’
BUSH ve Blair’i ‘hesap ver işgalci’ diye yargılayan ‘Irak Dünya Mahkemesi’nin nihai oturumu bugünden itibaren pazar gününe kadar İstanbul’da.
ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarının yargılandığı Russell Mahkemesi’nden ilham alan ‘Irak Dünya Mahkemesi’nde iddia heyeti Başkanı Amerikalı Profesör Richard Falk.
Profesör Falk, dün Darphane-i Amire’deki sunumunda bakın ne demiş?
‘Bu yasal bir mahkeme değil ama ciddiye alınması gerekir. Böyle bir mahkemeyi devletler yapmadığı ya da yapamadığı için halklar yapıyor.’
Falk’a göre, Bush ve Blair’in yargılanmaları, globalleşmenin ‘ahlaki’ yönü.
Yani ‘ahlaki globalleşme’.
Peki 2003’te dünyanın çeşitli şehirlerinde ve şimdi İstanbul’da yapılan mahkemenin etkisi ne olabilir?
Hukukçu Richard Falk’a göre, ilerde resmi bir mahkeme olduğu takdirde ‘Irak Dünya Mahkemesi’nin verileri kullanılabilir.
Falk, Princeton Üniversitesi’nde 30 yılı aşkın bir süreyle hukuk dersleri vermiş.
‘Yırtıcı Globalleşme, Bir Eleştiri’, ‘Globalleşme ve Din’, ‘Dünya Düzeninin Çöküşü’ gibi aralarında Türkçe’ye çevrilmiş elliye yakın kitabı var.
‘Irak Dünya Mahkemesi’nin verileri kullanılabilir diyorsa kuşkunuz olmasın öyledir.
Yazının Devamını Oku 
21 Haziran 2005
<B>TÜRKİYE, </B>ABD’nin <B>‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ </B>projesinin neresinde? Geçen ay, Ürdün’de katıldığım Dünya Ekonomik Forumu’nun ‘Arap Ülkeleri’nde Demokrasi’ konulu üç günlük toplantısında bu soru hep aklımdaydı.
Zira, ABD Dışişleri Bakan yardımcıları Robert Zoellick, Elizabeth Cheney ve Laura Bush, Türkçe’de kısaltılmış olarak artık GODKA (GOP değil) diye sözü geçen projeden bol bol bahsetmişlerdi.
Ürdün’deki GODKA tartışmalarında Türkiye’nin adı bir kez dahi geçmeyince yukarıda soru aklıma takılmıştı. Ne ki, bu hafta İstanbul’daki iki sempozyum, neticede Türkiye’nin GODKA’yı bir ucundan tuttuğunu gösteriyor.
Sempozyumlardan ilki dün sabah TESEV’in organizasyonuyla (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) başladı.
Konusu şöyle: ‘Kadınların Kamu Hayatına Katılımının Güçlendirilmesi ve GODKA Bölgesinde Demokratikleşme...’
GODKA ile ilgili ikinci sempozyumu ARI Hareketi düzenliyor.
‘Genişletilmiş Ortadoğu’da Demokratikleşme ve Güvenlik.’ Yani bu hafta İstanbul için ‘GODKA Haftası’ da diyebiliriz.
Her neyse, TESEV’in dün sabahki toplantısına dönersek, açılışı Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül yapıyor.
Gül’ün kadınlara bu desteği anlamlı.
Sözleri de.
Ne diyor Dışişleri Bakanı?
‘Kadınlar toplumun temel direği...’
‘Kadınların toplum hayatındaki rollerinin güçlendirilmesi, demokrasinin kalitesi ve kalıcılığıyla doğrudan ilintilidir..’
‘Kadınların katkısı olmadan hiçbir ülke gerçek demokrasiye ulaşamaz...’
Bunlar salondaki 25 ülkeden gelen kadınların duymak istedikleri sözler kuşkusuz.
Sözler güzel, ama ne yazık ki gerçek durum öyle değil.
Türkiye ve GODKA bölgesindeki kadınlar, ‘cinsiyet uçurumu’nun dayanılmaz ağırlığını en fazla çekenler.
Türkiye ve GODKA ülkelerinde en büyük uçurum eğitim ve siyasette.
Siyasete katılım ancak kotayla mümkün.
Madem, Abdullah Gül kadınların katkısı olmadan gerçek demokrasi olamayacağını ve katkıyı sağlamak için önlem alınması gerektiğini söylüyor o halde önlemlerden biri de kota olmalı.
