22 Temmuz 2005
<B>‘DİKİŞSİZ GİYİM’ </B>diye bir şeyin olduğunu biliyor muydunuz?<br><br>Geçtiğimiz kış aylarında yemekli bir davette yanyana düştüğümüz <B>Atateks </B>Şirketi’nin CEO’su <B>İhsan Arslan </B>anlatmasaydı haberim olmayacaktı. ‘Dikişsiz giyim’ adından da anlaşılabileceği gibi yanlarında dikiş olmayan giysiler demek.
Tekstil dünyasının son trendlerinden biri.
Önceki gün Atateks’in Çorlu’daki fabrikasını gezerken gördüğüm tekstil makinelerinden, ‘gipe’ denen özel bir iplikle dokunmuş, bir çorap gibi dikişsiz ürünler çıkıyor.
Bunlardan bluz, pantolon, iç çamaşır imal etmek mümkün.
Atateks, İtalya’nın başlattığı bu ‘dikişsiz giyim’ trendinde hem Türkiye’de, hem dünyada önemli bir konumda.
Türkiye’de iç giyimde ‘Morera’ markasıyla pazarın yüzde 80’ine sahip.
Üretiminin yüzde 60’ını ise 25 ülkeye ihraç ediyor.
Peki bu tip giysilerin faziletleri nedir?
İhsan Arslan sayıyor:
Bedeni sıkmaz, iz bırakmaz, bakımı kolay, ütü istemez, antibakteriyel özelliği nedeniyle hijyeniktir.
Bir ürün için gerçekten önemli özellikler.
Atateks 15 yıllık bir firma.
Ancak tekstil sektöründe ilk 15 firmanın arasında.
Peki sivrilmeyi nasıl başarmış?
Şirketin kurucusu İhsan Arslan tekstilci bir aileden gelmiyor.
Tekstili İngiltere’de, Leeds Üniversitesi’nde öğrenmiş.
Başarısının gerisinde yatan önemli iki faktör ‘teknoloji’ ve ‘yenilikçilik’.
Atateks, AR-GE’ye cirosunun yüzde 3’ünü ayırıyor.
AR-GE bölümünde 40 kişi çalıştırıyor.
Müşterilerden gelen talepler üzerine ‘dikişsiz ürün’ler üzerinde araştırmalar yapılıyor.
Mesela, Amerikalı bir müşteri, iletken özelliği olan ‘gümüş ipliklerin’ bu ürüne uygulanmasını istemiş.
Atates’in AR-GE’cileri şimdi bunun üzerinde çalışıyor.
Shell’in yan kuruluşlarından olan Dow Chemical ile iplik üzerinde ortak bir çalışma da devam ediyor.
‘Dikişsiz mayo’, ‘güneş yanığı izi bırakmayan mayo’ ‘dikişsiz blucin’ de gündemde olan şeyler.
Atateks’in ‘yaratıcı direktörü’ Cengiz Değerli, ‘Siz İhsan Bey’e bakmayın... O çok mütevazıdır... Şirket dünya standartlarında başarılara imza atmış durumda’ diyor.
İhsan Arslan’a elbet ki yeri gelmişken Çin rekabetini de soruyorum.
‘Çin ile rekabet etmeyeceksiniz’ diye ilginç bir cevap veriyor ve şöyle devam ediyor:
‘Rekabet yerine Çin’i aşmanın yollarını arayacaksınız. Hız ve teknoloji bu yollardan bazıları’...
Arslan’ın bu sözleri, iki hafta önce Torino’da İtalyanlardan duyduğum sözlerin hemen hemen aynısı.
Çağımızın Rönesans Adamı Stefanos Yerasimos
ÇOCUKLUĞUMUN Büyükadası’nda komşu evlerde oturduğumuz Stefanos Yerasimos’a hep bir ‘Rönesans Adamı’ gözüyle baktım nedense...
Üç gün önce beklenmedik bir şekilde Paris’te yaşamını yitiren Yerasimos mimardı, şehirciydi, tarihçiydi, araştırmacıydı, bir yanıyla da feylesoftu.
Bilimsellikle bilgeliği dozunda harmanlamayı başarmış biriydi.
1999 yılında, İstanbul’da Anadolu Enstitüsü’nün başında iken onunla Bizans’ı tartıştığımız bir röportaj sırasında şöyle demişti.
‘Geçmişe ait üst üste gelen şeyler var. Müslümanlığın altında Hıristiyan Bizans varsa onun altında da pagan bir Bizans var. Böyle katmanların üzerinde yaşıyorsak bunlara alışmalıyız. Ancak insanlar sanki geçmişe endişeli bakıyor. Endişe yerine merak ve dikkatle bakmamız gerekiyor’...
Stefanos Yerasimos ile en son üç hafta önce karşılaştım.
İstanbul Müzik Festivali sırasında, Aya İrini’de.
17. yüzyılda Osmanlı ve Avrupa Sarayları’ndaki müzikle ilgili konserin sunuşunu o yapmıştı.
Zira konserin gerçekleşmesinde de önemli payı vardı.
Öyleydi Stefanos Yerasimos.
Türkiye’yle, İstanbul ile ilgili her türlü sanat, kültür olayının arkasından çıkıverirdi.
Şimdi büyük bir hızla ilerlemekle olan Balat-Fener projesinin de mimarlarındandı.
Projeye destek veren Unesco’nun danışmanlarındandı.
Stefanos Yerasimos’un ölümü hepimiz için büyük bir kayıp.
Özellikle de büyük bir tutkuyla bağlı olduğu ‘kanatlarının altındaki’ İstanbul için.
Ürdün’de Çinlilerle komşuluk
ATATEKS bir süreden beri üretiminin bir bölümünü Ürdün’e kaydırmış.
Amman yakınlarındaki QİZ yani ‘Nitelikli Endüstriyel Bölgede’ faaliyet gösteriyor.
Aylık kapasitesi 2 milyon adet ‘dikişsiz ürün’ olan Atateks’in imalatının artık yüzde 10’u Ürdün’de.
Nedeni elbet ucuz işçilik.
İhsan Arslan’a göre, Ürdün’de işçilik Türkiye’nin dörtte biri kadar.
Yani burada 800 ila 1000 dolar alan işçi orada 150 ila 200 dolar alıyor.
Arslan Ürdün’de nasıl iş yaptıklarını anlatırken ilginç bir noktaya değiniyor.
QİZ’de Çinlilerle komşu olmuşlar.
