Gila Benmayor

1917’de Türkiye’de ölen büyük amcanın izi Kemer’deki batıkta çıktı

26 Haziran 2006
Hikayeyi Türk-Fransız Ticaret Derneği Başkanı Yves-Marie Laouenan’dan dinledim. Laouenan, diplomat olarak Türkiye’ye 1987 yılında gelmiş. Yola çıkmadan önce babasının sarf ettiği sözler hálá aklında. "Umarım Türkiye’ye yolculuğun büyük amcanınki kadar talihsiz olmaz." Fransız donanmasında subay olan büyük amcanın 1917’de Türkiye’de öldüğünü o gün öğrenir Yves-Marie Laouenan.

HİKAYE,
Antalya Kemer derinliklerinde yatan Fransız savaş gemisi Paris II’nin hikayesi.

Aynı zamanda gemideki Fransız denizcilerden birinin./images/100/0x0/55ea38a5f018fbb8f8723a3a

Paris II, geçen hafta sonu Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen ile Fransız meslektaşı Christine Lagarde’ın daldıkları gemi.

Hikayeyi Türk-Fransız Ticaret Derneği Başkanı Yves-Marie Laouenan’dan dinledim.

Laouenan, diplomat olarak Türkiye’ye 1987 yılında gelmiş.

Yola çıkmadan önce babasının sarf ettiği sözler hálá aklında.

"Umarım Türkiye’ye yolculuğun büyük amcanınki kadar talihsiz olmaz."

Fransız donanmasında subay olan büyük amcanın 1917’de Türkiye’de öldüğünü o gün öğrenir Yves-Marie Laouenan.

Ama büyük amcanın akıbetini unutur gider.

Tam bir yıl sonra Fransız Sarayı’daki bir davette Ahmet Neyzi adındaki bir işadamı yanına yaklaşır.

Şu ilginç soruyu sorar:

"Acaba sizin 1917’de Antalya açıklarında batırılmış gemide ölen Laouenan diye bir akrabanız var mı?"

"İşte o anda tüylerim diken diken oldu"
diyor Yves-Marie Laouenan.

Ahmet Neyzi
devam eder:

"Geçenlerde kütüphanemi düzenlerken I. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de batırılmış iki savaş gemisini anlatan bir kitap buldum. 1938’de yazılmış. Size göndereceğim..."

KEMER AÇIKLARINDA BATIRILIYOR

Nitekim kitabı ertesi gün gönderir.

"Kuzeyde ve güneyde amansız savaşlar" adındaki kitap 1938’de yayınlanmış.

Yazarı Paul Chack.

Chack, Fransız donanması üzerine 20’ye yakın kitap yazmış.

Sözü geçen kitapta, Fransızların savaşta Meis Adası’na gönderdikleri iki savaş gemisi Paris II ile Aleksandrea’yı anlatmış.

Gemiler o yıllarda Kaş’tan Suriye kıyılarına devriye geziyorlar.

Suriye, Fransa’nın kontrolünde.

1917 yılının bir aralık günü, Paris II gemisi Kemer açıklarından geçerken kıyıda bir hareket fark ediyor.

Keşif için kıyıya bir kayıkla birkaç subayını gönderiyor.

O sırada sahilden ateş açılıyor.

Kayıktaki ekipten iki kişi ölüyor.

Paris II
batıyor.

Kayıkta ölen iki kişiden biri Yves-Marie Laouenan’ın büyük amcası.

Ateş faslı bittikten sonra kayıktakiler iki gün kürek çekerek Meis Adası’na varıyor.

Burada ölülerini gömüyorlar.

AKIBETİ 71 YIL SONRA ANLAŞILIYOR

Böylece Laouenan Ailesi’nin 1917’den beri akıbetini bilmediği "büyük amcanın" Meis Adası’nda gömülü olduğu 71 yıl sonra ortaya çıkıyor.

Kitapta okudukları Yves-Marie Laouenan’ı harekete geçiriyor.

Meis Adası’na gidiyor.

Paris II olayında ölen büyük amcanın ve diğer Fransız denizcinin mezarlarını buluyor.

