14 Ağustos 2005
İstanbul Büyükşehir Belediyesi sağolsun ‘Caddebostan Plajları’ afişlerini şehrin dört bir yanına asmış. Gören de Rio’nun o ünlü plajları gibi plajlar sanacak... Zaten kırk yıl önce bile bir tane Caddebostan Plajı vardı bildiğim kadarıyla. Şimdi iki küçücük koyda, daracık bir şeritte iki tane. Ama bugün varlar yarın yok olabilirler... Kumları koylara taşıyanlar, İstanbul’un lodosunu hesap etmemişler.
ARAYA bir haftalık tatil girince Caddebostan Plajları’nda patlak veren ‘denize donla girmek’ tartışmalarını kaçırdım.
Oysa plajlar burnumun hemen dibinde.
Sabahları yürüyüş yaptığım güzergáhta.
Ne var ki, genellikle sabah erken saatlerde ya da akşamları yürüdüğümden eğlenceli görüntüleri yani ‘donla denize girme’ türünden olayları kaçırıyorum.
Sadece geçen sabah şöyle bir olaya tanık oldum.
Plajda ‘haşemalı’ birinden rahatsız olan bizim mahallenin bir sakini rıhtıma doğru yönelmiş.
Ama tatsız bir sürprizle karşılaşmış.
Bakmış ki, rıhtımın üzerinde biraları yuvarlayan bir genç, elindeki bıçakla havada daireler çizip duruyor.
Anlayacağınız ‘haşemalı’dan kaçayım derken bıçaklı bir magandaya tutulmuş.
Bizimki, ‘pişman oldum geldiğime’ diye söylenip duruyordu.
HALKIMIZI KAYNAŞTIRMAK ÖYLE KOLAY DEĞİL
Halkımızı birbirine kaynaştırmak öyle kolay iş değil...
Plaj açıldı, bir günde birbirlerinin kollarına atılacaklar diye bir şey yok.
Gördüğüm kadarıyla semtin sakinleri şöyle bir yol bulmuşlar.
Sabahın erken saatlerinde, yukarıki mahallelerden akın akın insanlar gelmeden önce denize girip evlerinin yolunu tutuyorlar.
Cumartesi, pazar ise plajlara asla uğramıyorlar.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi sağolsun ‘Caddebostan Plajları’ afişlerini şehrin dört bir yanına asmış.
Gören de Rio’nun o ünlü plajları gibi plajlar sanacak...
Nerede...
Zaten kırk yıl önce bile bir tane Caddebostan Plajı vardı bildiğim kadarıyla.
İhtişamını hálá koruyan kuleli ahşap konağın tam önünde.
Şimdilerde konağın pencerelerinden bakınca plaj manzarası yerine çimlerin üzerinde mangal yakmaya uğraşanlar var.
Hoş önce Kadıköy Belediyesi, hemen arkasından İstanbul Büyükşehir Belediyesi ‘Bu sahilde piknik yasak’ afişleri astı ama takan yok...
BUGÜN VARLAR AMA YARIN OLMAYABİLİRLER
Bizim sokaktan sahile doğru piknik tüpüyle inen bir aileyi uyaracak oldum...
‘Merak etme abla tüpü yakmayız’ dediler.
Peki o halde tüpü boşu boşuna taşımak niye?
Her neyse Caddebostan Plajları’na dönelim...
Dediğim gibi kırk yıl önce Caddebostan’da bir tane plaj vardı..
Şimdi iki küçücük koyda, daracık bir şeritte iki tane.
Ama bugün varlar yarın yok olabilirler...
Kumları koylara taşıyanlar, İstanbul’un lodosunu hesap etmemişler.
İnanmazsanız hafta başında lodos sonrası çektiğim fotograflara bakın.
Plaj denilen yerde bir sıra yosun ile bir sıra Coca Cola kabini mevcut.
İşte size ünlü Caddebostan Plajları...
Yazının Devamını Oku 
12 Ağustos 2005
<B>MERSİN </B>Limanı’nın özelleştirilmesiyle ilgili nihai pazarlık bugün.<br><br>Özelleştirme İdaresi’nin, Türkiye’nin en büyük limanını 36 yıl süreyle işletme hakkı için açtığı ihalede üç oyuncu var. Hong-Konglu Hutchison ile Global Menkul Değerler A.Ş.
Singapur Liman İşletmeleri ile Akfen.
Ve Dubai Liman İşletmeleri.
Mersin Limanı’nın özelleştirilmesi Mersinliler için önemli.
Çünkü sadece Türkiye’nin değil, Doğu Akdeniz’in en büyük limanı olan Mersin Limanı yıllardan beri kapasitesinin çok altında hizmet veriyor.
