13 Eylül 2005
<B>TOKATLI Diren </B>ailesinin büyüğü<B> Mustafa Vasfi Diren </B>vizyonu olan bir kişi.<br><br>Ziraat teknisyeni ve dolayısıyla tarımı iyi bilen biri. Üzümün, meyvenin bol olduğu Tokat’ta ne yaparım diye düşünmüş.
1958 yılında evinde, sermayesiz şarap üretimine başlamış.
1963 yılında, ‘Tokat’tan Avrupa’ya giden ilk kişi’ sıfatıyla Almanya’ya inceleme gezisine çıkmış. 1 ay fabrika fabrika dolaşmış.
Şarabın, meyve suyunun tekniğini öğrenmiş.
Yanında bir meyve suyu şişesinin modeliyle Tokat’a dönmüş.
Bir yıl sonra Türkiye’nin ilk ambalajlı meyve suyu markası Dimes’i üretmiş.
İşi öğrensinler diye de dört oğlundan ikisini Avrupa’ya göndermiş.
Öyle ki, Tokat’tan CHP millevetkili Orhan Diren Fransa’da bağcılık ve şarapcılık, Dimes Yönetim Kurulu Başkanı Ali Rıza Diren ise Almanya’da meyve suyu eğitimi almış.
Diren ailesinin bu hikayesini bize anlatan kişi hafta sonunda Tokat’ta birlikte olduğumuz Ali Rıza Diren.
Ali Rıza Diren’ın kızları Zeynep ve Banu gibi ailenin üçüncü kuşağı da bugün Dimes’i bir dünya markası yapma peşinde.
Tokat’ın bir evinde başlayan meyve suyu üretimi bugün toplam 75 bin metrekarelik, İzmir ve Tokat’taki iki fabrikada devam ediyor.
2005 tahmini ciro 100 milyon dolar.
‘Made in Türkiye’ (dikkatinizi çekerim Made in Turkey değil) meyve suları 50 ülkeye ihraç ediliyor.
Mustafa Vasfi Diren’in ilk göz ağrısı ‘şarapçılık’ şimdilik ikinci planda.
Zira Diren ailesi için meyve suyunun yanısıra başka bir göz ağrısı devreye girmiş.
O da ‘süt’.
İki günlük Tokat gezisinin zaten iki durağı var.
Biri meyve suyu fabrikası, diğeri Diren ailesinin Tarım Bakanlığı’ndan 30 yıllığına kiraladığı Kazova Tarım İşletmesi.
Çiftliğin adı babanın anısına ‘Kazova Vasfi Diren Tarım İşletmesi’...
Meyve ağaçlarının, bağların bol olduğu bir vadide.
Bağları karşımıza alıp, görkemli bir çınarın altında, beyaz örtülü masalarda yediğimiz şaraplı öğle yemeği İtalyan filmlerinden fırlamış bir sahne gibi.
Ali Rıza Diren çiftçiliğe verdikleri önemi anlatıyor.
‘Amacımız yörede hayvancılığı, meyveciliği, bağcılığı geliştirmek’ diyor.
5.4 milyon metrekarelik çiftlik, Türkiye’nin tarım alanındaki ilk kamu-özel sektör işbirliği modeli.
2003 yılından bu yana 7 trilyonluk yatırım yapılmış.
Yıllık süt ve süt ürünleri üretimi 80 bin ton.
Ali Rıza Diren iddialı: ‘Birkaç yıl içersinde meyve suyunda olduğu gibi süt ürünlerinde de zirvede olacağız.’
Şarapla başlayan, meyve suyuyla devam eden baba Mustafa Vasfi Diren’in yolculuğu sütle devam ediyor.
Ceviz üretimiyle iç borcu çözeriz
TOKAT gezisinin en hoş sürprizlerinden biri, Türkiye’nin dört kadın rektörlerinden bir tanesi olan Gaziosmanpaşa Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Zehra Seyfikli ile tanışmak oldu.
Seyfikli, kendi deyişiyle Ankara’nın batısındaki ilk ve tek kadın rektör.
Zira diğer üçü İstanbul ve İzmir’de.
Seyfikli, tıp doktoru ve göğüs hastalıkları uzmanı.
Gaziosmanpaşa Üniversitesi genç bir üniversite olmakla birlikte kişisel bazda bilimsel yayınlarda iyi bir yerde.
Özellikle tarım konusunda araştırmalar yapıyor.
Tokat biberi, Kazova’daki arpayla ilgili genetik çalışamaları var.
Rektör yardımcılarından bir tanesi ise Türkiye’nin ‘ceviz profesörlerinden’ Prof. Dr. Yaşar Akça.
Profesör Akça ‘Tarım Bakanlığı beni dinlesin... Ceviz üretimiyle iç borcu çözebiliriz’ diyor.
İki ceviz ağacı yeter
‘Kırsal kalkınma’nın ancak ceviz ağacı dikiminden geçeceğini iddia ediyor.
Haklı.
Zira söylediğine göre, 2 tane ceviz ağacıyla yıllık geçimlerini sağlayan aileler varmış.
10 dönüm arazide 125 tane ceviz ağacı dikip, 50 kilo ürün almak mümkün.
Türkiye şu anda ceviz ithal eder durumda.
Oysa ABD, Fransa gibi ülkeler ceviz ihracatından önemli gelir elde ediyor.