Hatta 1917 yılında cenazeye katılmış 90 yaşındaki bir kadınla da konuşuyor.

Laouenan, "Meis küçücük bir ada. Doğal olarak, iki Fransız denizcinin cenazesi büyük olay olmuş. Yaşlı kadın cenaze gününü o yüzden gayet net hatırlıyordu" diyor.

Yves-Marie Laouenan, büyük amcasının Meis Adası’ndaki mezarını buluyor ama henüz Paris II’nin nerede yattığından habersiz.

Gemiyle ilgili bilgi, aradan 14 yıl geçtikten sonra ulaşıyor kendisine.

Kemer yakınlarında bir dalgıç okulunun sahibi ona Paris II’den söz ediyor.

1917 yılında batırılan gemi orada, Kemer’in derinliklerinde duruyor.

Üstelik kaderin garip cilvesi Fransızlara ait Club Med’ın tam açıklarında.

Yves-Marie Laouenan, büyük amcadan ve Paris II gemisinden Tüzmen ve Lagarde’a söz edince iki bakan anında karar veriyor.

Birlikte Paris II batığına dalıyorlar.

Denizin dibinde yan yana gördüğümüz Türk ve Fransız bayraklarının hikayesi de işte bu.
Yazının Devamını Oku

Airbus neden zorda?

23 Haziran 2006
GEÇENLERDE Dubai dönüşü uçakta elime aldığım gazetede gözüme ilişti. Emirates sipariş ettiği A380 uçaklarının teslimini 6-7 ay geciktireceğini açıklayan Airbus’a dava açmaya hazırlanıyordu.

Airbus sadece Emirates’in değil 15 kadar havayolu şirketinin siparişlerini erteleme eğiliminde.

Siparişleri geciktirme haberlerinden sonra, Airbus’ın bağlı olduğu EADS Grubu hisseleri tepetaklak.

EADS’ın yüzde 15 oranındaki hisselerini elinde bulunduran Fransız Hükümeti panikte.

Airbus nedeniyle Fransız meclisi hararetli tartışmalara sahne.

Herkes birbirini suçluyor.

Peki Airbus cephesinde neler oluyor?

Birkaç yıl zarfında dünya pazarının yüzde 20’sinden yüzde 50’sini eline geçiren Airbus neden zorlanıyor?

Bir kere bağlı olduğu EADS Grubu’nun yapısı hayli karmaşık.

EADS, 2000 yılında Fransız Aerospatiale Matra, Alman Dasa ve İspanyol Casa’nın evlilikleriyle ortaya çıkmış.

DÖRT ÜLKEDE YAPILIYOR

EADS
kurulunca Airbus bünyesinde bazı değişikliklere gidilmiş.

Uçak yapımı birkaç ülke arasında pay edilmiş.

Boeing
’in 747 modeliyle rekabet etmek için ortaya atılan A380 projesi böyle pay edilen projelerden.

Fransa, Almanya, İspanya, İngiltere uçağın dört ayrı bölümünden sorumlu.

Dört ayrı ülkede inşa edilen bölümler sonra Fransa’nın Toulouse şehrinde biraraya getiriliyor.

Her ülkenin tam vaktinde işini yetiştirmesi gerek.

Tabii evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Meselá, Almanya’daki Airbus’un patronu Gerhard Puttfarcken Hamburg’daki uçak fabrikasının gecikmede payı olduğunu itiraf etmiş.

A380 projesi, Fransa’da 22 bin, Almanya’da ise 20 bin 400 kişinin istihdam edildiği bir proje.

Dört ülke arasındaki koordinosyonu sağlamak kolay değil.

Mutlaka zincirin bir halkasında aksama oluyor.

Kaldı ki, Airbus’un yetiştirmek zorunda olduğu başka projeleri de var.

A400M askeri uçağı ya da Boeing 787’e karşı geliştirmekte olduğu A350 gibi.

Okuduklarıma bakılırsa, EADS Grubu’nun üst düzey yöneticileri suçlanıyor.

Neyle?

A380 projesinin ne denli dev bir proje olduğunu kavramamakla.