‘Endüstriyel bölgede bildiğim kadarıyla en az iki Çinli şirket var. ABD’ye mal satmak için işin kolayını bulmuşlar’ diyor.
Dünyanın neresine giderseniz gidin mutlaka bir Çinli karşınıza çıkacak.
Yazının Devamını Oku 
19 Temmuz 2005
<B>VAN</B>’a ilk ziyaretim 2004 yılının, ekim ayındaydı.<br><br>Ziyaret nedeni,<B> Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Danone </B>ve <B>Milli Eğitim Bakanlığı</B>’nın birlikte başlattığı <B>‘okul öncesi eğitim’ </B>ile ilgili kampanyaydı. Vanlı Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bizzat katılmıştı Mustafa Necati Okulu’nda açılan anasınıfının törenine.
İşte bu Van ziyaretinde, ‘Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ Rektörü Profesör Dr. Yücel Aşkın ile eşi Doç. Dr. Oya Aşkın’ın konukları olmuştuk.
Rektörün Azerbaycan’da olduğu sırada, 13 saat boyunca didik didik aranan kampustaki lojmanda unutulmaz birkaç saat geçirmiştik.
Aşkın çifti, yıllardan beri biriktirdikleri tarihi eserlerle, aile yadigarlarıyla ve Türk ressamlarının tablolarıyla lojmana bir müze havası vermeyi becermişti.
Herkese göstermekten, neyin ne olduğunu anlatmaktan keyif aldıkları küçük bir müze.
Lojmanda gezintimiz uzun sürmüştü.
Her tarihi eser, her obje, her tablo hakkında söylenecek o kadar çok şey vardı ki.
Van’ın eski, köklü bir ailesine mensup olan Doç. Dr. Oya Aşkın eski Van fotograflarını ortaya çıkarınca sohbet daha da koyulaşmıştı.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki müze-lojmanın kapısı herkese açıktı.
Üniversitedeki öğretim görevlilerine, öğrencilere.
Tarihle, sanatla ilgilenen herkese.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş olan, çoğunlukla yoksul öğrencilere Aşkın çiftinin nasıl ufuklar açtığını tahmin edebilirsiniz.
Bir zamanlar ‘gericilerin kalesi’ olarak bilinen üniversiteyle ilgili duyduklarım da şaşırmıştı beni.
Türkiye’nin tek böcek bilimcisi Profesör Ahmet Koçak ve en önemli halk bilimcilerinden Profesör İlhan Başgöz burada görevliydi.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Güney Afrika’dan Fransa’ya sayısız ülke üniversitesiyle faal ilişki içerisindeydi.
Hatta bizim orada olduğumuz günlerde Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi CNRS’in konferansı vardı.
Üniversite, adam başına düşen bilimsel makale yayını bakımından, ülkemizdeki 70’e yakın üniversite arasından 27. sıraya yükselmişti.
Dün arşive baktım.
2004 yılı, ekim ayında ‘Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni yakından izleyelim’ diye yazmışım.
Meğer, ‘yakından izleyenler’ rektörü sindirmeye uğraşanlarmış.
Fransa’da patronların patronu bir kadın
FRANSIZ TÜSİAD’ı MEDEF geçenlerde seçimini yaptı.
Tarihinde ilk kez başkanlığına bir kadın getirdi.
45 yaşındaki Laurence Parisot.
MEDEF için kadın başkan neredeyse ‘devrim’ niteliğinde bir olay.
Parisot hem İFOP Araştırma Şirketi’nin, hem bir mobilya şirketinin başında.
Michelin, Eurodisney ve Havas gibi büyük şirketlerin yönetim kurullarında.
Ernest-Antoine Seilliere’in yerine gelen Parisot’ya en büyük destek verenler arasında BNP Paribas’nın patronu Michel Pebereau de var.
Peki Parisot MEDEF’te ne yapmak istiyor?
Şimdilik iki hedefi varmış:
MEDEF’i daha ‘açık’ bir kuruma dönüştürmek ve çalışma yasasında reform.
Bir meslektaştan yararlı bir kitap
GAZETECİ-yazar Azer Bortaçina’nın son kitabı ‘Cömert Toprakların Masalı-Doğu Anadolu’.
Bortaçina geçtiğimiz yaz aylarında Doğu Anadolu’da yaklaşık 10 bin kilometre katetmiş.
Not almış, fotoğraflar çekmiş, insanlarla konuşmuş.
Ortaya çıkan 600 sayfalık kitap, mükemmel bir Doğu Anadolu gezi rehberi niteliğinde.
Aynen Bortaçina’nın iki baskı yapan ‘Güneydoğu Anadolu’ kitabı gibi.
Yazının Devamını Oku 
17 Temmuz 2005
Celsus Kütüphanesi, Efes’in ortalık yerinde ışıltılar saçan bir yakut gibi. Yakut diyorum zira, bembeyaz sütunlarını aydınlatan ışık şarap kırmızısı. Alt-Wiener Octett orkestrası çalarken elbet ki ağustos böcekleri susmuyor. Elbet ki, kekik kokusu zaman zaman bize kadar ulaşıyor. Elbet ki, Efes’in sahipsiz kedileri ayaklarımızın altında dolanıyor. DAHA önce dikkatimi çekmemişti.
20 YTL’lik banknotların arka yüzlerinde görünen tarihi yapı Efes’teki Celsus Kütüphanesi.
Milattan sonra 110 yılında Gaius Julius Aquila adındaki bir konsül, babası Gaius Celsus Polemaeanus adına yaptırmış.
Hem kütüphane, hem mezar.
Baba Celsus’un mermer lahdi günümüzde kütüphanenin altında olduğu gibi duruyor.
12 bin kitap yani parşömen rulo alacak kapasitede olan Celsus Kütüphanesi, antik çağların en ünlü kütüphanelerinden...
İskenderiye ve Afrodisias kütüphaneleri gibi.
EFES’E VARMADAN SELÇUK’TA MOLA
19. İzmir Festivali nedeniyle Efes’te Siemens’in sponsorluğunda yapılan konser nedeniyle yıllar sonra tekrar Celsus Kütüphanesi’yle buluşuyorum.
Onu son gördüğümde henüz tam ayağa kalkmamıştı.
Şimdi önümde tüm ihtişamıyla duruyor.
Celsus Kütüphanesi’ndeki konsere döneceğim ama önce dilerseniz yolda gördüklerimle ilgili bir iki söz.