Mesela ABD iç cevizin tonunu 3338 dolara, Fransa ise 5849 dolara satıyor.
Profesör Akça diyor ki ‘Her şeye iyi gelen ceviz 21. yüzyılın meyvesi’.
Tarım Bakanlığı’nın ‘Ceviz Profesörüne’ kulak vermesinden gerçekten fayda var.
Yazının Devamını Oku 
13 Eylül 2005
TOKATLI Diren ailesinin büyüğü Mustafa Vasfi Diren vizyonu olan bir kişi.Ziraat teknisyeni ve dolayısıyla tarımı iyi bilen biri.Üzümün, meyvenin bol olduğu Tokat’ta ne yaparım diye düşünmüş.1958 yılında evinde, sermayesiz şarap üretimine başlamış.1963 yılında, ‘Tokat’tan Avrupa’ya giden ilk kişi’ sıfatıyla Almanya’ya inceleme gezisine çıkmış. 1 ay fabrika fabrika dolaşmış.Şarabın, meyve suyunun tekniğini öğrenmiş.Yanında bir meyve suyu şişesinin modeliyle Tokat’a dönmüş.Bir yıl sonra Türkiye’nin ilk ambalajlı meyve suyu markası Dimes’i üretmiş.İşi öğrensinler diye de dört oğlundan ikisini Avrupa’ya göndermiş.Öyle ki, Tokat’tan CHP millevetkili Orhan Diren Fransa’da bağcılık ve şarapcılık, Dimes Yönetim Kurulu Başkanı Ali Rıza Diren ise Almanya’da meyve suyu eğitimi almış.Diren ailesinin bu hikayesini bize anlatan kişi hafta sonunda Tokat’ta birlikte olduğumuz Ali Rıza Diren.Ali Rıza Diren’ın kızları Zeynep ve Banu gibi ailenin üçüncü kuşağı da bugün Dimes’i bir dünya markası yapma peşinde.Tokat’ın bir evinde başlayan meyve suyu üretimi bugün toplam 75 bin metrekarelik, İzmir ve Tokat’taki iki fabrikada devam ediyor.2005 tahmini ciro 100 milyon dolar.‘Made in Türkiye’ (dikkatinizi çekerim Made in Turkey değil) meyve suları 50 ülkeye ihraç ediliyor.Mustafa Vasfi Diren’in ilk göz ağrısı ‘şarapçılık’ şimdilik ikinci planda.Zira Diren ailesi için meyve suyunun yanısıra başka bir göz ağrısı devreye girmiş.O da ‘süt’.İki günlük Tokat gezisinin zaten iki durağı var.Biri meyve suyu fabrikası, diğeri Diren ailesinin Tarım Bakanlığı’ndan 30 yıllığına kiraladığı Kazova Tarım İşletmesi.Çiftliğin adı babanın anısına ‘Kazova Vasfi Diren Tarım İşletmesi’...Meyve ağaçlarının, bağların bol olduğu bir vadide.Bağları karşımıza alıp, görkemli bir çınarın altında, beyaz örtülü masalarda yediğimiz şaraplı öğle yemeği İtalyan filmlerinden fırlamış bir sahne gibi.Ali Rıza Diren çiftçiliğe verdikleri önemi anlatıyor.‘Amacımız yörede hayvancılığı, meyveciliği, bağcılığı geliştirmek’ diyor.5.4 milyon metrekarelik çiftlik, Türkiye’nin tarım alanındaki ilk kamu-özel sektör işbirliği modeli.2003 yılından bu yana 7 trilyonluk yatırım yapılmış.Yıllık süt ve süt ürünleri üretimi 80 bin ton.Ali Rıza Diren iddialı: ‘Birkaç yıl içersinde meyve suyunda olduğu gibi süt ürünlerinde de zirvede olacağız.’Şarapla başlayan, meyve suyuyla devam eden baba Mustafa Vasfi Diren’in yolculuğu sütle devam ediyor.Ceviz üretimiyle iç borcu çözerizTOKAT gezisinin en hoş sürprizlerinden biri, Türkiye’nin dört kadın rektörlerinden bir tanesi olan Gaziosmanpaşa Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Zehra Seyfikli ile tanışmak oldu.Seyfikli, kendi deyişiyle Ankara’nın batısındaki ilk ve tek kadın rektör.Zira diğer üçü İstanbul ve İzmir’de.Seyfikli, tıp doktoru ve göğüs hastalıkları uzmanı.Gaziosmanpaşa Üniversitesi genç bir üniversite olmakla birlikte kişisel bazda bilimsel yayınlarda iyi bir yerde.Özellikle tarım konusunda araştırmalar yapıyor.Tokat biberi, Kazova’daki arpayla ilgili genetik çalışamaları var.Rektör yardımcılarından bir tanesi ise Türkiye’nin ‘ceviz profesörlerinden’ Prof. Dr. Yaşar Akça.Profesör Akça ‘Tarım Bakanlığı beni dinlesin... Ceviz üretimiyle iç borcu çözebiliriz’ diyor.İki ceviz ağacı yeter‘Kırsal kalkınma’nın ancak ceviz ağacı dikiminden geçeceğini iddia ediyor.Haklı.Zira söylediğine göre, 2 tane ceviz ağacıyla yıllık geçimlerini sağlayan aileler varmış.10 dönüm arazide 125 tane ceviz ağacı dikip, 50 kilo ürün almak mümkün.Türkiye şu anda ceviz ithal eder durumda.Oysa ABD, Fransa gibi ülkeler ceviz ihracatından önemli gelir elde ediyor.Mesela ABD iç cevizin tonunu 3338 dolara, Fransa ise 5849 dolara satıyor.Profesör Akça diyor ki ‘Her şeye iyi gelen ceviz 21. yüzyılın meyvesi’.Tarım Bakanlığı’nın ‘Ceviz Profesörüne’ kulak vermesinden gerçekten fayda var.