İşin ciddiyetinin farkına varmamakla.

Sanırım önümüzdeki günlerde Hem EADS Grubunda, hem Airbus’ta üst düzey yöneticiler arasında geniş çaplı bir "temizliğe" tanık olacağız.

İstanbul Ayasofya’sız olur mu?

İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi’nin "Masal Masal İstanbul"un tanıtım broşürü ilk elime geçtiğinde fark etmedim.

Sonra kızım dikkatimi çekti.

Çocuklar için İstanbul’un tarihi mekanlarını gösteren haritada Ayasofya yoktu.

Sultanahmet Cami, Yerebatan Sarnıcı’nın olduğu alanda Ayasofya unutulmuş.

Unutulmuş mu?

Yoksa bilerek mi konmamış belli değil.

Belediyeden yapılan açıklamada "Ayasofya ile ilgili efsane yok" denmiş.

Nasıl olmaz?

İlokul öğrencisiyken aklımda kalan efsanelerden biri, sütunlarının birindeki derin oyuğun Fatih Sultan Mehmed’in atının eseri olduğu.

Kimbilir daha kaç efsane vardır.

Efsane bir yana Ayasofya dünyanın 8 harikalarından biri.

Yabancılara "İstanbul deyince aklınıza ne gelir" diye sorduğunuzda hep Ayasofya yanıtını alırsınız.

Dünyada en tanınmış yapıtlar arasında.

2010 yılında İstanbul’un "Kültür Başkenti" olması için gayret gösteren İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin böyle bir yapıtı es geçmesi nasıl izah edilir?
Yazının Devamını Oku

Soros, İstanbul’da ’Açık Toplum Zirvesi’ topladı

20 Haziran 2006
CUMARTESİ gecesi İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin görkemli bahçesindeyiz. Ünlü yatırımcı ve Açık Toplum Enstitüsü’nün kurucusu George Soros, Güler Sabancı ve eski Şili Cumhurbaşkanı Ricardo Lagos ile sohbette.

Soros’un beş-altı günlük İstanbul gezisinin nedeni şu:

Açık Toplum Enstitüsü, dünya çapındaki temsilcileriyle her beş yılda bir yapılan toplantsını İstanbul’da yapmaya karar vermiş.

Açık Toplum Enstitüsü’nün sıkı işbirliği içerisinde olduğu yirmiye yakın kurumun da temsilcileri burada.

Müzenin bahçesi İstanbul’a gelen 320 kişiyi ağırlıyor.

Açık Toplum ile işbirliğinde olan kurumlardan bazılarını sayıyorum:

İnsan Hakları İzleme Komitesi, Uluslararası Kriz Grubu, Uluslararası İşbirliği Merkezi.

Soros, masasını Güler Sabancı, Ricardo Lagos, Ali ve Zeynep Babacan, Enerji Bakanı Hilmi Güler, İtalya’da son seçimlerde AB Bakanlığı’na getirilen Emma Bonino, İshak Alaton, Can Paker, Mehmet Barlas, Hakan Altınay gibi isimlerle paylaşıyor.

Masa komşum, Davos toplantılarının da müdavimlerinden olan Uluslararası Kriz Grubu’nun Başkanı Gareth Evans.

Evans eski Avustralya Dışişleri Bakanı.

Dünyada kriz çıkması muhtemel yerlerde yoğun çalışmalar yapan Uluslararası Kriz Grubu hatırlayacaksınız geçtiğimiz mart ayında Kıbrıs raporu yayınlamıştı.

Çözümü engelleyen tarafın Rum kesimi olduğunu vurgulamıştı.

Şimdi raporun Avrupa Parlamentosu ve AB dönem başkanlığını devralacak olan Finlandiya Parlamentosu’nda ele alınması gündemde.

Raporun çıkmasında Uluslararası Kriz Grubu’nun 7.5 milyon dolarlık bütçesinin bir bölümünü karşılayan Açık Toplum Enstitüsü’nün payı büyük.

Evans ile sohbette, iki hafta önce Merkel’in kurmaylarıyla Türkiye’nin üyeliğini konuştuğunu söylüyor.