Öyle değil mi?
Demokrasi Destek Diyaloğu’nda Türkiye İtalya, Yemen işbirliği
DIŞİŞLERİ ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül dün sabahki konuşmasında sempozyumun ‘Demokrasi Destek Diyaloğu’ çerçevesinde yapıldığını söylüyor.
Nedir bu diyalog?
Mesele şu:
2004 yılı G-8 Zirvesi’nde, GODKA bölgesinde, sivil toplum kuruluşlarının, üniversite ve medyanın demokratik reformlar için hükümetlerle işbirliği kararı alınmış.
İtalya, Türkiye ve Yemen bu yönde çalışmalar için G-8’ler tarafından görevlendirilmiş.
Neden Yemen diye merak ettim.
GODKA ülkeleri arasında en büyük demokrasi atılımını gerçekleştiren ülke Yemen.
Türkiye’den TESEV, İtalya’dan Emma Bonino’nun da üyesi olduğu ‘Adalet Olmadan Barış Olmaz’, Yemen’den de ‘İnsan Hakları Enformasyon ve Eğitim Merkezi’ çalışmalarda partner durumunda.
Sanayi envanteri neden gerekli
BUGÜNLERDE ‘envanter’ meselesi hep karşıma çıkıyor.
Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’nın büyük bir işe kalkıştığını ve Türkiye’nin ‘kültür envanteri’ni çıkartmaya başladığını yazmıştım.
Cumartesi günü İstanbul Sanayi Odası’nın meslek komiteleri ortak toplantısı vardı.
İSO Yönetim Kurulu Başkanı Tanıl Küçük, ‘sanayi envanteri’nin gerekliliğinden söz edince ister istemez dikkat kesildim. ‘Sanayi Envanteri’ ne anlama geliyor ve neden gerekli?
İSO Başkanı Küçük’e göre, Türkiye’de tam olarak hangi sektörün, neyi, nasıl ve nerede ürettiğini bilmek şart.
Kapasiteyi bilmek de şart.
Böyle bir envanter olacak ki yatırımlar sağlıklı olsun.
Yatırım bugün ‘göz kararı’ yapılıyor. Mesela, bir dönem özellikle Güneydoğu’da tekstile yatırım modaydı.
Ne oldu?
Tekstil fabrikaları çürüdü gitti.
Küçük, haklı olarak ‘Kapasite fazlası olan bir sektörde yatırım yapılması kaynakların boşa gitmesidir’ diyor. ‘Sanayi envanteri’ Türkiye’nin sanayi stratejisinin temeli için olmazsa olmaz koşul.
İSO’nun bu yönde hazırlığı var. Sanayi Bakanlığı’nın sicil kayıtlarına göre yaptığı bir çalışma mevcut ama yeterli değil.
Bakanlık şimdi talepler üzerine bir veya birin üzerinde işçi çalıştıran şirketleri kapsayan yeni bir çalışma başlatmış durumda.
Yazının Devamını Oku 
19 Haziran 2005
Avusturya, ‘kültür envanteri’ni 30 yılda tamamlamış. İngiltere hálá devam ediyor. Böyle bir envanter gelecek kuşaklar için de önemli. Düşünün ki, yıllar önce böyle kapsamlı bir çalışma elimizin altında olsaydı, birçok kültürel miras tahrip olmaktan kurtulacaktı. ANTİK Zeugma şehrindeki villaların taşları Kalazan Dağı’ndan. İster inanın, ister inanmayın... Taşları antik şehre taşıyan arabaların tekerlek izleri bugün hálá Fırat Nehri’nin kıyılarında.
Fotoğrafları çekilmiş, belgelenmiş durumda.
Idyma, Gökova Körfezi’nin bitiminde yer alan bir İlkçağ şehri.
İlkçağ kalıntılarına da sahip, Roma kalıntılarına da.
Hepsinin fotoğrafları çekilmiş ve belgelenmiş.
Bergama’daki ‘geleneksel evler’,
İstanbul, Bebek’te Lale Devri’nden ahşap konak,
Arnavutköy’deki yalılar,
İzmir, Karşıyaka’daki köşkler,
Kemeraltı’ndaki sokaklar, çarşı...
Hepsinin fotoğrafları çekilmiş ve belgelenmiş.
Çanakkale yöresinin ‘Avunya’ halı ve el dokumaları,
Konya’nın Başarakavak kasabasının yararlı bitkileri de kayda alınmış.