Hatta hatırlayanlar olabilir, 2003 yılı, haziran ayında bu sütunlarda ‘Mersin Limanı can çekişiyor, Suriye malı götürüyor’ diye bir yazı yazmıştım.
Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kadri Şaman o tarihte, Mersin Limanı’nın modenleştirilmesi için çalmadık kapı bırakmadıklarını anlatmıştı.
Liman 1963 yılında hizmete girmiş.
Yıllar yılı bölgenin yıldızı olmuş.
Ancak altyapısı ve teknolojisi yenilenmediği için bir süre sonra kan kaybetmeye başlamış.
İşletme sorunları da eklenince kapasitesi giderek düşmüş.
Yedi bakanlığa bağlı 20’ye yakın kurumla ilintili olan limanda her kafadan ayrı ses çıkınca işlerin sarpa sarması doğal.
Liman göz göre göre müşterilerini Suriye, Mısır ve İsrail’in limanlarına kaptırdığı için Mersin özelleştirmeden umutlu.
Zira limanın yeniden canlılık kazanması, işsizliğin yüzde 25 ila 30 civarında olduğu Mersin’de ekonominin canlanması demek.
İhaleye dönersek, tekliflerin üçünün de 400 milyon doların altında olduğu söyleniyor.
Mersin Limanı’nın bugünkü haliyle yıllık geliri 35 milyon dolar ila 40 milyon dolar arasında değişiyormuş.
Yıllık gelirin artması için ihaleyi kazanacak firmanın 150 milyon dolar ila 200 milyon dolarlık bir harcama yapması gerekiyor.
Peki Mersin’in gönlü kimden yana?
Kimin ihaleyi kazanmasını istiyor?
Mersinli bazı yetkililere bu soruyu sorunca Dubai Liman İşletmeleri’nın adı daha fazla ön plana çıkıyor.
Bunun birkaç nedeni var.
Birincisi şu: Dubai Liman İşletmeleri, ağırlıklı olarak, köklü denizcilik bilgisine sahip Hollandalı ve İngiliz uzmanlarla çalışıyormuş.
Mersin, limanının ehil ellerde olacağından emin.
Bir de Dubaililer, Mersin Deniz Ticaret Odası’na yüzde 10’luk bir pay vaadinde bulunmuş.
Bakalım ihaleden kim çıkacak?
Harran’daki Sezen Aksu konserine Avrupalı parlamenterler de davetli
ÖNCEKİ gece Açıkhava’nın sahnesinde Sezen Aksu var.
Yeni bestesi ‘Kardelen’i söylüyor.
‘Aç kardelen aç
Dağın olayım
Suyun olayım
Göğün olayım, aç...’
Mardin’de çekilmiş olan fondaki klipte bir Sezen Aksu geliyor ekrana, bir Mardinli küçük kız çocuğu, bir kardelen.
Dağların zarif çiçeği.
Sezen Aksu, Turkcell’in Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle birlikte beş yıldan beri sürdürdüğü ‘Kardelenler Projesi’ni destekleyen en son ünlü isim.
Geçen yıl romancı Ayşe Kulin’in yazdığı ‘Kardelenler’ kitabı vardı.
Bu yıl Aksu’nun şarkıları.
Herşey kız çocuklarının okula gitmeleri için.
Beş yıl önce Turkcell ile Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin ‘Kardelenler’ projesine start verdikleri günü hatırlıyorum.
Bugün 10 bin kız öğrenciye ulaşılmış.
Burslu okuyan kız öğrenciler arasında ilkokula gidenler olduğu gibi, üniversiteli genç kızlar da var.Yurtdışında müzik öğrenimi görecek olanlar da.
Turkcell Kurumsal İletişim Bölümü Yöneticisi Zuhal Şeker ile konser sonrası konuşuyoruz.
‘Kardelenler’ projesini desteklemeyi bizzat Sezen Aksu’nun kendisi geçen yıl önermiş.
Aksu’nun ‘Kardelen’ CD ve kasetlerinin satışından elde edilen gelirin tümü ‘Kardelen’ kızlarına gidecek.
Ayrıca sırada 21 ilde konserler var.
İstanbul’dan sonra Bodrum sırada.
Daha sonra Güneydoğu ve Doğu illeri.
Hem Turkcell ekibi, hem Sezen Aksu için işin en heyecanlı kısmı bu illerdeki konserler.
Zira kızlar en fazla buralarda okuldan mahrum.
Zuhal Şeker, 1 Ekim günü Harran’daki konser için bilet satılmayacağını, herkesin davetli olacağını söylüyor.
Harran’a davet edilmesi planlanan kişiler arasında Avrupalı parlamenterler de var.
3 Ekim AB müzakerelerinden tam iki gün önce, Avrupalı parlamenterlerin Harran’da Sezen Aksu konserine davet edilmeleri hoş bir jest olabilir.