"Anladığıma göre, Almanya üyelik konusunda bir pürüz çıkarmayacak" diyor.

Evans’a İstanbul’daki üç günlük toplantılarda neler konuşulduğunu soruyorum.

"Daha adil, barışçı bir dünya düzeni için neler yapılabilir. Küreselleşmenin yol açtığı kaygılar nasıl giderilebilir. Bunları konuşuyoruz" diyor.

Bush Yönetimi’nin ve Irak serüveninin yedi, sekiz yıl öncesine oranla insanları daha güvensiz, daha kaygılı hale getirdiğini söylüyor Evans.

Etrafıma bakıyorum.

Gareth Evans, İnsan Hakları İzleme Komitesi Başkanı Kenneth Roth, Türkiye’nin AB üyeliği için Brüksel’de kıyasıya mücadele eden Emma Bonino, iki yıl önce İstanbul’a geldiğinde bilgeliğiyle gönlümü fetheden eski Şili cumhurbaşkanı Ricardo Lagos.

Tümü birbirinden değerli isimler.

Bir gazetenin dünkü sayısında, Arkeoloji Müzesi’ndeki toplantıyı ima ederek "Kadife Toplantı" manşetini attığını düşünüyorum da...

"Kadife" toplantıya katılanlar işte bu saygın isimler.

Sabancı: Soros’la yatırımda değil, eğitimde yolumuz kesişti

ARKEOLOJİ Müzesi’ndeki gecenin iki konuşmacısı var.

Biri Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, diğeri Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı.

Güler Sabancı
’nın konuşması daha çok ailesinin "hayırseverliğe" ve eğitime verdiği öneme yönelik.

Dedesi Hacı Ömer Sabancı’nın iyi para kazanmaya başladığında ilk iş olarak kendi köyüne bir ilkokul yaptırdığını belirterek konuşmasına başlıyor Güler Sabancı.

Ailenin 1966 yılında oluşturduğu Vaksa Vakfı’nın eğitime katkılarına değiniyor.

Katkıların son aşamasındaki Sabancı Üniversitesi’ni ise "21. Yüzyılın Üniversitesi" olarak tanımlıyor.

"Soros ilk kez Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’yle ilgili çalışmaları başlattığında yollarımız kesişti. Onunla tanışmam yatırımcı olması değil eğitime gönül vermesi nedeniyle" diyor.

Bu arada küçük bir bilgi notu.

Soros’un Açık Toplum Enstitüsü, Sabancı Üniversitesi bünyesinde başlatılan "Eğitim Reformu Girişimi"nin de destekçisi aynı zamanda.

Güler Sabancı’nın konuşmasına dönersek ilginç bir anekdota yer vermek istiyorum.

Sabancı konuşmasında "toplumsal birlikteliğin" nasıl sürdürüleceğine ilişkin örnekler verirken Amerikan ve Avrupa modellerine değiniyor.

ABD’de kişisel ve şirket bağışlarının 130 milyar dolara yaklaştığını sölüyor.

Avrupa modelinde ise "sosyal devletin" topladığı vergileri ihtiyaç duyanlara "aktardığını" söylüyor.

"Türkiye’de bu işlerin nasıl yürüdüğüne ilişkin bilgi veremem. Çünkü bilgi yok" diyor.

Güler Sabancı’dan sonraki konuşmayı yapan Ali Babacan konuya açıklık getiriyor.

"Demin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı aradım. Türkiye’nin bu işlere ayırdığı para 1.2 milyar YTL" diyor.

Türkiye bu dalgayı atlatır

TÜRKİYE’de Soros’un Açık Toplum Enstitüsü kadar yatırımlarının da çeşitli polemiklere, iddialara yol açtığı kesin.

Soros’a "Türkiye’deki yatırımlarınız?" gibi bir soru yönelttiğinizde (birkaç kez sordum) "Bununla Türkiye’deki temsilcilerim ilgilenir. Ben ne satın alındığını, ne elden çıkartıldığını pek bilmem" der.

Öğrendiğime göre, Soros’un Türkiye’deki yatırımlarından artık işadamı Schwan Taha sorumlu.