Efes’e gitmeden önce Selçuk’ta mola veriyoruz.
Niyetimiz konser öncesi yörenin ünlü ‘çöp şişleri’ni tatmak.
Yolda gördüğümüz ‘çöp şiş’ lokantaları gözümüze pek hoş gelmediğinden Selçuk’un içerisinde bir yer arayışındayız.
‘Karameşe’ Lokantası’nın ‘çöp şişi’ mükemmel olmasa da yeşillikler içerisindeki ortamı huzurlu.
Tepedeki Selçuk Kalesi daha iyi görülsün diye lokantanın bir iki yerine tahtvari yüksek oturma yerleri yapılmış.
Bir tahtın üzerinde Fransız bir aile elindeki kitaptan ‘çöp şiş’ ile ‘gözleme’ bulmacasını çözmeye uğraşıyor.
Selçuk turist kaynıyor.
Efes’teki Celsus Kütüphanesi’ndeki konser de öyle.
AVUSTURYA ORKESTRASI VE AĞUSTOS BÖCEKLERİ
Dinleyicilerin çoğu turist.
Sahnedeki orkestra Avusturya’dan gelmiş olan Alt-Wiener Octett Orkestrası.
Celsus Kütüphanesi, Efes’in ortalık yerinde ışıltılar saçan bir yakut gibi.
Yakut diyorum zira, bembeyaz sütunlarını aydınlatan ışık şarap kırmızısı.
Alt-Wiener Octett orkestrası çalarken elbet ki ağustos böcekleri susmuyor.
Elbet ki, kekik kokusu zaman zaman bize kadar ulaşıyor.
Elbet ki, Efes’in sahipsiz kedileri ayaklarımızın altında dolanıyor.
Konserin ikinci yarısında küçük bir sürpriz.
Celsus Kütüphanesi artık bir yakut değil.
Efes’in 20 yıllık elektrik sistemi çökmüş, jeneratör devreden çıkmış.
Celsus Kütüphanesi şimdi karanlık geceyi aydınlatan bir elmas.
Şef Alfred Pfleger ‘elektrik kesildi’ yolundaki uyarıyı elindeki bageti sallayarak yanıtlıyor.
‘Ziyanı yok elektrik yoksa müzik var...’
Şükür, notaları aydınlatan küçük ışıklar yerinde.
AYDINLATMA İÇİN TÜRSAB DEVREDE
Efes’in aydınlatılması meselesini daha sonra çözüyorum.
Meğer TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği) ne zamandır antik şehrin aydınlatılması işini üstlenmek için devrede.
Ancak hem Avusturya kazı ekibini, hem Anıtlar Kurulu’nu ikna etmek zorunda.
TÜRSAB’ın hazırladığı aydınlatma projesi üç kez Avusturya kazı ekibi tarafından geri çevrilmiş.
Kazı ekibi haklı olarak titizleniyor.
Antik şehrin aydınlatılması güvenlik açısından hassas bir konu.
Ama TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy iyimser.
‘Ağustos sonuna kadar pırıl pırıl bir Efes göreceksiniz’ diyor.
Bakalım...
Doğrusunu isterseniz Celsus Kütüphanesi hem yakut hem elmas haliyle muhteşemdi.
Yazının Devamını Oku 
15 Temmuz 2005
<B>İTALYA</B>’nın zengin kuzeyi Piemonte izlenimlerine kaldığımız yerden devam.<br><br>Otomotivin yüreği Torino’dan kuzeye doğru çıkıyoruz. Biella tekstilin ve özellikle iç çamaşır sektörünün merkezi.
Bu şehir meğer bir dönem Türklere ambargo koymuş.
Zira buradan numune alanlar Türkiye’ye döndüklerinde hemen malı kopya edip piyasaya sürüyormuş.
Hatta Türkiye’de kopya edilen malların İtalya’ya ihraç edildiği bile görülmüş.
İtalyanların şaşkınlığını bir düşünün...
Şükür ki Türkiye İtalya’da sadece ‘kopyacılık’la anılmıyor.
Birçok araba tasarım şirketinden, araba parçası üreticilerinden Türkiye’nin Polonya ile birlikte ‘araba üretim üssü’ olarak anıldığını duyduk.
Türkiye’den, İstanbul’dan sevgiyle söz edenleri de duyduk.
Bunlardan biri 45 yıllık ‘Cavanna’ bisküvi ve çikolata ambalaj şirketinin sahibi Mario Cavanna.
Şirketini 1960’larda kurmuş.
Hem de buluşunu yaptığı bir ambalaj makinesinin parasıyla.
Mario Cavanna’nın Türkiye anılarına gelince...
1970’li yıllarda Türkiye’de Arı Bisküvi ile çalışmış.
Arşivinden, 1974’te Arı Bisküvi’ye sattığı 31 bin dolarlık malın faturasını çıkartıp önümüze koymaz mı?
O yıllarda Arı Bisküvi’nin sahiplerinden Yılmaz Akar ile sıkı bir dostluk kurmuş.
Bir İstanbul gezisinde, bavulunun kaybolduğunu, Boğaz’daki tekne turuna Akar ailesinin giysileriyle katıldığını anlatıyor.
Cavanna’nın, Türkiye’de şimdiki müşterileri arasında Eti, Ülker, Şölen, Unilever gibi isimler var.
Cavanna, Bosch’un satın aldığı İsviçre ambalaj firması Sig’in arkasından Avrupa’nın iki numarası.
Dünyanın devleriyle yarıştığı fuarlarda kendisini ‘aile şirketi’ olarak lanse ediyor.
Zira şirketi kızı ve oğluyla yönetiyor.
Cavanna cirosunun yüzde 3’ünü Ar-Ge’ye ayırıyor.
İtalya’nın teknolojiye nasıl yatırım yaptığının en güzel örneği bu şirket.
Bizimle tanıştırdığı gencecik bir mühendis, fırından çıkan bisküvileri ambalajlayan ve ardından büyük kutulara yerleştiren bir robot bulmuş.
Çin’in ucuz insan gücüne karşı robotlar.
Hem ekonomik, hem sofistike ürünler.
Verimlilik ve hız.
Cavanna’nın dolayısıyla İtalya’nın Çin tehdidine karşı vizyonu böyle.
Kuyumcu dükkánı olmayan ‘altın şehir’
BİR şehir düşünün ki, evlerinin çoğu atölye.
Hem de mücevher atölyesi.