Yazının Devamını Oku 
2 Ağustos 2005
<B>GEÇENLERDE </B>Şili’den gelen dostlarımla İstanbul’u geziyoruz.<br><br>Güzergáha bu yıl katılan mekanlardan bir tanesi de <B>İstanbul Modern </B>Müzesi. Dolmabahçe Sarayı olmazsa olmazlardan.
Şili’den gelenler İstanbul Modern’den pek mutlu.
Ama Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığı küçük çapta bir şok yaratıyor.
Çok uzun yıllar önce ziyaret ettiğim saray beni de hayal kırıklığına uğratıyor.
İhtişamlı olmasına hálá ihtişamlı ama yavaş, sancılı bir ölüme terk edilmiş gibi.
Bir kere inanılmaz bir nem kokusu.
Rehberin peşinde odalardan birine girip çıkarken asla değişmiyor bu.
Belli ki, yıllardan beri konu edildiği halde saraydaki rutubetin önü kesilememiş.
Rutubetten daha vahim olanı tabloların içler acısı hali...
Sarayın koridorlarına asılmış olan tabloların çoğu nemden ya da sudan zarar görmüş.
Özellikle alt kısımları hasar görmüş, boyalarının rengi açılmış.
Bunu fazla dikkatlice incelemeden dahi hemen fark etmek mümkün.
Tabloların alt kısımlarında ‘suya girmiş’ izlenimini veren bir iz var.
Acilen bakımdan geçmeleri gerek.
Hasar görmüş olmaları bir yana sergilenmelerinde de müthiş bir özensizlik var.
Ne kadar dikkatlice baktıysam da tabloların adlarını, hangi ressama ait olduklarını belirten bir plaket göremedim.
Ressamın adını merak ediyorsunuz.
Yok.
Bundan tam iki yıl önce Ağustos 2003’te yine bu sütunlarda Dolmabahçe Sarayı’ndaki sorunları yazmışım.
Sarayın bağlı bulunduğu Milli Saraylar’ın o zamanlar başında olan Polat Akbulut’a bazı sorular yöneltmişim.
Zaten bir arşiv taramasında Dolmabahçe Sarayı’nın hep sorunlu olduğu ortaya çıkıyor.
Yine iki yıl önce çürümeye terk edilmiş 6 Hereke halısı yüzünden kıyametler kopmuş.
TBMM Başkanı Bülent Arınç olaya el atmış.
Tarihi halıları çürüten 7 memur açığa alınmış.
Dolmabahçe Sarayı’nın bu kaderini değiştirmek çok mu zor?
Nardi’ye plaket Packard’a teşekkür
GEÇEN hafta ortalarında Anadoluhisarı ve Rumelihisarı’nın aydınlatıldığı Boğaz gezisinde aramızda sanat tarihi profesörü Nurhan Atasoy da var.
Profesör Nurhan Atasoy, Zeugma’ya destek vermiş olan Packard Vakfı’nın kurucusu David Packard ile yakın ilişkisi olan birisi.
Packard’ın, Zeugma’dan maddi ve manevi desteğini çekmesine yol açan olayları da yakından izlemiş.
Atasoy ile sohbette, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın arkeolojisever Amerikalı işadamına nihayet bir jest yaptığı ortaya çıkıyor.
Jest şu:
Bakanlık, Packard’ın Zeugma mozaiklerinin koruma altına alınması ve restorasyonu için görevlendirdiği İtalyan Roberto Nardi’ye bir plaket verecek.
Aynı gece teknemizde olan Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç da Atasoy’un söylediklerini doğruluyor.
Hatta hafta sonuna doğru Münih üzerinden Padova’ya giderek Nardi’ye plaketini vereceğini söylüyor.
Bu yazı kaleme alındığında Nardi büyük bir olasılıkla plaketine kavuşmuş olmalı.
Koç ayrıca plaket töreninde, David Packard’a da Zeugma’ya katkılarından dolayı bir teşekkür mektubu vermiş olmalı.
David Packard’ı, babasının kurmuş olduğu HP markası nedeniyle tanınıyor.
Roberto Nardi kim derseniz...
Zeugma’nın çok konuşulduğu 2000 yılında adı basında sıkça geçiyordu.
Dünyanın en ünlü mozaik restoratörleri arasında olan Nardi, ekibiyle birlikte bugün Gaziantep Müzesi’nde sergilenen mozaikleri tamir eden kişi.
Geçenlerde kapılarını açan Gaziantep Müzesi barındırdığı çoğu eserleri ona ve ekibine borçlu ama nedense adını anmaktan pek hoşlanmıyor.
Packard’ın Zeugma kazılarına, çıkan eserlerin korunmasına, restorasyonuna katkısını anmayı sevmediği gibi.