Taha, eski dışişleri bakanı İsmail Cem’in damadı.

Soros’un Komili’den satın almış aldığı ayçiçeği tesislerini elden çıkarttığını, buna karşılık Uno ile ilgilendiğini duydum.

Türkiye’nin ekonomisiyle ilgili görüşlerine gelince...

İstanbul’a gelmeden birkaç gün önce "Global bir likidite krizi olduğu doğru. Japonya’nın 200 milyar dolar çekmesi birçok ülkeyi etkileyecek. Türkiye’de etkilenecek ama bu krizi atlatacağına inanıyorum" demiş.
Yazının Devamını Oku

Hasankeyf Ebu Simbel gibi olmasın

18 Haziran 2006
"Hasankeyf Gönüllüler Derneği" Avrupa’da olduğu sırada, Nurol şirketi de aynı tarihlerde aynı şehirlerde başka yönde "lobicilik" çalışmaları başlatmış. Yani Hasankeyf meydan savaşı bir anda Avrupa’ya taşınmış. Arslan, "Bir yerde iyi oldu. Avrupalı şirketler kimlerin olaya daha bilimsel ve gerçekçi yanaştığını öğrendiler" diyor.

ÖZELLİKLE Dubai dönüşü Hasankeyf ile ilgili bir yazı yazmak anlamlı geliyor.

Neden derseniz...

Kültür mirasımızın ne denli önemli olduğunu Dubai’yi görünce anlıyorsunuz da ondan.

Dünyanın "en büyük" gökdeleni Burj Dubai’nin inşasına girişen, gökdelenin yanında dünyanın "en büyük" alışveriş merkezini de yapmaya hazırlanan Dubai’ye ikinci gelişimde de gözlerim boşuna geçmişten bir-iki şey aradı.

Belki gizli bir köşede vardır ama benim yolumun üzerine "tarihi bir taş parçası" bile çıkmadı./images/100/0x0/55ea8e86f018fbb8f887bb4b

Zaten Dubaililerin iftiharla gösterdikleri tek şey, modern binaları.

GÖNÜLLÜLER AVRUPA’DA İKNA TURUNDA

Yüzyıllar boyunca balıkçılık ve inci avcılığıyla geçinmiş olan küçük bir Bedevi köyünün böylesine bir deve dönüşmesi, kabul ediyorum ki büyük bir başarı.

Ama bu "yapay dünya", adım başı geçmişin izlerini taşıyan bir yerden gelen bizlere yabancı.

İşin doğrusu bu.

Bu girizgáhtan sonra, gelelim yıllardan beri sular altında kalma tehdidiyle karşı karşıya kalmış olan Hasankeyf’teki son duruma.

Tam Dubai yolculuğu öncesi "Hasankeyf Gönüllüler Derneği" Başkanı, gazeteci Arif Arslan’dan gelen e-posta durumu özetliyor.

Gönüllüler Derneği, yöreden birkaç belediye başkanı, bazı mimarlarla birlikte Avrupa’ya "ikna turuna" çıkmış.

AYNI ANDA, KARŞI LOBİ FAALİYETTE

İkna edilecekler arasında Hasankeyf’te baraj inşaatına hazırlanan konsorsiyumun şirketleri, bakanlık yetkilileri, siyasiler var.

Sanırım bu şirketlerin hangileri olduğunu hatırlatmakta yarar var bir kez daha.

Avusturya’dan Va Tech, Almanya’dan Zubling, İsviçre’den Alstom, Türkiye’den Nurol.

Arif Arslan, "ikna turu"
nun hayli başarılı geçtiğini söylüyor.

Yalnız şöyle bir durum olmuş:

"Hasankeyf Gönüllüler Derneği" Avrupa’da olduğu sırada, Nurol şirketi de aynı tarihlerde aynı şehirlerde başka yönde "lobicilik" çalışmaları başlatmış.

Yani Hasankeyf meydan savaşı bir anda Avrupa’ya taşınmış.

Arslan, "Bir yerde iyi oldu. Avrupalı şirketler kimlerin olaya daha bilimsel ve gerçekçi yanaştığını öğrendiler" diyor.