Piemonte ile Lombardiya sınırındaki Valenza işte böyle bir şehir.
Şehre girdiğinizde herhangi bir kuyumcu dükkánı yok.
Ama 1200 kuyumcu atölyesi var.
Şehirde 10 bin kişi geçimini bu sektörden sağlıyor.
Atölyelerin bağlı olduğu ‘Valenza Kuyumcular Birliği’ Başkanı Germano Buzzi anlatıyor.
Valenza’da 19. yüzyılın başında sipariş üzerine çalışan kuyumcu dükkánları var.
Fazla değil birkaç tane.
Günün birinde bunlardan birinin yolu Paris’e düşmüş.
Mücevherlerin sipariş üzerine değil, dükkanlarda satılmak üzere yapıldığını fark etmiş...
Valenza’ya döner dönmez bir şirket kurmuş ve mücevher üretimini başlatmış.
Bir süre sonra şirketi batınca yanında çalışanların her biri kendi atölyelerini kurmuş.
Buzzi’nın anlattığına göre ‘altın şehir’in öyküsü böyle.
Günümüze dönersek, altın ve kıymetli taşlarla çalışan atölyelerin bazıları Bulgari, Cartier, Chopard gibi markalara sipariş üzerine hizmet veriyor.
Kendi markalarıyla üretenler de var.
Bu arada, kişi başına mücevher için en çok para harcayanların İtalyanlar olduğunu öğrendik.
Valenza’da üretilen mücevherler ABD, Japonya, Rusya ve Arap ülkelerine satılıyor.
Peki bu ‘altın şehir’de hiç hırsızlık yok mu?
Atölyeler soyulmuyor mu diye merak ettim.
İnanmayacaksınız ama hiç hırsızlık yokmuş.
Agnelli Müzesi Fiat’ın ilk fabrikasında
TORINO son yıllarda sanata ve kültüre ağırlık vermiş.
Avrupa’nın en önemli sinema müzesi burada.
Daha eskilere dayanan Mısır Müzesi de Kahire Müzesi’nden sonra dünyada ikinci.
Fiat’ın Torino’daki ilk araba fabrikasındaki ‘Giovanni ve Marella Agnelli Müzesi’ni gezme fırsatını bulduk.
Müzeden ziyade sanat galerisi demek daha doğru. Eski fabrikanın en üst katına sonradan kondurulmuş son derece modern iki kata yayılmış galeri.
Agnelli’lerin koleksiyonunda Henri Matisse, Picasso gibi ressamların yanı sıra önemli İtalyan ressamların da eserleri var.
Yazının Devamını Oku 
12 Temmuz 2005
<B>İTALYA</B>’nın zengin bölgesi<B> Piemonte’</B>deyim birkaç gündür.<br><br><B>Piemonte, </B>İtalya’nın siyasi birliğini sağlamış, Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirmiş. ABD ve Rusya’dan sonra uzaya ilk uyduyu göndermiş.
Radyo, televizyon, sinemayı ilk geliştiren olmuş.
Özetle, İtalya’nın ‘ilk’leri deyince, kişi başına milli geliri Avrupa ortalamasının yüzde 20 üzerinde olan Piemonte akla geliyor.
Bu ‘ilk’lerden biri de kuşkusuz otomotiv sektörü.
İtalyanlar için araba demek, Piemonte’nin en önemli şehri Torino ve Fiat demek.
İtalya’nın eski başkenti Torino, tarihi boyunca İtalyan ordusunun araçlarına hizmet verdiği için 19. yüzyıldan beri, yani en başından beri otomotiv sanayinin içinde.
ABD’de Detroit neyse, İtalya’da da Torino o.
Ne zaman ki, Fiat krize girdi, ne zaman ki artık ‘21. yüzyılın büyük oyuncuları’ arasında yer alamayacağı anlaşıldı Torino yeni arayışlara girdi.
İşte bu araşıylardan bir tanesi de Torino Ticaret Odası’nın, Piemonte Odalar Birliği’nin desteğiyle başlattığı ‘Konsepten Arabaya’ projesi.
Piemonte Odalar Birliği danışmanlarından Galatasaraylı Uygar Arıca’nın daveti üzerine yollara düşen bendeniz beş gün boyunca hem bu projeyi, hem Piemonte’nin otomotiv’in dışındaki endüstrilerini, hem de Torino’nun Fiat sonrası ‘yeni yüzünü’ inceleme fırsatı buldum.
Önce ‘Konsepten Arabaya’ projesini özetliyeyim.
Piemonte’nin otomotiv sektörü 75 bin kişinin çalıştığı, 10 milyar Euro cirosu olan bir sektör. Fiat’ın krize girmesi, yan sanayinin de krize girmesine yolaçabileceği için ‘Konsepten Arabaya’ Projesi bu sektörde faaliyet gösteren KOBİ’lerin yurtdışına açılmasını öngörüyor.
Projeye Avrupa Birliği de destek...
Peki Fiat krizi, yıllardan beri bu dev şirkete hizmet veren tasarım ve mühendislik şirketlerini nasıl etkiledi?
Dediğim gibi beş gün boyunca günde en az üç tane olmak üzere çeşitli otomotiv, yan sanayi şirketlerini gezdim.
Anladığım şu:
‘Fiat krizi dünyanın sonu değil’...
Şirketlerin çoğuna, Çin, Hindistan ve Güney Amerika yeni açılımlar sağlamış..
Çinliler, araba tasarımı ve teknoloji satın alıyor
TORİNO’da araba tasırımı ve mühendisliği deyince akla gelen beş isim var:
Bertone, Stola, Idea Institute, Italdesign ve Pininfarina.
Bunlardan bazıları araba üretimi de yapıyor.
İlk üçünü gezme fırsatını buldum.
Hepsi müşterilerinin isimleri konusunda son derece titiz.
Asla sır vermiyorlar.
Zira, kimi zaman dünyanın en önemli araba markalarının, en önemli modelleri buralarda çizilmiş.
Düşünün ki, dünyada dolaşan 100 milyon araba Torino tasarımlı.
Bu saydığım şirketler arasında en genci olanı Idea Institute’un şimdi çalıştkığı müşteri portföyünün yüzde 40’ı Çinli.
Çinlilerin dünyada satın aldıkları belki tek şey ‘araba tasarımı ve mühendisliği’.
Idea Institute, dünyanın çeşitli yerlerinden Japonya, Kore, Arjantin gibi gelmiş olan ve İtalya’da tasarım okuyan gençlerle çalışmayı tercih ediyor.