button
Yazının Devamını Oku 
11 Eylül 2005
Savaş, kadının durumu, göç, din, genelevler Şükran Moral’ın alanları. Herkesin alanları aslında. Ama o örtüyü kaldırıp altına bakıyor. Herkese de baktırıyor. Düşündürüyor. Sanatçı Şükran Moral, 1989 yılından beri Roma’da yaşıyor.
Onunla yıllar önce Rodos’ta bir konferans sırasında tanıştım.
Birbirimizi sevdik.
O Roma’da, ben İstanbul’da ilişkimiz hiç kopmadı.
Esasında Şükran Moral, Roma’da yaşıyor dediysem de kendisi orada, yüreği burada.
Sanatının çıkış noktası İstanbul, Türkiye.
Ne yapıyor Moral?
Kendi çektiği video ve fotoğrafları kullandığı sanatsal performanslar.
10 yılı aşkın bir süredir İtalyanları şaşırtan performanslar.
Kimi zaman onların karşısına çarmıha gerilmiş bir Hazreti İsa, kimi zaman üç erkekle evlenen bir kadın ya da bir kafesin içinde saçlarına ‘bülbül’ yerleştirmiş bir kadın olarak çıkmış.
‘Bülbül’, Şükran Moral’ın 2004 yılında gerçekleştirmiş olduğu son performanslarından biri.
Hem saçlarında bülbüllerle çıkmış sahneye, hem İtalyanlara ‘Ayrılık, ah ayrılık’ türküsünü okumuş.
Neden bülbül?
‘Çünkü o sıralar kendimi kafeste hissediyordum. Bir kuş gibi. Bülbül Türk edebiyatında var, günlük lisanda da var. Her yerde var. Biraz da memleket özlemimi gidermek içindi...’
GÖRSEL KANATLAR
Bülbül, Şükran Moral’ın bu önümüzdeki salı günü Maçka Sanat Galerisi’nde açılacak ‘Çaresizler’ sergisinin de teması.
Batı’ya kavuşmak özlemiyle çoğu yollarda yitip giden, denizlerde boğulan mültecilerin dramı var ‘Çaresizler’ de.
Şükran Moral, onların omuzlarına da ‘bülbülleri’ni kondurmuş.
‘Bindikleri kayık nasılsa devrilecek. Mülteciler denizin dibini boylayacak, bülbüller ise havalanacak. Dileğim mültecilerin de kuşlar gibi havalanmalarıydı. Onlara görsel kanatlar hediye ettim’ diyor.
Moral, göç yollarına düşenleri iyi izlemiş.
Neticede kendisi de onlardan biri.
Avrupa yollarına düşen milyonlarca Türk gibi bir göçmen.
Sanatının peşinden, kültürünü, lisanını bilmediği bir ülkede bulmuş kendisini.
Kendisiyle ilgili yazılmış makaleleri, röportajları bir araya getiren ‘Şükran Moral’ kitabında göç eden sanatçılarla ilgili ilginç görüşleri var.
‘Ülkelerini terk edip, sıfırdan başlama cesaretini bulan sanatçılar hem kendilerini ve köklerini, hem ‘öteki’yi daha iyi anlayabiliyor’ diyor.
‘Bülbül’, hüznün ağır bastığı bir performans.
ÖRTÜYÜ KALDIRMAK
Yine 2004 yılında Roma’da, Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilemiş olduğu ‘Apocalypse’ ise sarsıcı.
Şükran Moral, bu performansında, kendisini izlemeye gelenleri dikenli tellerle çevrili bir karanlık alana hapsetmiş.
İnsanlar şaşkınlıkla beklerken üzerlerine Nazi filmlerinden sahneler akmaya başlamış.
Müziğiyle birlikte.
‘Savaş temasını işlemek istedim. Irak Savaşı’na tepkilerin çoğalması gerekirdi...’
Savaş, kadının durumu, göç, din, genelevler Şükran Moral’ın alanları.
Herkesin alanları aslında.
Ama o örtüyü kaldırıp altına bakıyor.
Herkese de baktırıyor.
Düşündürüyor.
Yazık ki Şükran Moral’ın sanatı Türkiye’de İtalya’da olduğu kadar tanınmıyor.
Yazının Devamını Oku 
9 Eylül 2005
<B>MERKEZİ </B>Washington’da olan <B>German Marshall Fonu, </B>ABD ve Türkiye’nin de bulunduğu 10 Avrupa ülkesinde kamuoyu araştırması yapmış. ‘Transatlantik Eğilimler 2005 Araştırması’nda çok sayıda ilginç bulgu var.
Türkiye açısından en çarpıcı olanı şu:
Avrupa Birliği’ne destek geçen yıl yüzde 73 iken bu yıl yüzde 63.
Yani artık ‘halkın yüzde 70’i AB’yi destekliyor’ dememiz mümkün değil.
Peki Avrupalıların üyeliğimize bakışı ne?