BARAJ DÜNYA BANKASI NORMLARINA UYMUYOR

Peki durum hangi aşamada?

Hasankeyflilerin Avrupa çıkarması, kafalarda olan soruların daha da artmasına yol açmış.

Özellikle titizlikleriyle bilinen İsviçreli yetkililer, proje hakkında bazı kuşkuları olduğunu itiraf etmişler.

Arslan’ın e-postasını aldıktan sonra aklıma Va Tech’in Türkiye’deki temsilcileriyle görüşmek geldi.

Görüştüm de.

Adını veremeyeceğim üst düzey bir yetkili, Hasankeyf’te baraj yapımı için verilen tüm raporların Dünya Bankası normlarına uyduğu iddiasında.

Oysa Atlas Dergisi’nin "Hasankeyf’i Kurtarma" kampanyasını destekleyen Doğa Derneği öyle demiyor.

Derneğin elindeki raporlar, yapılması planlanan barajın Dünya Bankası normlarına uymadığını savunuyor.

Doğa Derneği, Hasankeyf ile ilgili süreci adım adım izliyor iyi ki.

Hangi raporlar internet ortamında yayınlanmış, hangileri yayınlanacak iyi biliyor.

Va Tech ile görüşmeme dönersek, karşımdaki yetkili, Hasankeyf’in Mısır’daki Ebu Simbel Tapınağı gibi taşınabileceğini söylüyor.

Hatta taşınmasından sonra Hasankeyf’e ilginin artacağını iddia ediyor.

"Mısır örneğine bakarsanız öyle oldu" diyor.

Yanılıyor.

Çünkü Hasankeyf asla Ebu Simbel gibi olamaz. Olmamalı da.

Hasankeyf’in dokusu, mimarı yapısı tamamiyle farklı.

KAYALARI TAŞIRSINIZ AMA MAĞARALARI ASLA

Bunu, Prof. Dr. Zeynep Ahunbay da bir raporunda belirtti.

Hasankeyf’te uzun yıllar boyunca kazılar yapan Prof. Dr. Oluş Arık da.

Zaten gözünüzün önüne getirin dilerseniz.

Mısır’daki tapınak, kayalardan oluşma.

Hasankeyf’in dokusu ise, taşınması mümkün olmayan mağaralar bir yana daha fazla tuğla.

Çok daha nazik.

Bu yüzden Hasankeyf’in, Ebu Simbel olmasına izin vermeyelim diyorum.
Yazının Devamını Oku

Dubai’nin Türkiye’ye ilgisini tetikleyen 24 saatlik ziyaret

16 Haziran 2006
KÖRFEZ sermayesinin Türkiye’ye ilgisini giderek artıyor. Birleşik Arap Emirlikleri 13-15 Eylül tarihlerinde İstanbul’da düzenleyeceği fuar bu ilginin göstergelerinden sadece biri.

Fuarı düzenleyen Dubai Ticaret ve Sanayi Odası, Dubai Turizm Otoritesi ve Jebel Ali Serbest Bölgesi yetkililerinden bilgi almak için bir günlüğüne Dubai’deydik.

Hem Dubaili yetkililer, hem Türkiye’nin Dubai Başkonsolosu İhsan Yücel ve Ticaret Müşvairi Harun Koçak ile sohbette tablo netleşti.

Üzerinde çok konuşulan "Dubai Towers" dahil, Türkiye ile Dubai arasındaki ilişkilerin gelişmesinin ardından ilginç bir ziyaret var.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Dubai’ye yaptığı 24 saatlik ziyaret.

Ziyaretin nedeni ise şu:

Dubai metrosunun yapımı için ihaleye giren Türk şirketi, Ersin Arıoğlu’na ait Yapı Merkezi ihaleyi kazanmakla birlikte Dubaili yetkililer "gönülsüz" davranınca araya Büyükelçilik giriyor.

Dışişleri Bakanı Gül’den yardım talebinde bulunuyor.

Metro inşaatının tamamı 3.8 milyar dolar.

Yapı Merkezi’nin üstleneceği bölüm ise 1.2 milyar dolar.