Zira ‘Değişik kültürler, değişik fikirler’ demek.
Yani tasarım için gerekli olan şey yaratıcıyık.
Stola, Fiat’ın peşinden Brezilya’ya gitmiş olan, aynı zamanda ‘araba gövdesi’ üreten bir şirket.
O da, ilki gibi Fiat’ın dışında bir müşteri portföyüne sahip artık.
Brezilya günde 500 adet ‘araba gövdesi’ üretmek deneyimi Stola’ya da Çin’in kapısını açmış.
Bertone 90 yıl önce kurulmuş.
Bilenler bilir, bir arabanın üzerinde ‘Bertone Style’ imzası son derece önemli.
Bertone Otomotiv’in ‘haute couture’u bir anlamda.
1999 yılında Papa 2. Jean Paul için özel bir Lancia üretmiş.
Fiat’ın Papa’ya hediyesi.
Bertone’nin Türkiye’yi de iyi tanıyan Genel Müdürü Roberto Piatti’nın otomotiv sektörünün geleceğiyle igili söyledikleri ilginç:
‘Eskiden araba tasarımı hız mitiyle ilgiliydi. Şimdi hızdan ziyade insanın dış dünyayla nasıl bağlanacağı, zamanını iyi değerlendirmesi önemli.’
Bertone’nin bazı tasarımları hayli ilginç...
Direksiyon ve gösterge panosu yan kapıda örneğin.
İtalya’nın know-how’unu ABD’ye ihraç edecek
TORİNO’daki şirketlerin çoğunun ortak özellikleri aile şirketleri olmaları.
Kimi kurumsallaşmış, kiminin yönetiminde aile bireyleri var.
Co.Mec 10 yıllık bir aile şirketi.
Başkanı Alberto Dal Poz genç bir mühendis.
Babasının metal üzerindeki deneyimini bir adım ileriye götürerek, son derece sofistike araba parçaları üretiyor.
Alberto Dal Poz, hayatını el emeğiyle kazanmış babasının aksine teknolojiyle kendisine yeni ufuklar açmış.
Ayda 6 milyon parça üretiyor.
Cirosu 11.8 milyon Euro.
Know-how’unu önümüzdeki günlerde ABD’ye ihraç etmeyi planlıyor.
Alberto Dal Poz örneği esasında İtalya’nın Fiat sonrası gideceği yönü tayin ediyor.
‘Kalite ve teknoloji’yle özetlenebilecek bir yön bu.
Ya da Piemonte Odalar Birliği Dış Ticaret Merkezi Başkanı Francesco Devalle’ın dediği gibi şu formül:
‘İtalyan yaşam tarzı artı teknoloji.’
Not:
Geçen cuma günkü ‘Biz de vapurlarımızı istiyoruz’ yazıma inanılmaz sayıda mail ve faks geldi. Meğer biz İstanbullular vapurlarımıza ne kadar düşkünmüşüz. Herkes birşeyler yapılması talebinde. Vapurlarla ilgili gelişmeleri www.vapurumuvermiyorum.org adresinden izlemek mümkün. Ayrıca vapurlarimizi-vermiyoruz@yahoogroups.com diye bir mail zinciri oluşturulmuş.
Yazının Devamını Oku 
12 Temmuz 2005
İTALYA’nın zengin bölgesi Piemonte’deyim birkaç gündür.Piemonte, İtalya’nın siyasi birliğini sağlamış, Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirmiş.ABD ve Rusya’dan sonra uzaya ilk uyduyu göndermiş.Radyo, televizyon, sinemayı ilk geliştiren olmuş.Özetle, İtalya’nın ‘ilk’leri deyince, kişi başına milli geliri Avrupa ortalamasının yüzde 20 üzerinde olan Piemonte akla geliyor.Bu ‘ilk’lerden biri de kuşkusuz otomotiv sektörü.İtalyanlar için araba demek, Piemonte’nin en önemli şehri Torino ve Fiat demek.İtalya’nın eski başkenti Torino, tarihi boyunca İtalyan ordusunun araçlarına hizmet verdiği için 19. yüzyıldan beri, yani en başından beri otomotiv sanayinin içinde.ABD’de Detroit neyse, İtalya’da da Torino o.Ne zaman ki, Fiat krize girdi, ne zaman ki artık ‘21. yüzyılın büyük oyuncuları’ arasında yer alamayacağı anlaşıldı Torino yeni arayışlara girdi.İşte bu araşıylardan bir tanesi de Torino Ticaret Odası’nın, Piemonte Odalar Birliği’nin desteğiyle başlattığı ‘Konsepten Arabaya’ projesi.Piemonte Odalar Birliği danışmanlarından Galatasaraylı Uygar Arıca’nın daveti üzerine yollara düşen bendeniz beş gün boyunca hem bu projeyi, hem Piemonte’nin otomotiv’in dışındaki endüstrilerini, hem de Torino’nun Fiat sonrası ‘yeni yüzünü’ inceleme fırsatı buldum.Önce ‘Konsepten Arabaya’ projesini özetliyeyim.Piemonte’nin otomotiv sektörü 75 bin kişinin çalıştığı, 10 milyar Euro cirosu olan bir sektör. Fiat’ın krize girmesi, yan sanayinin de krize girmesine yolaçabileceği için ‘Konsepten Arabaya’ Projesi bu sektörde faaliyet gösteren KOBİ’lerin yurtdışına açılmasını öngörüyor. Projeye Avrupa Birliği de destek...Peki Fiat krizi, yıllardan beri bu dev şirkete hizmet veren tasarım ve mühendislik şirketlerini nasıl etkiledi?Dediğim gibi beş gün boyunca günde en az üç tane olmak üzere çeşitli otomotiv, yan sanayi şirketlerini gezdim.Anladığım şu:‘Fiat krizi dünyanın sonu değil’...Şirketlerin çoğuna, Çin, Hindistan ve Güney Amerika yeni açılımlar sağlamış..Çinliler, araba tasarımı ve teknoloji satın alıyorTORİNO’da araba tasırımı ve mühendisliği deyince akla gelen beş isim var:Bertone, Stola, Idea Institute, Italdesign ve Pininfarina.Bunlardan bazıları araba üretimi de yapıyor.