Neyse ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı bu jestle Gaziantep Müzesi’nin ayıbını bir nebze olsun örtüyor.
Yazının Devamını Oku 
31 Temmuz 2005
‘Kitap paslaşma’ burada moda olsaydı, sevdiğim bir kitabı nereye bırakırdım diye düşünüyorum. ‘Anadolu Şiirleri Antolojisi’ni Arkeoloji Müzesi’nin bahçesine, Sait Faik’in hikayelerini bir balıkçının kayığına, ağların altına... BU yeni trende bayıldım.
ABD’de çıkmış ortaya ve Avrupa’da yayılıyormuş.
Trende ‘bookcrossing’ deniyor.
Türkçe’ye ‘kitap paslaşma’ gibi tercüme edilebilir.
Bu trendin esası, tanımadığınız insanlarla okuduğunuz kitapları paylaşmak için onları gelişigüzel bir yerlere bırakmak.
Bu işi başlatan kişi, ABD, Missouri’den Ron Hornbaker adındaki bir bilgi işlem uzmanı.
Hornbaker, parkta bir kestane ağacının dibine, çamaşırhanede bir sandalyeye bıraktığı kitaplarına şöyle bir not düşmüş önceleri: ‘Bu kitabı tanımadığım bir kişiye vermek istiyorum. Ancak onun kitabı okuduktan sonra başkasına ulaştırması koşuluyla.’
Ron Hornbaker ‘Kitabı özgürleştirin’ diyor.
Avrupa’da bu trendi ilk benimseyenler İtalyanlar olmuş.
İki yıl önce de ‘kitabı özgür bırakmak’ Fransa’da moda olmaya başlamış.
Bugün Fransa’da ‘bookcrossing’ modasına uyan 10 bine yakın kişi olduğu sanılıyor.
‘Da Vinci Şifresi’ tahmin edebileceğiniz gibi en fazla dolaşan kitap.
‘Kitapları paslaşan’lardan bazıları kitaba bir numara verip hangi yollardan geçtiğini, kimlerin eline düştüğünü tespit edebiliyorlar.
Mesela Michael Cunningham’ın ‘Saatler’ kitabı Paris’te bir ağacın altından, bir çiçekçinin iki vazosunun arasına kadar izlenebilmiş.
Sonra da izini kaybettirmiş.
Elbet okuduğu kitaba bağlı olanlar, sayfalarına arada sırada yeniden dönmek isteyenler bu trendi pek benimsememiş.
‘Kitabımı parkta bir ağacın dibine bırakmak kedimi ya da köpeğimi sokağa terk etmek gibi bir şey’ diyenler çoğunluktaymış.
Bulduğu kitabı pek sevip, başkasına pas etmeye yanaşmayanlar da var.
Kitap düşkünü olmakla birlikte dediğim gibi trendi sevdim.
İşin romantik tarafı ağır basıyor.
Sevdiğiniz bir kitabı sevdiğiniz biriyle değil hiç tanımadığınız biriyle paylaşıyorsunuz...
Kitabı kim alacak? Kim evine götürecek?
‘Kitap paslaşma’ burada moda olsaydı, sevdiğim bir kitabı nereye bırakırdım diye düşünüyorum.
‘Anadolu Şiirleri Antolojisi’ni Arkeoloji Müzesi’nin bahçesine, Sait Faik’in hikayelerini bir balıkçının kayığına, ağların altına...
Kitapları bulan okuduktan sonra başkası okusun diye başka yere bırakır mıydı?
Sanmam...
Büyük bir ihtimalle ‘Şapşalın biri kitabını düşürmüş’ diye düşünürdü.
Not: Bu trendle ilgili bilgi isteyenler için başvuru adresi: www.bookcrossing.com
Parka bırakmayacağınız bir kitap Heves Kuşu Durmaz Döner
TRENDİ sevdim desem de ağacın altına bırakacağınız kitaplar var, bırakmayacaklarınız var.
Bir kere hacimli olanları bırakmak pratik değil.
Kıymetli olanların da bir kütüphaneye girip, bir daha çıkmama ihtimali fazla.
Benim bırakmaya kıyamayacağım kitaplardan bir tanesi Ömer Uluç’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Heves Kuşu Durmaz Döner’ kitabı...
Kitap mı? Yoksa sergi mi?
Zira Ömer Uluç önsözde kitapla ilgili ‘Büyük bir sergi hazırlamak gibi bir şey. 29 cm’ye 24.5 cm gibi bir mekan 336 kez büyüyor’ diyor.
Kitabın metin bölümü Paris, İstanbul, Bodrum gibi birkaç şehirde alınmış ses kayıtlarından oluşturulmuş.
Sanatçının iç dünyasına yolculuklar, çağrışımlar, geriye dönüşler, saptamalar var kayıtlarda.