‘Türkiye’yi istemiyoruz’ diyenlerin oranı yüzde 29.
Bu oranda da geçen yıla göre artış var.
Ancak en büyük kitle kararsızlar:
Yüzde 42.
Bu oranı lehte etkileme gibi bir avantajımız mevcut.
Peki Avrupalıların kendileri AB’ye nasıl bakıyor?
Araştırmada bu soru 100 üzerinden değerlendirilmiş.
AB’ye en sıcak bakan ülke İspanya.
En soğuk bakan ülke ise Türkiye.
İspanya’nın puanı 100 üzerinden 74, Türkiye’ninki 50.
Birliğe bizden sonra kuşkuyla bakanlar ise sırasıyla İngiltere, ABD, Hollanda, Polonya gibi ülkeler.
German Marshall Fonu’nun araştırmasında insanların gelecekle ilgili kaygılarının ne olduğu konusunda önemli ipuçları var.
‘Önümüzdeki 10 yıl içersinde aşağıdaki tehditlerden hangisinden en fazla etkileneceksiniz’ sorusunda 11 ülke ilk sıraya ‘ekonomik çöküşü’ koymuş.
‘Ekonomik çalkantı’dan Amerikalılar, Avrupalılardan fazla korkuyorlar.
Avrupalıların en fazla korktuğu ise ‘küresel ısınma’.
Oysa, Katrina fırtınasıyla New Orleans felaketini yaşayan ABD ‘küresel ısınma’dan Avrupa’ya göre çok daha fazla etkileniyor.
Gel gör ki, Amerikan kamuoyu ‘doğal afet’ yerine ‘finansal afetten’ korkmuş.
Peki Türkler önümüzdeki 10 yıl içersinde en fazla nelerden korkuyor?
Genel trende uyarak yüzde 78’i ‘ekonomik çöküş’ demiş.
Bu arada belirtmekte yarar var.
Tehdit olarak sayılanlar şunlar:
Ekonomik çöküş, uluslararası terör, nükleer silahlanma, mülteciler, İslami köktendincilik, AIDS ve küresel ısınma.
Türkleri ikinci olarak en fazla korkutan tehdit nükleer silahlar.
Üçüncü sırada ise pek şaşıracaksınız ama AIDS var.
Türklerin yüzde 63’ü AIDS’i önemli bir tehdit görüyor. Avrupalılar arasında ise bu oran yüzde 33.
Dördüncü sırada ise İslami kökten dincilik geliyor.
AIDS bunun önüne geçmiş...
Kar romanını okudu Kars’a gitti
AÇIK Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle kurulmuş olan Bağımsız Komisyonu’nun iki önemli üyesi bu hafta Türkiye’deydi.
Avusturya Dışişleri Bakanlığı eski müsteşarı Albert Rohan ile eski dışişleri bakanı Marcelino Oreja Aguirre.
Rohan ile Kayseri’deki ‘Türkiye’nin Yıldız Şehirleri’ toplantısından bir gün önce, Aguirre ile ise toplantıdan bir gün sonra buluştuk.
Bağımsız Komisyon bildiğiniz gibi, Türkiye’nin AB nezdindeki bir nevi lobiciliğini yapıyor.
Dolayısıyla üyelerinin tümü AB üyeliğimize yürekten inanıyor.
Rohan örneğin, Avusturya’nın dönem başkanlığını devralmasından önce büyük bir organizasyon peşinde. Viyana’da Avusturya iş dünyasına yönelik bir davet planlıyor.
Ali Babacan’ın da katılmasını arzuladığı davette şu mesaj verilecek:
‘Türkiye’nin AB üyeliği Avusturyalı işadamlarına önemli fırsatlar yaratacak’.
Rohan’ın bu organizasyonda en önemli destekçisi Viyana’da yaşayan bir Türk: Atilla Doğudan.
Doğudan VIP davetlere catering hizmeti veren Do&Co şirketinin sahibi.
En son İstanbul’daki Formula 1’in catering işini üstlenmişti.
Albert Rohan ile sohbette bir şey daha çıkıyor ortaya.
Rohan, Orhan Pamuk’un Kar romanından müthiş etkilenip Kayseri’den Kars’a gidiyormuş.
Avrupa’nın geleceği kadın yöneticilerde mi
TULÛ Gümüştekin, AB konusunu teknik detaylarıyla gerçekten iyi bilen birkaç kişinin başında gelir.
3 Ekim müzakereleri öncesi televizyonlarda ona pek sık rastlamamız bundan.
Merkezi Brüksel’de olan CPS Danışmanlık Şirketi’nin kurucusu Gümüştekin’in bir başka özelliği de Avrupa hukukunu iyi bilmesi.
Bu özelliğinden ötürü, Berlin’de Almanya Federal Cumhuriyeti Başkanı Horst Kohler’in himayesindeki bir konferansa davet edilmiş.
Konferansı düzenleyen Avrupalı kadın yöneticilerin varlığını artırmayı hedefleyen EWMD adındaki bir kuruluş.
Konferansın beş konuşmacısı arasında önemli isimler var.
Avusturya Sağlık ve Kadın Bakanı Maria Rauch-Kallat, Litvanya eski başbakanı Kazimiera Prunskiene gibi.
Konferansta cevap aranan soru şu:
‘Acaba Avrupa daha fazla kadın yöneticiyle daha iyi bir yön alabilir mi?’
Tulû Gümüştekin’e neler konuşacağını sordum.