İlk üçünü gezme fırsatını buldum.Hepsi müşterilerinin isimleri konusunda son derece titiz.Asla sır vermiyorlar.Zira, kimi zaman dünyanın en önemli araba markalarının, en önemli modelleri buralarda çizilmiş.Düşünün ki, dünyada dolaşan 100 milyon araba Torino tasarımlı.Bu saydığım şirketler arasında en genci olanı Idea Institute’un şimdi çalıştkığı müşteri portföyünün yüzde 40’ı Çinli.Çinlilerin dünyada satın aldıkları belki tek şey ‘araba tasarımı ve mühendisliği’.Idea Institute, dünyanın çeşitli yerlerinden Japonya, Kore, Arjantin gibi gelmiş olan ve İtalya’da tasarım okuyan gençlerle çalışmayı tercih ediyor.Zira ‘Değişik kültürler, değişik fikirler’ demek.Yani tasarım için gerekli olan şey yaratıcıyık.Stola, Fiat’ın peşinden Brezilya’ya gitmiş olan, aynı zamanda ‘araba gövdesi’ üreten bir şirket.O da, ilki gibi Fiat’ın dışında bir müşteri portföyüne sahip artık.Brezilya günde 500 adet ‘araba gövdesi’ üretmek deneyimi Stola’ya da Çin’in kapısını açmış.Bertone 90 yıl önce kurulmuş.Bilenler bilir, bir arabanın üzerinde ‘Bertone Style’ imzası son derece önemli.Bertone Otomotiv’in ‘haute couture’u bir anlamda.1999 yılında Papa 2. Jean Paul için özel bir Lancia üretmiş.Fiat’ın Papa’ya hediyesi.Bertone’nin Türkiye’yi de iyi tanıyan Genel Müdürü Roberto Piatti’nın otomotiv sektörünün geleceğiyle igili söyledikleri ilginç:‘Eskiden araba tasarımı hız mitiyle ilgiliydi. Şimdi hızdan ziyade insanın dış dünyayla nasıl bağlanacağı, zamanını iyi değerlendirmesi önemli.’Bertone’nin bazı tasarımları hayli ilginç...Direksiyon ve gösterge panosu yan kapıda örneğin.İtalya’nın know-how’unu ABD’ye ihraç edecekTORİNO’daki şirketlerin çoğunun ortak özellikleri aile şirketleri olmaları.Kimi kurumsallaşmış, kiminin yönetiminde aile bireyleri var.Co.Mec 10 yıllık bir aile şirketi.Başkanı Alberto Dal Poz genç bir mühendis.Babasının metal üzerindeki deneyimini bir adım ileriye götürerek, son derece sofistike araba parçaları üretiyor.Alberto Dal Poz, hayatını el emeğiyle kazanmış babasının aksine teknolojiyle kendisine yeni ufuklar açmış.Ayda 6 milyon parça üretiyor.Cirosu 11.8 milyon Euro.Know-how’unu önümüzdeki günlerde ABD’ye ihraç etmeyi planlıyor.Alberto Dal Poz örneği esasında İtalya’nın Fiat sonrası gideceği yönü tayin ediyor.‘Kalite ve teknoloji’yle özetlenebilecek bir yön bu.Ya da Piemonte Odalar Birliği Dış Ticaret Merkezi Başkanı Francesco Devalle’ın dediği gibi şu formül:‘İtalyan yaşam tarzı artı teknoloji.’Not: Geçen cuma günkü ‘Biz de vapurlarımızı istiyoruz’ yazıma inanılmaz sayıda mail ve faks geldi. Meğer biz İstanbullular vapurlarımıza ne kadar düşkünmüşüz. Herkes birşeyler yapılması talebinde. Vapurlarla ilgili gelişmeleri www.vapurumuvermiyorum.org adresinden izlemek mümkün. Ayrıca vapurlarimizi-vermiyoruz@yahoogroups.com diye bir mail zinciri oluşturulmuş.
button
Yazının Devamını Oku 
8 Temmuz 2005
<B>İSTANBUL</B>’daki 22. Dünya Mimarlık Kongresi dün sona erdi. Kongrenin ilk günü, TİM’in (Türkiye İhracatçılar Meclisi) davetinde konuşan ünlü mimar Peter Eisenman, mimaride dev projelerle bir ‘rönesans’ yapabileceğimizi söylemiş.
İstanbul ve Rönesans sözcüklerini yan yana koyunca kulağa ne hoş geliyor?
Dünyanın en güzel şehri bir gün gerçekten hak ettiği siluetine kavuşabilir mi?
22. Dünya Mimarlık Kongresi’ne sunulan tebliğlerden bazıları bunun hiç de hayal olmadığını ortaya koyuyor.
Bunlardan bir tanesi de İstanbul’un kültürel mirasına ve doğal güzelliklerine nasıl kavuşabileceğini örnekleriyle sunan ‘İstanbul Yeniden?’
Ekipte mimarlar Ersen Gürsel, Gürkan Özenen, Gökhan Erkek, şehir plancıları Güven Birkan, Çelen Birkan, Haluk Erar, Seher Sezer, öğretim görevlisi mimar Deniz İncedayı, şehir sosyoloğu Sema Erder, mimar-karikatürist Tan Oral ve çevre tasarımcı Gürel Yontan var.
Tebliği tüm Mimarlık Kongresi’nde tüm ekip adına, mimar ve öğretim görevlisi Deniz İncedayı ‘Tüm İstanbullulara ve yerel yöneticilere açık çağrı’ olarak sunuyor.
Nedir bu açık çağrı?
‘İstanbul 21. yüzyılda tüm kıyılarını sosyal ve kültürel amaçlarla halka açmalıdır.’
Çağrının çıkış noktası şöyle:
Yukarıda sözünü ettiğim ekip Sarayburnu, Sepetçiler Kasrı’ndan yola çıkıyor.
Sirkeci’ye kadar yüksek bir duvarla karşılaşıyor.
Yüksek duvarların arkasında ne var?
Depolar, otoparklar, işyerleri.
İstanbul ile denizi arasında set gibi duruyorlar.
Ekip yoluna devam ediyor
Sirkeci ve Eminönü’ndeki kargaşadan, İstanbul’a gerçekten hiç yakışmayan Galata Köprüsü’nden sonra sıra Karaköy’de.
Rıhtım Caddesi’nden Fındıklı Parkı’na kadar deniz yine yüksek duvarların arkasında.
İstanbullular neredeyse iki buçuk kilometre boyunca denizden ayrı.
Deniz onlara hem yakın, hem çok uzak.