Kopuk kopuk...
Film fragmanları gibi.
Kitaptaki görsel malzeme de zaten kronolojik bir sıra izlememiş.
Uluç’un 1976 yılında yaptığı Afrika Kraliçesi’ 1995 yılında yaptığı ‘Oturan Kadın’ ile yanyana.
Ressamın dediği gibi ‘Heves Kuşu Durmaz Döner’ sanatçı üzerine hazırlanmış bir kitaptan ziyade bir ‘sanatçı kitabı’...
Bir çiçekçiye ya da Arkeoloji Müzesi’nin bahçesine bırakılacak bir kitap asla değil.
Yazının Devamını Oku 
29 Temmuz 2005
<B>ÇAN, </B>Çanakkale’nin küçük bir ilçesi.<br><br>Kaz Dağları’nın üzerinde uçan helikopterden bakınca çevresine göre biraz daha kurak. Çan’ın nüfusu 48 yıl önce 840 kişi.
Bugün ise 35 bin kişi.
Bunun nedeni Kale Grubu Şirketleri Başkanı İbrahim Bodur’un 48 yıl önce Türkiye’nin ilk seramik karo fabrikasının temelini Çan’da atmış olması.
Fabrika Çanlılar için ekmek kapısı olmuş yıllardan beri.
Bodur ailesi Çanlılarla kaynaşmış.
Fabrikanın kuruluş yıldönümleri ‘Seramik Bayramı’ olarak kutlanıyor.
İşçilerle birlikte yemek davetleri veriliyor, konuklar ağırlanıyor.
Bu yılki ‘Seramik Bayramı’ nedeniyle Çan’dayım.
Her yıl davetliler arasında bu kadar çok sayıda bakan olur mu bilmiyorum ama bu yıl altı bakanımız Bodur ailesini yalnız bırakmamış.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, tam 35 yıl Kale Grubu’nda hizmet vermiş olan Ticaret ve Sanayi Bakanı Ali Coşkun, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Bayındır ve İskan Bakanı Faruk Özak, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu.
Ayrıca 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut da davetliler arasında.
Başbakan Erdoğan, İngiltere ziyareti nedeniyle gelememiş.
Çan’daki yıldönümünün bu yıl özel bir anlamı var.
Kale Grubu, ‘Sinterfleks’ adıyla yeni ürettiği seramiğin fabrikasının açılışını bu kutlamaya denk getirmiş.
‘Sinterfleks’ esasında inşaat sektöründe devrim yaratacak bir ürün.
Isı ve ses izolasyonunu sağlıyor.
En önemlisi depreme dayanıklı.
Ürünün boyutları ve renkleri mimarlar için ilginç.
3 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğinde esneme kabiliyeti olan seramik levhalar düşünün.
Kale Grubu, bu ürünü geliştirmek için yıllardan beri İtalyan System Ceramic ile birlikte AR-GE çalışmaları sürdürmüş.
Zaten System Ceramic’in CEO’su Franco Stefani de Çan’da.
İbrahim Bodur ile ilgili anekdotlardan bazılarını onun ağzından dinliyoruz.
İtalyanca’dan çevriyi yapan da oyuncu-çevirmen Serra Yılmaz.
‘Seramik Bayramı’nda birbirini izleyen konuşmaların en anlamlısı Demirel’den.
Demirel Çan’a tam 18 kere gelmiş.
İbrahim Bodur’un başarısının sırrının ‘insana odaklanması’ olduğunu söylüyor.
Gerçekten Bodur ‘Seramik Bayramı’nda 480 milyar lira harçlık dağıtmış, şimdiye kadar 13 bin 500 çocuk sünnet ettirmiş, yörede okullar açmış.
Demirel diyor ki, ‘Zenginlik paylaştıkça çoğalır’...
İrticalen yaptığı konuşmasında AB ilişkilerine değiniyor.
Diyor ki, ‘Avrupa’da bizi istemeyenler olabilir. Küsmeyeceğiz. Bize karşı olanlar gelip geçicidir’...
Bir mesajı da nüfusla ilgili.
‘Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri nüfus. Yoksul, eğitimsiz ve büyük bir nüfus mu, yoksa münasip ve donanımlı bir nüfus mu? Karar verelim’...
Nüfus Türkiye’nin en önemli meselesi.
Buna değindiği için Demirel’i kutlamak gerek. Konuşmasını hem Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, hem Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik dinledi.
Umarım söylediklerini not almışlardır.
Teknolojiye yatırım yapana özel sanayi bölgesi statüsü
SANAYİ ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun teknolojiye yatırım yapanlara müjdeyi verdi.