‘İş hayatındaki kadınların karşılaştıkları hukuki sorunları, sosyal eşitsizliği anlatacağım’ dedi.
Gümüştekin, Türk toplumunda yetişmiş ama Belçika’da iş sahibi olmuş biri olarak kendi örneğinden yola çıkacağını da söyledi.
Hem Türk, hem kadın olarak nasıl bir ayırımcılığa uğradığını ve bunları aşmanın yollarını anlatacakmış.
‘Kadının üzerinden güçlenme’ arayışının içersinde olan Avrupa’da bir Türk kadının da bu konuda söz sahibi olması gerçekten onur verici bir durum.
Chirac’ın İspanyollara ettiği
Bağımsız Komisyon üyelerinden Eski İspanya Dışişleri Bakanı Marcelino Oreja Aguirre anlattı.
Meğer Faransa Cumhurbaşkanı Jaçques Chirac, İspanya 1977 yılında AB ile müzakerelere başladığında dönemin Tarım Bakanı.
İspanyolların üye olmasına şiddetle karşı.
‘İspanya üye olursa topluluk için felaket olur’ diyor.
İspanya’yı ‘buğday tarlasındaki bir ayrıkotu’ olarak tanımlıyor.
Kadere bakın ki, yukarıdaki kamuoyu araştırmasında AB’ye en fazla inanan ülke şimdi İspanya.
Her neyse, İspanya görüşmelere devam ederken 1980’de Fransa yine sesini yükseltmiş:
‘Müzakerelerin hızını keselim’...
Aguirre, müzakereleri başlatan kişi.
Bu yüzden anıları hálá taptaze.
İspanya’nın diktatörlükten sonra topluluğa hemen adapte olmasını ise şöyle izah ediyor: ‘Franco döneminde demokrasi yoktu ama İspanya modern bir ülkeydi. Özgürlüğü yoktu ama ekonomisi, bürokrasisi, altyapısı gelişmişti.’
Yazının Devamını Oku 
6 Eylül 2005
<B>TÜRKİYE’</B>ye gelen <B>‘fütürist’</B>leri yani gelecek bilimcileri can kulağıyla dinleyen bizler nihayet Türk fütüristlerle tanışma fırsatı bulacağız. Zira ‘Türkiye Fütüristler Derneği’ kuruldu.
Dernek, dünyada 80 bine yakın üyesi olan ‘Dünya Fütüristler Derneği’nin uzantısı.
Başkanı ise Alphan Manas.
Manas’a geçmeden önce fütüristler ve fütürizmle ilgili bir iki söz.
Fütüristler, dünyanın gelişimiyle ilgili öngörüde bulunan insanlardır.
Teknolojik gelişmelerden politikaya gelecekle ilgili pek çok konuda tahmin yaparlar, senaryolar ortaya atarlar, alternatifler üretirler.
Tahminler tutar tutmaz o ayrı ama geleceğin ne olabileceği hakkında fikir yürütmek genellikle tartışmalara yol açar.
Tartışmalar da iyi fikir jimnastiğidir.
Uzun lafın kısası, insanları gelecek üzerine düşünmeye sevkettikleri için fütüristlerin topluma katkıları büyüktür.
Bir toplumda ne kadar çok fütürist varsa o kadar fikir çeşitliliği vardır diyebiliriz.
Benim tanıdığım ünlü fütüristler arasında Alfin Toffler, John Naisbitt, Jacques Attali gibi isimler var.
‘Medeniyetler Çatışması’ teorisini ortaya atan Samuel Huntington, bir dönem tarihin sonunun geldiğini iddia eden Francis Fukuyama da fütürist sayılabilir.
Şimdi gelelim bizim Türk fütüristlere.
Dediğim gibi çiçeği burnunda ‘Türkiye Fütüristler Derneği’nin Başkanı Teknoloji Holding’in eş başkanı Alphan Manas.
Derneğin kurucu üyeleri arasında Faruk Eczacıbaşı, POAŞ CEO’su Jan Nahum, İzmirli işadamı ve İsviçre fahri konsolosu Uğur Yüce, Zihni Sinir’in yaratıcısı İrfan Sayar, Ögretim görevlileri Prof. Oğuz Manas ile Prof. Rıfat Sağlam, Kavrakoğlu Danışmanlık’tan İbrahim Kavrakoğlu, Emekli Koramiral Işık Biren, Hürriyet yazarı Yurtsan Atakan gibi isimler var.
‘Türk Fütüristler Derneği’ ilk olağanüstü genel kurulunu önümüzdeki hafta yapıyor.
Alphan Manas ‘Misyon ve vizyonumuzu belirleyeceğiz’ diyor.
Manas, Türkiye’de fikir üretme konusunda hiç de geri olmadığımız kanaatinde.
Ne ki üretilen fikirler genellikle doğru bir yöne kanalize edilemiyor.
Stratejiler üretilemiyor.
‘Türk Fütüristler Derneği’ Türk insanına ait yeni fikrin değerlendirilmesi ve dünyaya ihraç edilmesi için bir çatı görevi görecek.
Alphan Manas’ın inancı bu.
Sanırım bu inancına katılmak gerek.
Çünkü kendisi kısa bir sürede cirosu 100 milyon dolara ulaşmış Teknoloji Holding’in eş başkanı.