Peki ‘İstanbul Yeniden’ neyi öneriyor?
Eminönü, Karaköy gibi tarihi meydanların yeniden düzenlenmesini.
Taksim’in, Beyoğlu’nun Salıpazarı, Tophane üzerinden denize açılmasını.
Boğaz ile Haliç’in birbirlerine kavuşmalarını.
İstanbul’un kıyılarının açılması, sosyal ve kültürel amaçlı kamu alanları olarak değerlendirilmesi hiç de olmayacak bir şey değil zira önünde bir örnek var.
Barcelona.
Akdeniz’in en güzel şehirlerinden biri Barcelona rönesansını Olimpiyat Oyunları nedeniyle yaşamış.
Tüm kıyıları yeniden düzenlenmiş.
Şimdi şehrin ünlü caddesi La Ramblas’tan denize doğru indiğinizde inanılmaz hoş alanlarla karşılaşabiliyorsunuz.
‘İstanbul Yeniden’ bu aşamada Maliye Bakanlığı’nın imzasına kalmış olan Galataport Projesi’ne karşı geliştirilmiş.
Çünkü bildiğiniz gibi Galataport bırakın kıyıları açmayı tam aksine bunları, Karaköy’den Fındıklı’ya kadar uzanan, çok sayıda büyük yolcu gemilerinin yanaşacağı, büyük alışveriş merkezleriyle otellerin yer alacağı bir turizm alanına dönüştürüyor.
Galataport Projesi’nin hayata geçmesi demek zaten yüksek duvarların olduğu kıyılara yolcu gemileriyle ve otellerle ikinci bir duvar örmek demek.
Gerçekten duvar zira şimdiki yolcu vapurları ‘yüzen şehirler’ gibi.
Düşünün denize kavuşalım derken, bu ‘yüzen şehirleri’ her gün geçtiğimiz yollarda karşımızda bulacağız.
Sanırım bu tüm İstanbulluların karşı çıkmaları gereken bir şey.
Biz de vapurlarımızı istiyoruz
UZUN yıllar Adalar’da yaşayan biri olarak İstanbul’un vapurları konusunu çok daha önceden yazmalıydım...
İngiliz tersanelerinden çıkmış olan zarif gövdeli, bir zamanların ‘ekspres’leri Paşabahçe, Fenerbahçe, Dolmabahçe’yi...
Marmara Denizi’ni sisin kapladığı bir günde Kınalıada’daki evimin tam önündeki kayalara toslayan şaşkın Suvat’ı...
Bizim tersanelerde yapılmış olan turkuvaz kanapeli Sedefadası’nı, Bostancı’yı, Adem Yavuz’u ve diğerlerini şimdiye kadar çoktan yazmış olmam lazımdı.
İDO’nun haklarında idam kararını imzalamasından hemen sonra.
İstanbul siluetiyle özdeşleşmiş olan sevgili vapurlarımız için İDO Genel Müdürü Ahmet Paksoy, bazılarının ‘nostalji’ olarak koruyacaklarını ama yenilerinin üretilmeyeceğini söylemiş.
İstanbul’a Norveç’ten yeni tip katamaranlar gelecekmiş.
Yani ‘konserve’ vapurlar...
Güvertesine çıkamayacağınız...
İki yanındaki banklarında oturamayacağınız...
İstanbul’u seyredemeyeceğiniz...
Martıları göremeyeceğiniz...
Arkasındaki bembeyaz köpüklere bakarak hayal kuramayacağınız ‘konserve vapurlar’...
Hayır...
Biz vapurlarımızı istiyoruz.
Yıllar önce, Adalar’daki o güzelim eski iskeleler onarılacak yerde yıkılırken, yerlerine tuhaf, zevksiz iskele binaları yapılırken sesimizi duyuramadık...
O zamanlar internet gibi bir iletişim aracımız yoktu...
İskeleler tek tek sökülürken içimiz kan ağladı.
Ama şimdi öyle olmayacak.
Kimse vapurlarımızı alamayacak.
Eğer ‘eskidiler, hız yapamıyorlar’ diyorsanız makinelerini değiştirmek mümkün.
Bizim tersanelerde yenilerini yapmak da mümkün.
Şükür tersanelerimiz Avrupalıların tersaneleriyle boy ölçüşecek kapasitede...
O halde Norveç’ten, İstanbul’a hiç yakışmayan o ‘konserveleri’ almak niye? Üstelik milyonlarca dolar daha fazla ödeyerek...
O kadar zengin miyiz?
Avustralya’nın kişi başı milli geliri neredeyse 25 bin dolar.
Sydney, İstanbul gibi denizle kucaklaşmış bir şehir.
Deniz yolunu tercih edenler çoğunlukta.
Ben de yolculuk ettim.
Sydney’in vapurları eski mi eski, tarihi mi tarihi...
Vapurlarımızı bırakın Allah aşkına...
Yazının Devamını Oku 
5 Temmuz 2005
<B>YUKARIDAKİ</B> sözlerin sahibi <B>Yaşar</B> Holding’in CEO’su <B>Hasan Denizkurdu.<br><br></B>Geçen cuma günü İzmir, Kordon’da balığıyla ünlü Deniz Lokantası’ndaki sohbetin odak noktası <B>‘nano’ </B>meselesi...<br><br>Peki nedir bu <B>‘nano’?</B> Bu sözcük latin dillerinde ‘cüce’ anlamında.
‘Nano’ ve ‘teknoloji’ sözcükleri yanyana geldiğinde ise, 21. yüzyılın teknolojisi olarak tanımlanan ‘nanoteknoloji’ çıkıyor ortaya.
‘Nanoteknoloji’, metrenin milyarda bir boyutundaki malzemelerle insanın ancak hayalini kurabileceği fonksiyonlara sahip yeni malzemeler üreten teknoloji.
Mesele atom ve moleküllerle oynamak.
‘Nanoteknoloji’ye yeniden döneceğim şimdi gelelim Hasan Denizkurdu ile bu teknoloji arasındaki ilintiye.
Gazetelerdeki ilanlarda mutlaka gözünüze çapmıştır.
Yaşar Holding’in ürettiği Dyo boyasının yeni bir ürünü ‘Nano Dyo’.
Dyo ‘nanoteknoloji’ kullanarak Türkiye’de ilk kez üç çeşit boya üretmiş.
Bunlardan biri çizilmeyen vernik boya, diğeri yanmayan boya.