Hem rakam önemli, hem de bir Türk şirketinin ihaleyi alması Dubai’de kendini göstermek isteyen diğer şirketlerin önünü açacak.

Dolayısıyla Gül bir günlüğüne Dubai’ye geliyor ve Dubai Şeyhi El Maktum ile görüşüyor.

Bu ziyaret yaklaşık bir buçuk, iki yıl önce.

Bundan sonra Dubai ile Türkiye arasındaki gelişmeler hızla gelişiyor. Gül’ün 24 saatlik ziyaretini ilişkileri inanılmaz tetikliyor.

Tabii Başbakan Tayyip Erdoğan’ın buraya yaptığı ziyaretin katkısını da unutmamak gerek.

Dubai’da dünkü öğle yemeğine dönersek kulağımıza çalınan ilginç bazı şeylerden bazıları şöyle:

YARIMCAYA KONTEYNER LİMANI

Dünyanın üçüncü büyük liman işletmesi olarak adını duyuran "Dubai Port World" Yarımca’daki Erdemir’e ait limanı ve arazisini 110 milyon dolara almıştı.

180 milyon dolar harcayarak burasını bir konteyner limanı yapmak niyetinde.

"Dubai Port World" ayrıca özelleştirilecek limanları yakın takibe almış durumda.

Halen Dubai’de dünyanın "en yüksek" ve "en modern" gökdeleni "Burj Dubai"yi yapmak iddiasındaki Emaar İnşaat Şirketi, Jebel Ali Serbest Bölgesi İstanbul’a ilgi gösterenlerden bazıları.

Yıllık 10 milyar dolarlık bir ticaret hacmi olan Jebel Ali Serbest Bölgesi özellikle eylül ayındaki fuarda büyük bir gövde gösterisine hazırlanıyor.

Türkiye’de finans sektörüne ilgi duyanları da öğrendik. MNG Bank’ı almak isteyen Dubai İslamic Bank, İktisat Yatırımı alan Orion Grubu bunlardan bazıları.

MNG’nin satışının son anda gerçekleşmediği, Şekerbank’ın da bir Dubai bankası tarafından yakından izlendiği kulağımıza çalınan bilgilerden bazıları.

Dubai’de akşam yemeğinde buluştuğumuz buradaki başarılı Türk yöneticilerden Tolga Sezer de gıda sektöründe faaliyet gösteren "Aujan Grubu"nun ilgisini anlattı.

GIDA GRUBU DA YATIRIM PEŞİNDE

Unilever’den "Aujan Grubu"nun pazarlama bölümünün başına geçen Tolga Sezer’e göre, İran ve Körfez bölgesinin en gözde meyve suyu "Rani"yi üreten Aujan Grubu Türkiye’de 100 milyon dolarlık bir yatırım peşinde.

Dubai’deki Türk şirketlerinin varlığına gelince...

Dubai Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıtlı 70 bine yakın şirketten 150 tanesi Türk şirketiymiş.

Bunlardan bazıları Baytur, Güriş, Nurol, STFA, TAV, Yüksel, Zemtaş, Zetaş.

Dünyanın en büyük şantiyesi gibi görünen Dubai’deki inşaatlarda kullanılan demir ve çeliğin yüzde 70’i Türkiye’den geliyormuş.

Mermer ve seramik ürünlerini buradaki inşaat sektörüne kabul ettirmek için daha çok çalışmak gerekiyormuş.

Dubai’yi ziyaret eden Türk turistlerin sayısını merak ediyorsanız: 35 bin.

Müzelerde iş arayan gençler Bakanlık’la nasıl buluşacak

GEÇEN salı günü aktardığım, Kültür ve Turizm Müsteşarı Mustafa İsen’in "Para veriyoruz, müzelere eleman bulamıyoruz" sözlerine yağan e-postaların haddi hesabı yok.

Gelen e-postalardan anlıyorum ki, arkeolojiye, müzeciliğe meraklı, konusunda master yapmış, üstelik "idealist" binlerce genç var.

Üstelik bunlardan çoğu iş arıyor.