Kale Grubu’nun ‘Sinterfleks’ ürünü örneği gibi, yıllardır AR-GE çalışmalarına yatırım yaparak, yeni teknolojik ürünler geliştiren şirketlerin faaliyet gösterdikleri bölgelerin ‘Özel Sanayi Bölgesi’ statüsüne kavuşacaklarını söyledi.
‘Özel Sanayi Bölgesi’ statüsüyle ilgili karar 8 Ağustos tarihindeki Bakanlar Kurulu’nda alınacak.
Anadolu ve Rumelihisarı nasıl aydınlatıldı
ÇAN dönüşü programda bir Boğaz gezisi var.
Ancak bu gezi Boğaz sularında öylesine amaçsız gezi değil.
Anadoluhisarı’nın ve Rumelihisarı’nın aydınlatılması seremonisi bu gezi.
Seremoniye, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile Kültür ve Turizm Müsteşarı Mustafa İsen de katılıyor.
Seremoni şöyle gerçekleşiyor:
Teknemiz, iki hisarın karşı karşıya geldikleri noktada duruyor.
Anadolu yakasından içinde bir mehter takımı olan bir tekne bize doğru yanaşırken Anadoluhisarı birden aydınlanıyor.
Avrupa yakasından ise Beethoven’ın 9.senfonisini çalan bir başka tekne bize doğru yaklaşırken bu kez Rumelihisarı ışığa kavuşuyor.
İki yakada, iki hisar aynı anda ışıl ışıl.
Bundan sonra da öyle kalacaklar.
Hisarların aydınlatılması Eti’nin sponsorluğu sayesinde gerçekleşiyor.
Eti Grubu 5 yıl süreyle hisarların aydınlatılmasından sorumlu.
Müsteşar Mustafa İsen, Doğan Hızlan’ın ‘Ayasofya neden karanlık’ yazısından sonra tarihi yerlerin aydınlatılması işini hızlandırdıklarını söylüyor.
Elbet bu sponsor olduğu takdirde çok daha kolay.
Eti Grubu hisarlara talip olmuş.
Bir ilke imza atmış.
Bu arada bir noktanın üzerinde durmakta fayda var.
Bundan sonra özel sektörün kültürel varlıkların güzelleştirilmesi, korunmasında rol oynamaları daha kolay.
Zira yeni sponsorluk yasasıyla harcadıkları parayı vergiden düşebilecekler.
Okul, hastane yaparken nasıl düşülüyorsa öyle.
Yazının Devamını Oku 
26 Temmuz 2005
<B>TEMMUZ </B>ayının ilk haftası Fransa’da patlak veren <B>Danone </B>krizi nihayet dün sona erdi. Danone’yi satın alacağı söylenen PepsiCo, Fransız şirketi satın almaya niyeti olmadığını açıkladı.
Dilerseniz krizin ne olduğunu hatırlatayım.
Danone bildiğiniz gibi Fransız gıda sektörünün bir numarası.
Danone yoğurtları, ünlü Evian suyu markalarının bazıları.
Yıllık cirosu 13.7 milyar Euro.
Dünyada 90 bin kişiyi istihdam ediyor.
PepsiCo ise 23 milyar Euro’luk cirosuyla ABD’nin gıda devi.
Dünya gıda sektöründe Nestle ve Kraft’ın ardından üçüncü sırada.
Üstelik ünlü markaları satın almakta pek usta.
Daha önceleri Pizza Hut, SevenUp, Tropicana markalarını portföyüne dahil etmiş.
PepsiCo’nun Danone’yi satın alacağı iddiası ilk kez 6 Temmuz tarihinde Challenges adındaki bir dergi tarafından ortaya atılıyor.
İddia hemen ortalığı karıştırıyor.
Bir kere, Danone Fransızların en ünlü ulusal markası.
Danone Grubu’nun kurucusu olan Antoine Riboud bakın vaktinde ne demiş.
‘Danone Chartres Katedrali gibidir... Chartres Katedrali’ni satın almaya kimsenin gücü yetmez’...
Yani Danone’nin satılması büyük bir olay.
FRANSA İÇİN
DÜNYANIN SONU
Hele Amerikalılara satılması, ABD ile ezeli bir rekabet içersinde olan Fransa için neredeyse dünyanın sonu.
İşte bu yüzden iddia ortaya atılır atılmaz, politikacılar, siyasiler herkes karşı çıkıyor.
Chirac Hükümeti’ne ‘Danone’nin Fransız kalması için’ müdahale çağrısında bulunanların başında Danone’nin CEO’su Franck Riboud geliyor.
Çağrı üzerine, Fransa Ekonomi Bakanı Thierry Breton, Danone’nin CEO’su Franck Riboud’nun yakın arkadaşı olan İçişleri Bakanı Nicholas Sarkozy ellerinden geleni yapmayı vaat ediyorlar.
Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin, Danone’yi ‘ulusun en değerli mücevheri’ olarak tanımlıyor.
‘Fransa’nın çıkarlarını sonuna kadar savunacağım’ diyor.
Fransız muhalefeti de sesini yükseltiyor.
Laurent Fabius, Dominique Strauss-Kahn, Henri Emmanuelli gibi ağır toplar Chirac’a hemen harekete geçmesi için uyarıda bulunuyorlar.
Fransa Cumhurbaşkanı çaresiz, kendisinin ve hükümetinin Danone olayını dikkatle izlediğini açıklıyor.
Etrafı yatıştırmaya çalışıyor.
Kısaca, Danone’nin PepsiCo’ya satılacağı iddiası bir devlet meselesine dönüşüyor.
Ekonomi kulislerinde, Danone Amerikalılara satıldığı takdirde Alcatel, Alstom, Societe Generale gibi diğer ünlü Fransız markaların da iştah kabartabilecekleri konuşuluyor.
Fransız ekonomisine darbe senaryoları anlatılıyor.
Elbet işin bir de borsa yanı var.
İddialar Fransız borsasını da hareketlendiriyor.
İki hafta zarfında Danone hisseleri yüzde 20 değer kazanıyor.
Nihayet dün sabah Pepsico resmen alıcı olmadığını duyuruyor.
Fransız televizyonu TV5 dün sabahki haberlerinde duyduğum kadarıyla ‘acaba’ sorusunu ortaya atıyor.
‘Acaba’ ‘Danone PepsiCo’ya satılıyor’ balonu bizzat grup tarafından mı uçurulmuştu?
Acaba?
Bu işin bir yanı.
Diğer yanı ise Erdemir, Telekom’un satışını tartıştığımız bugünlerde bizi de yakından ilgilendiriyor.
Zira Fransa örneğinde gördüğümüz gibi ulusal markaların satışı öyle kolay kolay kabul edilir bir şey değil.
Yeri geldiğinde halk da karşı çıkıyor, politikacılar da.
Yazının Devamını Oku 
24 Temmuz 2005
John Freely 79 yaşında. Fizik hocası olarak, ABD’nin Princeton Üniversitesi’nden, Robert College’e ilk gelişi 1960. Eşi Dolores, üç çocuğu Maureen, Eileen ve Brendan ile birlikte Boğaziçi’nde geçen 16 yıl. Sonra 1988’den itibaren iki yıllık bir kesintiyle bugüne kadar yeniden İstanbul. Freely, bir İstanbul sevdalısı. Yeni kaybettiğimiz Jak Deleon ve Stefanos Yerasimos gibi. Robert College hocalarından Hilary Sumner-Boyd ile birlikte İstanbul’un gerçek anlamda ilk gezi kitabı olan ‘İstanbul’da Dolaşmak’ı kaleme alan kişi. Freely’nin kırka yakın kitabından çoğu zaten Osmanlı tarihi, Türkiye ve en fazla İstanbul üzerine. 2004’te İngilizce yayınladığı ‘John Freely’nin İstanbul’u’nda da 45 yıl öncesinin İstanbul’u ile şimdikini karşılaştırıyor. Freely’ye, İstanbul sevdalısı derken bence diğer sevdalılardan farkı şu: İstanbul’u burada yaşayanlarla birlikte soluyor. Mahallesindeki meyhaneci, sokaklarda ‘fış, fış kayıkçı’ diye oynayan çocuklar, Sulukule’deki çingeneler, Karıncaezmez Şevki ve tüm insanlarıyla...
İlk İstanbul gezi rehberini yazan kişisiniz. İstanbul’a tam 45 yıldan beri devam eden ilginiz nereden kaynaklanıyor?
- Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesi, İstanbul kaynakları açısından dünyanın en zengin kütüphanelerinden biri... Robert College olarak kurulduğundan beri böyle. Bu yüzden bu okulun kaynaklarından yararlanarak İstanbul üzerine kitap yazmak neredeyse 150 yıllık bir gelenek.
Tek ilham kaynağınız kütüphane olmasa gerek...
- Elbette en önemli ilham kaynağı İstanbul’un kendisi. 1960’da buraya geldikten sonra hemen hemen her pazar günü eşim ve çocuklarla vapura binip bir yerlere gezmeye giderdik. Camileri, kiliseleri, eski mahalleleri gezerek öğrendik. 1972’de de Hilary-Sumner Boyd ile ‘İstanbul’u Dolaşmak’ kitabını yazdık.
1960’larda İstanbul nasıl bir şehirdi?