DENİZ TAKSİLERİ VE İDDİA OYUNU
Şirket 2005 yılında Ar-Ge’ye 3.5 milyon Euro’luk bir bütçe ayırmış.
Bu madalyonun bir yüzü.
Diğer yüzünde ise Alphan Manas’ın renkli kişiliği var.
Manas, Deniz Taksileri’nin ve Spor Toto’nun ‘İddia’ oyununun mucidi.
İlaçlarda üretim esnasında ‘barkod’ uygulanması, köprü ve otoyollarda otomatik geçiş sistemi projelerinden birkaçı.
Son zamanlarda vaktinin bir bölümünü yenilikçi teknoloji buluşlarına ayırıyor.
Olağanüstü yaratıcı ve heyecanlı yapısı var.
Bir buçuk saatlik bir öğle yemeği sırasında binbir projeden bahseden Alphan Manas’ın adını gelecekte daha çok duyacağız.
Çünkü alternatif enerji kaynakları üzerinde çalışıyor.
Bunlardan bir tanesi de Avrupa’da artık sıkça sözü geçen hidrojen.
Gelecekte ‘hidrojen’ enerjisiyle ilgili bir projeden söz edildiğini duyarsanız bilin ki arkasında Alphan Manas var.
Yazının Devamını Oku 
4 Eylül 2005
Geçenlerde sahilde yürürken kulübeyi göremedim. Avuç kadar bahçesinde bu yıl ilk kez ektiği domatesler, biberler dalındaydı. Köpekleri etraftaydı. Ama kulübe ve kadın yok olmuştu. Plajdaki genç çocuklara sordum... ‘Kulübeyi kaldırdılar, kadını Kayışdağı’nda bir huzurevine götürdüler. Üç metreye üç metre kulübesinde yaşamasına izin vermediler’ dediler.
Yaşlıydı diyemem çünkü çok yaşlı değildi. Yaşı olmayan kadındı da diyemem çünkü yüzünde yaşanmışlığın derin izleri vardı.
Deniz kıyısında, üç metreye üç metre bir kulübede, tek başına mevsimleri devirmenin izleri.
Kulübesi öyle ıssız bir yerde değildi.
Bir zamanlar yalı olmanın keyfini sürmüş evlerin, eski konakların hemen önündeydi.
Daha doğru bir tarif gerekirse, şu ünlü Caddebostan Plajlarının başladığı noktadaydı.
Zaten o da, daha önceleri, belki on yıl önce, o apartmanların bahçesinde yaşıyordu galiba.
SAHİLDE YÜRÜDÜĞÜNÜZDE MERHABASI HEP OLURDU
Denizin hemen dibinde ona, üç metreye üç metre kulübeyi sağlayan Kadıköy Belediyesi olmuştu.
Sahilde yürüyüşe çıktığınızda o hep oradaydı.
Rengi kaçmış sarı saçları, içki ve güneşten kızarmış yüzüyle mutlaka ‘merhaba’sını atardı.
Birkaç anlamı vardı ‘merhaba’sının.
Kedi ve köpekleri için mama talebi, kendisi için giyecek, belki de para talebi.
Biraz sohbet.
Biraz çevredekileri çekiştirme.
Sabahın erken saatleri, üç metreye üç metre kulübesinin önünü süpürdüğü, bir bahçeden su taşıdığı, çiçeklerini suladığı saatlerdi.
Öğleden sonra kimi zamanlar karşınıza güneş gözlükleri ve sahte kürküyle köpeklerinden birini gezdirirken çıkıverirdi.
Onu öyle karşınızda gördüğünüzde herhangi biri gibi gelirdi.
Evli barklı, köpeğini gezmeye çıkartmış biri.
Gün batımında, kulübesinin önündeki masada mutlaka birkaç kişi olurdu.
İçki saatini paylaşanlar.
Gece çöktüğünde kulübesinin oralarda olmayı pek sevmezdim.
Kafasının dumanlı olduğu, gelip geçenlere laf attığı saatlerdi çünkü.
FENERBAHÇE BURNU’NDA İKİ ÇOCUĞUYLA BİR ARABADA
Uzun lafın kısası o hep oradaydı.
İsmini bilmediğim, yaşını bilmediğim kadın.
Hayat, onu nasıl bu kulübeye sürüklemişti hep merak ederdim.
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ten; yıllar, uzun yıllar önce Fenerbahçe Burnu’nda bir arabada yaşadığını, iki çocuğunun olduğunu duymuştum.
Çocuklarına sonradan birileri sahip çıkmış.
Doğru mu, değil mi?
Bilmiyorum.
Bir ara, kendisi gibi yarı berduş biriyle yaşadığı ama adamın gözünün önünde denizde boğulduğu konuşuldu.
KÖPEKLERİ ETRAFTAYDI AMA KENDİ YOKTU
Geçenlerde sahilde yürürken kulübeyi göremedim.
Avuç kadar bahçesinde bu yıl ilk kez ektiği domatesler, biberler dalındaydı.
Köpekleri etraftaydı.
Ama kulübe ve kadın yok olmuştu.
Plajdaki genç çocuklara sordum...
‘Kulübeyi kaldırdılar, kadını Kayışdağı’nda bir huzurevine götürdüler. Üç metreye üç metre kulübesinde yaşamasına izin vermediler’ dediler.
‘Kim’ diye sordum.
‘Büyükşehir Belediyesi’ dediler.
Anlaşılan Caddebostan Plajlarının kurbanı olmuştu.