Bunları geçen cumartesi günü, Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’nın toplantısında öğreniyorum.
EN AZ 20 YIL SÜRECEK
Akademi, 2001 yılında Türkiye’de kültür varlıklarının bir sistematiğe bağlı olarak belgelenmesi için çalışmalar başlatmış.
Türkiye’nin bir ‘kültür envanteri’ hazırlanıyor.
En az 20 yıl sürecek bir çalışma bu.
Akademi Başkanı Profesör Engin Bermek ile konuşuyorum.
Seçilen bölgeye giden 5-6 kişilik ekibin çok yönlü araştırmalar yaptığını söylüyor.
Arkeoloji, şehir mimarisi, kırsal mimari, etnobotanik yani bitkiler, sözlü tarih, etnografya alanların bazıları.
Şimdiye kadar 12 bin envanter düzenlenmiş, 38 bin görsel malzeme toplanmış.
Peki araştırmaları kimler yapıyor?
TÜBA bu büyük projeyi üniversitelerle birlikte sürdürüyor.
Elbet sivil toplum kuruluşlarının da katkısı büyük.
‘Şu bölgede araştırma yapılsın’ talepleri çoğunlukla onlardan geliyor.
Mesela, Bebek ve Arnavutköy için talep Bebek Rotary Kulübü’nden gelmiş.
TÜBA’nın proje için pilot bölge olarak seçtiği iki yer var:
Denizli Buldan ile Birecik-Suruç.
BULDAN MEĞER NE ZENGİNMİŞ
Buldan’da, Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin daveti üzerine 2001’de başlatılan çalışmalar tamamlanmış.
Buldan’ın arkeolojisinden tutun, el sanatlarına, bitkilerine kadar her şeyi belgelenmiş olarak mevcut.
Prehistorik çağlardan beri bir yerleşim merkezi olan Buldan meğer ne zenginmiş.
Araştırma yapınca çıkıyor ortaya.
Henüz tam keşfedilmemiş Tripolis antik şehrinden, sadece nar ağaçlarının yetiştiği vadisine, şifalı otlarına, dokuma sanatına kadar her şeyi kayıtlı artık.
Üstelik bu veriler özel bir yazılım programıyla elektronik ortamda.
Projenin koordinatörü İstanbul Üniversitesi’nden prehistorya profesörü Ufuk Esin.
‘Bazı kültür envanteri çalışmaları yapılmış ama hepsi bölük pörçük... Hepsini bir araya getirmek istiyoruz. TÜBA Türkiye’de bir ilki başarıyor’ diyor.
Avusturya, ‘kültür envanteri’ni 30 yılda tamamlamış.
İngiltere hálá devam ediyor.
Böyle bir envanter gelecek kuşaklar için de önemli.
Düşünün ki, yıllar önce böyle kapsamlı bir çalışma elimizin altında olsaydı, birçok kültürel miras tahrip olmaktan kurtulacaktı.
Belki Hasankeyf bile bugünkü yazgısıyla baş başa kalmayacaktı.
Yazının Devamını Oku 
17 Haziran 2005
<B>GÜLDAL Akşit’</B>in yerine getirilen kadından sorumlu Devlet Bakanı <B>Nimet Çubukçu ‘kadın kotası’</B>na bakan olmadan önce karşıydı.<br><br>Şimdi de karşı. Çubukçu önceki gün İstanbul’daki Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısında ‘Kadının Türkiye’deki durumu’ raporunu kaleme alan Avrupalı parlamenter Emine Bozkurt ile yan yanaydı.
Bozkurt, yeni bakan Çubukçu’ya bazı sorular yöneltti.
Aklımda kalan sorulardan bazıları şöyle:
Kadın sivil toplum kuruluşları (STK) ve diğer STK’larla işbirliğine gidecek mi?
Güneydoğu ve doğudaki kadınlar için bir eylem planı var mı?
Kadınlar için daha fazla sığınma evleri açılacak mı?
Parlamentoda yüzde 4.4 oranında temsil edilen kadınlar için kotayı destekleyecek mi?
‘Kadın kotası’ ya da ‘pozitif ayrımcılık’ meselesi önemli.
Avrupa’da Fransa, Almanya, İspanya gibi ülkeler ‘kadın kotası’ uygulayarak kadının politikaya katılımını sağlamış.
Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz mayıs ayında anayasa değişikliği tartışmalarında ‘kadın kotası’ gündeme gelmişti.
Hararetli tartışmalar olmuş, AKP Hükümeti ‘pozitif ayrımcılığı’ kabul etmemişti.
Kadından sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit gibi İstanbul miletvekili Nimet Çubukçu da kotaya karşı çıkmıştı.
Çubukçu ile o dönemde kendisini protesto eden bazı kadın dernekleri arasında sert tartışmalar yaşanmış, Çubukçu bazı kadın örgütlerinin temsilcileri hakkında dava açmıştı.
Bu ‘kadın kotası’ yüzünden davaların bazıları devam ediyor.
Türkiye-AB Avrupa Karma Parlamento toplantısından sonra Nimet Çubukçu’ya ‘kadın kotası’yla ilgili fikrini değiştirip değiştirmediğini sordum.
Karşı olduğunu söyledi.
Bunun sadece siyasi parti tüzüklerinde desteklenebileceğini de ilave etti.
Ka-Der’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) 2005 yılı kampanyası ‘Eşitlik için Cinsiyet Kotası’...
Ka-Der’in kampanyası yıl boyunca sürecek.
Türkiye’deki diğer kadın örgütleri de bu konuda ısrarlı.
Avrupa Parlamentosu da ‘kadın kotası’
diyor.
Merak ediyorum acaba Çubukçu bu konuda ikna edilebilecek mi?
40 milyar Euro’luk Suez özelleştirmeyle ilgili
SUEZ, ortak Fransız-Belçika şirketi.
Enerji, su, doğal gaz gibi alanlarda faaliyet gösteriyor.
40 milyar Euro’luk bir şirket.
Tayland, Çin, Endonezya, Filipinler’de milyarlık yatırımları var.
Hafta başında 40 kişilik Fransız işadamı grubunun yaptığı Ankara ve İstanbul çıkarması sırasında, Fransız Sarayı’ndaki davette konuşma fırsatı bulduğu bir Suez yetkilisi özelleştirmeyle ilgili olduklarını söyledi.
Ankara yakınlarında 500 milyon dolarlık bir elektrik santralı yatırımı olan Suez Türkiye’de yeni fırsatlar peşinde.
Bunlardan biri, hidroelektrik santrallar.
Suez yetkilisinin aktardığına göre, halen Türk yetkililerle elektrik fiyatı üzerinde pazarlıklar devam ediyormuş.
Kilovatı 8 sentten 5.1 sente indirilmiş. Komşu İran elektriğinin kilovatı yanılmıyorsam 2 sent.
Pazarlıkları daha sıkı tutmak gerek.
Borrell sıcak bakmadı ama Ermeni paneli yapıldı
ERMENİ sorunu önceki gün Avrupa Parlamentosu’nda bir panelde tartışıldı.
Paneli düzenleyen Arı Hareketi.
Panelin konusu ‘Türk ve Ermeni Sorunu: Değişik Perspektifler’.
Panelistlerden biri Amerikalı tarihçi Profesör Justin McCarthy, diğeri Türkiye’den gazeteci-yazar Etyen Mahçupyan.
Üçüncü panelist ise Arı Hareketi’nden Ümit Kumcuoğlu.
Panel, İngiliz İşçi Partisi üyesi Avrupalı parlamenter Richard Howitt’in daveti üzerine düzenleniyor.
Ancak son dakikaya kadar yapılıp yapılmayacağı belli değil.
Zira Avrupa Ermeni Federasyonu’nun tepkisi üzerine, Avrupa Parlamentosu Başkanı Borrell, Howitt’e paneli desteklemediğini ima eden bir mektup gönderiyor.
Panelin iptali gündeme geliyor.
Önce katılımcılara Avrupa Parlamentosu’na giriş izni verilmiyor.
Ancak devreye bazı parlamenterlerin girmesi üzerine panel gerçekleştiriliyor.
Panelin ilginç tarafı şu:
Justin McCarthy ile Etyen Mahçupyan, Ermeni soykırım meselesine değişik gözlüklerle bakan iki isim.
Olaylara bakışları tamamıyla farklı.
Bir STK olarak, Arı Hareketi’nin bu paneli, Ermeni meselesinin her zamankinden daha fazla gündemde olduğu günlerde, Avrupa Parlamentosu gibi bir platforma değişik perspektifleri taşıması açısından son derece önemli.
Yazının Devamını Oku 