- 1960’ların İstanbul’u 1920’lerin Paris’i gibiydi. Hatta Paris’ten de iyiydi. Çünkü 1920’lerde Paris’teki yabancıların çoğu Fransızca konuşmuyordu. Oysa buradaki yabancıların çoğu Türkçe’yi iyi bilirdi. Mesela Boyd, Türkçe’yi su gibi konuşurdu, öyle ki, modern Türk tiyatrosunun kurucularındandı. Türk ve yabancı aydınlar müthiş bir kaynaşma içerisindeydi.
Peki 70’li, 80’li yıllar?
- İstanbul’dan 20 yıla yakın bir süre uzak kaldım. O yıllarda Türkiye’nin geçirdiği zor günler İstanbul’a da mutlaka yansımıştır. Ama 1990’lar İstanbul’un yeniden toparlanmaya başladığı yıllar. Şimdi müthiş bir çekim merkezi... Boğaziçi Üniversitesi’nde 61 ülkeden gelen öğrenciler var. Geçenlerde Balık Pazarı’nda eşim ve Fransa’dan gelen iki dostumuzla yürüyorduk. İki beyaz tavşanına ‘niyet’ çektiren bir adamın önünde durduk. Fransız hanımların niyetini adam Fransızca’ya çevirmesin mi? Meğer Fransa’dan İstanbul’a gelen bir Kuzey Afrikalıymış. Çinli şairlere rastladım bu şehirde. Burası McDonald’s, Kemer Country’lere rağmen modern dünyadan kaçanlar için bir sığınak.
İSTANBUL RUHU YÜREĞİ OLAN BİR ŞEHİR
İstanbul’a ilk gelişiniz 1960. 45 yıl aradan sonra İstanbul ne kadar değişmiş?
- İstanbul’u tanımadığınız takdirde değiştiğini sanırsınız. Ama şehirde yürürseniz, insanlarla konuşursanız göreceksiniz ki bu şehrin ruhu, kişiliği değişmedi. İstanbul, ruhu ve yüreği olan bir şehir.
Yüreği mi?
- Evet. İstanbul gibi çekim merkezi olan New York, Londra gibi şehirlerle karşılaştırırsanız bu şehrin yüreği var. Çocukluğumda, New York sokaklarında ölü bir siyah gördüğümü ve zavallı adamın orada saatlerce yattığını hatırlıyorum. İstanbul’da böyle bir şey olamaz. New York ve Londra paran varsa iyidir. Parası olmayan için çok zordur.
Eskiden beri değişmedi mi sizce?
- Hayır aynı. Bugün tutun ki yoksulsunuz. İkinci el ayakkabı almak istediğinizde nereye gidersiniz? Tahtakale’ye. Yani Evliya Çelebi’nin önerdiği yere... Ya da canınız bülbül (bu kelimeyi Türkçe söylüyor) almak istedi. Nereden bulacaksınız? Yeni Camii’nin oralardan. Yine Evliya Çelebi’nin kitabında sözünü ettiği yerden.
İstanbul kitaplarınızda bu şehirde yaşayanlarla özel bir bağ kuruyorsunuz.. Meyhanecisiyle, satıcılarıyla, çocuklarıyla...
- New York’ta çok yoksul İrlandalı bir aileden dünyaya geldim. 12 yaşından itibaren eskicilik türü işler yaptım. 14 yaşıma kadar hep sokaklarda, olup bitenleri izlerdim. Hálá aynıyım.
Peki İstanbul ile ilgili her şeyi yazıp çizmişsiniz. Yine İstanbul yazacak olursanız geriye ne kaldı?
- İstanbul hiç tükenmez. Önümüzdeki yıl oğlum Brendan ile birlikte İstanbul’da yitirdiğimiz, artık geriye gelmeyecek olan şeyleri yazmak istiyorum. Mesela Ortaköy’de cami, kilise, sinagog yan yana ama artık oralara gidecek insanlar yok. Gerçek anlamda Rum meyhaneleri yok... Cüce Artist Yaşar ya da Karıncaezmez Şevki gibi insanlar da yok. Bunları yazacağım.
FREELY’NİN BAZI KİTAPLARI
İstanbul’u Dolaşmak (1972), İstanbul Rehberi (1973), İstanbul Skeçleri (1974), Yunanistan Gezi Rehberi (1974), Türkiye Gezi Rehberi (1979), İstanbul Mavi Gezi Rehberi (1983), Türkiye’nin Batı Kıyıları (1988), Klasik Türkiye (1990), Sinan, Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimarı (1992), Boğaziçi (1993), İstanbul ve Kuzeybatı Türkiye (1993), Girit (1994), İstanbul İmparatorluk Başkenti (1996), Sultanların Özel Yaşamları (2000), Robert College’in Hikayesi (2000), Sabetay Sevi’nin İzinde (2001), İstanbul’un Bizans Anıtları (2004), John Freely’nin İstanbul’u (2004)
Yazının Devamını Oku 