Köpeklerine genç çocuklar bakıyordu.
‘O, orada duramaz... Kaçar gelir buraya’ dediler.
‘İnşallah öyle olur’ dedim.
Önemli düzeltme:
Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış. Bir de aklını karıştırırmış. Geçen haftaki ‘Ayna ayna söyle bana, kim daha zengin’ yazımda korktuğum başıma geldi. Milyonlar, milyarlar birbirine karıştı. Dünyadaki zengin sayısı şöyle: 8 milyon dolar milyoneri. Bunların toplam serveti ise 31.000 trilyon dolar.
Yazının Devamını Oku 
2 Eylül 2005
<B>YUKARIDAKİ </B>başlık Fransız <B>Le Point </B>Dergisi’nin son sayısından. Derginin muhabirlerinden Olivier Weber Konya’ya gitmiş.
Üç sayfalık bir inceleme yazısı yazmış.
Şöyle diyor yazısının girişinde:
‘Mevláná’nın şehri aynı zamanda Başbakan Erdoğan’a yakın İslamcı işadamlarının laboratuvarı gibi...’
Konya, dergiye göre çelişkilerin şehri.
Hem Mevláná’nın izinden gidenler şehri.
Hem İslamcı iş çevrelerinin kalesi.
Yazıda, Konya Belediye Başkanı Tahir Akyürek’in avukatlık yaptığı dönemde Atatürk’ün portresini asmayı reddettiği ayrıntısı dahi var.
Akyürek, ‘yeşil sermaye’ holdingleri sayesinde Konya’nın ‘Tayvan gibi olacağı’ iddiasında.
40 bin hissedarlı Kombassan’ın Kompen Şirketi’nin 2004 yılı cirosu 30 milyon Euro.
Kompen’in başındaki Ahmet Şan, Almanya’da Siemens’te çalışırken 1996 yılında Konya’ya dönmüş.
Konyaspor Başkanı aynı zamanda.
Olivier Weber’e ‘İyi Müslümanlar yatırımlarını sizde değerlendirmek istiyorlar’ diyor.
Konya Ticaret Odası Başkanı Hüseyin Üzülmez iddialı.
‘Anadolu Kaplanları ve Müslüman bankalar sayesinde Konya İstanbul’un önüne geçerek Türkiye’nin bir numaralı sanayi şehri olacak...’
Le Point dergisinin yorumuna gelince...
Dergiye göre, Konya hoşgörülü sufi geleneğiyle siyasi İslam arasında bocalıyor.
Bunun nedeni, hem Müslüman moderniteyi, hem muhafazakarlığı yanyana barındırması.
Bir anlamda bu Türkiye’nin bugünkü imajı.
Demokrasiyle İslam arasında ‘tuhaf bir Anadolu evliliği’.
Derginin tanımlaması böyle.
Konya eskiden Avrupa basınında Mevláná’nın şehri diye anılırdı.
Şimdi ‘Yeşil Sermaye Başkenti’ olarak adı geçiyor.
‘Yeşil Sermaye’ Mevláná’nın önüne geçmiş.
Geçen ocak ayında İstanbul’da Konya’nın imajıyla ilgili bir toplantıya katılmıştım.
Şehrin imajının nasıl olması gerektiği tartışılmıştı.
Konya’nın ‘yeşil sermaye’yle özdeşleştirilmekten kurtulması gerektiğine karar verilmişti.
Belli ki bu imajın değişmesi pek zor.
Dora Bakoyannis, Beyoğlulu çocukları ağırladı
ATİNA Belediye Başkanı Dora Bakoyannis bir İstanbul aşığı.
Fırsat buldukça soluğu burada aldığı sır değil.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ile arası iyi.
Dolayısıyla Beyoğlu Belediyesi’ne bağlı ‘Beyoğlu Yerel-Sivil Güçbirliği’ Merkezi’nin ‘öğrenci değişim’ projesinde partner olmayı gözü kapalı kabul etmiş.
Projeyi Demircan’ın danışmanı Yasemin Çetin’den dinledim.
Beyoğlu’ndaki okullarda okuyan çocuklar iki yıldan beri bir ‘değişim programı’ başlatmış.
Yurtdışına öğrenci gönderip, İzmit’teki yaz kampında yabancı öğrenci ağırlıyor.
Bu yıl da Tunus, Brüksel, Atina ve Selanik’e 140 öğrenci gitmiş.
Beyoğlu’nda yaklaşık 35 bin öğrenci varmış.
Çoğu alt gelir grubuna ait ailelerin çocukları.
‘Değişim programı’yla dünyaya açılmak, değişik kültürleri tanımak gibi inanılmaz bir fırsat geçiyor ellerine.
Pasaport, vize gibi şeylerle ‘Beyoğlu Yerel-Sivil Güçbirliği Merkezi’ ilgileniyor.
Merkezin Beyoğlu’ndaki sivil toplum kuruluşları, konsolosluklarla sürekli ilişkide olması en fazla çocukların işine yaramış.
Çünkü onlar için proje üzerine proje üretiliyor.
Geçen hafta sonu Beyoğlu Belediye Başkanı Atina’daymış.
Dora Bakoyannis ile hem ‘değişim programı’nı, hem yeni projeleri konuşmuşlar.
Beyoğlu Belediyesi ile Atina Belediyesi’nin AB fonlarından yararlanarak ortak bir gençlik projesi çalışmaları var.