Üçüncüsü ise daha ilginç: Kendi kendisini temizleyen boya.
Dyo boyada ‘nanotekniji’ yi kullanarak dünyada boyacılık sektöründe bir ilke imza atmış.
Yaşar Holding’in CEO’su Hasan Denizkurdu, ABD eski başkanı Bill Clinton’ın ‘Önümüzdeki yıllarda gelişmiş ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki en önemli farkı nanoteknoloji belirleyecek’ açıklamasından sonra ABD’nin bu alana büyük yatırıma başladığını anlatıyor.
TÜBİTAK’da 2004 yılının ağustos ayında yayınladığı raporunda Türkiye’nin ‘nanoteknolojiye’ kaynak ayırmasını önermiş.
Ancak AB’nin verilerine göre, bu teknolojiye kaynak ayırmayan iki ülke var:
Türkiye ve Malta.
Türkiye ne yazık ki teknolojideki pek çok devrimi kaçırmış.
Teknojik rekabet sıralamasında altlarda.
Hasan Denizkurdu, işte bu yüzden Türkiye’nin ‘nanoteknoloji’yle büyük bir atılım yapabileceği görüşünde.
‘Dyo yapabilirse neden herkes yapmasın? Neden Türkiye’de nanoteknolojik ürünler dünyaya yayılmasın’ diyor.
Ve ilave ediyor ‘Keşke nanoteknoloji Bakanlar Kurulu’nun gündemine gelse... Aynen Clinton gibi Başbakan Erdoğan’ın ağzında olsa Türkiye’nin kaderi değişebilir...’
Akıllı boyadan kanser yiyen nano robotlara
DYO’nun ‘nanoteknolojik’ atılımı gerçekleştirmesinde Yaşar Holding’in Ar-Ge bölümünün ve Ar-Ge koordinatörü Gülsen Çeliker’in önemli payı var.
Çeliker, yeni ürünler için bir buçuk yıldan beri çalıştıklarını anlatıyor.
Grubun ‘nanoteknolojik’ araştırmalar için ayırdığı bütçe 200 bin Euro civarında.
Bütçenin çok yüksek olmamasının nedeni Dyo’nun güçlü bir alt yapıya sahip olması.
Çeliker ile konuşurken odada Savunma Bakanlığı’nın Ar-Ge’sinden üst düzey bir yetkili de var.
Savunma Bakanlığı bu teknolojiyle yakından ilgili.
Dolayısıyla Dyo’nun yeni ürünüyle de ilgili. ‘Nanoteknolojik’ ürünler savunma sanayinde de kullanılıyor.
Gülsen Çeliker, sürdürdükleri araştırmalar nedeniyle hem Türkiye’deki üniversitelerle bağlantıda olduklarını, hem dünyadaki ‘nanoteknolojik’ ağırın içinde olduklarını söylüyor.
Çeliker’in sunumunu ilgiyle izliyoruz.
Işıkla kendini kendini temizleyen ‘akıllı boya’ nilüfer çiçeğinden ilham almış.
Zaten ‘nanoteknoloji’nin en büyük ilham kaynağı doğa.
Nilüfer çiceği hep bataklıkta olduğu halde bembeyaz.
Dokusu yağmur damlalarına takla atırmak suretiyle kirden kurtuluyor.
Bilimadamları ‘nanoteknoloji’yle nilüfer çiceğinin bu mekanizmasını taklit etmeyi başarıyor.
Çeliker, ‘Birçok malzeme küçültülerek madde yeniden tasarlanıyor’ diye anlatıyor.
Dyo’nun genç araştırmacıları da boyanın içindeki reçineyi yeniden tasarlamış.
Reçinenin içine ‘nano’ metal parçacıkları koymuşlar.
Çeliker, ‘Avrupa’da bizden başka bu tip boyanın üretilmediğini biliyoruz. Patent başvurumuz var’ diyor.
Peki ‘nanoteknolojik’ boyanın fiyatı ne olacak?
Normal boyalardan yüzde 15-20 daha pahalı olacakmış.
Dyo şimdilik bu teknolojiyle 500 ton boya üretecek.
‘Nanoteknoloji’ dediğim gibi çok yeni, 1970’lerde araştırmaları başlayan bir teknoloji.
2000-2005 arasında ilk uygulamalar başlamış.
‘Nanoteknoloji’ pazarının dünyada 2010-2015 döneminde 1 trilyon doları bulması bekleniyor.
Bu teknolojiyle gelecekte, kanser hücrelerini yiyen ‘nano’ robotlar, düşmeyen uçaklar ve hayal gücünüzün alamayacağı daha pek çok şey yapılabilecek.
En iyi kaptan, fırtınada limanda bağlı kalan kaptan
DYP’den milletvekili seçilen ve 1998-1999 yılları arasında Adalet Bakanlığı yapmış olan Hasan Denizkurdu, Yaşar Holding’de 1982-1989 yılları arasında çalışmış.
Holdinge 2002 yılında bu kez CEO olarak dönmüş.
Politikada olmadığı yıllarda Pastavilla ve Vestel gibi markaların satışlarında imzası var.
Sohbetimizde Yaşar Holding ile ilgili son gelişmeler de gündeme geliyor.
Grup, Yaşarbank nedeniyle üç, dört yıl önce zorlanınca dümene Denizkurdu geçmiş.
Soyadından anlaşılabileceği gibi denizci bir aileden gelen Hasan Denizkurdu,
denizcilerin lisanıyla konuşmayı seviyor.
‘Yaşar gemisi rüzgarı arkasına aldı, yelkenlerini şişirdi iyi yolda’ diyor.
Grup 2004 yılında 115 milyon dolarlık fon yaratmış.
Bu rakam 2005 yılında 155 milyon dolar olacak.
Hasankurdu’nun dümene geçmesiyle grup içerisinde bazı değişiklikler olmuş elbet.
‘Sahiplik ve profesyonel yönetim birbirinden ayrıldı’ diyor.
Holding içerisindeki gruplara taze kan gelmiş.
‘Yüzde 85’i holding bünyesinden olmak üzere 35-40 yaşlarında gençleri grup başkanlıklarına getirdik.’
Sohbet, Türkiye’nin yetiştirdiği en ünlü denizcilerden biri Sadun Boro’nun ‘En iyi kaptan fırtınada limanda bağlı kalan kaptandır’ sözleriyle noktalanıyor.
Bilmem başka bir açıklamaya gerek var mı?
Yazının Devamını Oku 