Kişisel ilişkileri sıcak tutmanın yararları bunlar.
Yazının Devamını Oku 
30 Ağustos 2005
<B>AMERİKAN Şirketler Derneği </B>(American Business Forum in Turkey-2004 yılının Ocak ayında kurulmuş. Henüz çiçeği burnunda bir dernek olmasına rağmen önemli bir projeye girişmiş.
Projenin bir ucunda İstanbul var.
Diğer ucunda ise New York.
Mutlaka duymuşsunuzdur.
İstanbul ile New York sıkça birbirleriyle karşılaştırılır.
İki şehrin enerjileri benzeşir.
Geçen sabah buluştuğum, Amerikan Şirketler Derneği Başkanı Halim Neyzi ve genç ekibinin iki şehir için geliştirdikleri projenin adı ‘İstanbul-New York İş Ortaklığı Projesi’...
Beş yıllık projenin esası İstanbul ile New York arasında belediyeler, ticaret odaları, sivil toplum örgütleri, özel sektör işbirliğini güçlendirmek.
Projenin üçüncü ya da dördüncü yılında İstanbul ile New York’un kardeş şehir ilan edilmeleri ihtimali var.
‘İstanbul-New York İş Ortaklığı Projesi’nin New York ayağından Süeda Sönmez sorumlu.
Sönmez 25 yıldır Manhattan’lı.
New York iş dünyasını yakından tanıyor.
Birkaç günlüğüne İstanbul’a gelen Süeda Sönmez, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a projeyi anlatmış.
Önümüzdeki günlerde Topbaş New York yolcusu.
Manhattan Ticaret Odası’nın 11 Eylül günü Manhattan’da düzenlediği festivale katılacak.
Festival dolayısıyla Amerikan Şirketler Derneği’nin Türk-Amerikan Ticaret ve Sanayi Odası ile birlikte bir organizasyonu var.
‘Türkiye Sizi Ağırlıyor’ adındaki organizasyonda küçük çaplı bir ‘Kapalıçarşı’ düzenlemesi yapılacak.
New York’ta yaşayan genç Türk sanatçılarının, tasarımcılarının eserlerine yer verilecek
Bu organizasyon yukarıda sözünü ettiğim projenin turizme yönelik boyutu sayılabilir.
Yine önümüzdeki aylarda finans boyutuyla ilgili bir faaliyet var.
New York’lu gayrimenkul yatırım fon yöneticilerine yönelik bir toplantı.
Toplantıda İstanbul’daki gayrimenkul fırsatları anlatılacak.
İstanbul-New York yakınlaşması yakından izlenmesi gereken önemli bir gelişme.
Rixos, Donald Trump ile ortak mı
DÜN şöyle bir e-posta geldi:
‘Rixos Otel İnşaatı, Sembol İnşaat Çalışanları Mağdur’...
Aynı e-posta uzun bir gazeteci listesine gönderilmiş.
Gönderenler, Belek’teki Rixos Oteli’nin inşaatında çalışan teknik personel.
İddia şu:
8 ay boyunca günde 8 saat yerine 16 saat çalışan teknik personele hak ettiği ücret ödenmemiş.
Yani 8 saat alacakları var.
Otelin açılışının üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen, Rixos otellerinin kurucusu Fettah Tamince’nin ortağı olduğu Sembol İnşaat parayı ödemiyormuş.
Gerekçe ise şirkette para olmadığı.
E-posta’yı gönderenler özetle diyor ki:
‘Bu otel Sayın Fettah Tamince’nin tabiriyle dünyanın sayılı lüks otelleri arasında. 150 milyon dolarlık yatırım yapılmış, günlük oda ücreti 400 ila 1000 dolar arasında. Ama hak ettiğimiz para bugüne kadar ödenmedi’...
İddia doğru mu bilemem...
Ama internette dolaşan e-posta böyle.
Bu arada, son günlerde turizm yatırımları ve ihaleler nedeniyle adını sıkça duyduğumuz Fettah Tamince’nin ta ABD’ye kadar uzandığını öğrendim.
Hatta Amerikalı ünlü işadamı, ‘gayrimenkul kralı’ Donald Trump ile Florida’da ortak.
Nasıl mı?
Türkiye’de birçok işte ortaklık yaptığı, Türk vatandaşı Kazakistanlı işadamı Tevfik Arif aracılığıyla.
Tevfik Arif uzun süredir ABD’de yaşıyor.
ABD’deki şirketinin adı Bayrock.
Bayrock Grubu, Donald Trump ve Roy Stillman adındaki üçüncü bir yatırımcı ile birlikte geçen ay Florida’da, Fort Lauderdale’de ‘condominium-otel’ inşaatına başlamış.
‘Trump International Hotel ve Kule’nin inşaatı 2007 yılında tamamlanacak.
Güney Florida’nın en lüks ‘condominium-otel’inde fiyatlar 500 bin dolar ile 3 milyon dolar arasında.
İşin bizi ilgilendiren kısmı, Fettah Tamince’nin de Tevfik Arif ile birlikte Fort Lauderdale’deki lüks inşaata ortak olması.
Her şey iyi güzel de...
Türkiye’de en fazla konuşulan ihalelere giren, Florida’da emlak piyasasının efsanevi ismi Trump ile ortaklık yapan birinin işçilerinin sosyal haklarını gözardı etmesi mümkün mü?
Yazının Devamını Oku 