E-posta gönderen bir gencin CV’si sanırım tam Mustafa İsen’in aradığı nitelikleri kapsıyor.

Ankara SBF Uluslararası İlişkiler mezunu.

Finans Ekonomisi’nde master yapmış ve halen kazandığı bursla İtalya’da "Ekonomi ve Kültürel Mirasın Değerlendirmesi" konusunda yüksek lisans yapıyor.

"Sanırım" diyor "Sayın İsen’in yurtdışında bu konuda uzmanlaşan gençlerden haberi yok."

"İki Türk arkadaşım daha aynı şeyi okuyor" diye de ilave ediyor.

Bir diğer e-posta da ilginç.

Şöyle ki, Ankara Dil Tarih Antropoloji’den mezun bir genç kadın 2 master yapmış.

Bir tanesi "Müze Eğitimciliği ve Gönüllü Müzecilik."

Ancak Bakanlığın antropolog kadrosu olmadığı için, başvurduğu Bodrum ve Muğla müzelerinde "geçici işçi" olarak bile işe alınmamış.

Üstelik 6-7 yılını da kazılarda geçirmiş.

Dediğim gibi bu işte bir gariplik var.

Bir yanda üniversitelerde müzelere hizmet vermek için gerekli eğitimi almış ya da almakta olan binlerce vasıflı genç, diğer yanda inanılmaz bir başıboşlukta elemansız müzeler.

Bakanlıkla bu gençleri nasıl buluşturacağız?

Fikri olan varsa söylesin.

Ben bana gelen bazı e-postaları Müsteşar İsen’e iletmek niyetindeyim?

Ama ya sesini duyuramayan diğerleri ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Para veriyoruz müzelere eleman bulamıyoruz

13 Haziran 2006
KÜLTÜR ve Turizm Müsteşarı Mustafa İsen dün sabah Türk-Çin İş Konseyi’nin toplantısında. Müze soygunlarıyla ilgili son günlerde kopan fırtınalar nedeniyle aklımda bir iki soru var.

Sormaya fırsat bırakmadan Mustafa İsen konuya giriyor.

"Uşak Müzesi’yle ilgili geçen eylül ayında ihbar almıştık. Müzeyi teftişe verdik. Teknik bir konu olduğundan uzmanları da devreye soktuk" diyor.

Uşak Müzesi, derken Kahramanmaraş Müzesi...

Müzeler soyulup soğana çevrilmiş.

Yıllardan beri yurtdışındaki tarihi eserlerimizin geri gelmesini savunmuşum. Şimdi ikilemdeyim.

Yerlerinde kalsalar daha mı iyiydi acaba?

Tartışılan envanter meselesini soruyorum.

Mustafa İsen, müzelerde uzun yıllardan beri sayım yapılmadığını söylüyor.

15 günden bu yana yeni bir sayım başlamış.

Kültür ve Turizm Müsteşarı bununla ilgili ilginç bir şey söylüyor.

"Sayım başladığından beri müze çalışanları birbirlerini ihbar ediyor."

İsen
’ın esas vermek istediği mesaj ise şu: "Son gelişmeleri yani olumsuzlukları bir fırsata dönüştürebiliriz. Müzeciliğe yepyeni bir anlayış getirebiliriz. Sergilemeden, müzeleri tanıtmaya yepyeni bir konsept geliştirebiliriz."

Bakanlık Meclis’e yeni bir tasarı sunmuş.

Buna göre, Topkapı, Ayasofya gibi büyük müzeler bakanlığa bağlı kalacak.

Bunların sayısı 30 kadar.

Diğerlerinin yönetimi il özel idareye devredilecek.

Ancak kontrol yine bakanlıkta olacak.

Esas meseleye dönüyorum.

Soruyorum.

"Neden müzelerimizi, kültür mirasımızı koruyamadık? Neden her şey elimizden uçup gidiyor?"

En büyük neden personel yokluğu.

İsen
’in söylediğine göre, son iki yıla kadar müzelere doğru dürüst eleman alınamamış.

Son 2 yılda 300 kişi alınmış ama...

İşte bu noktada Mustafa İsen içimi acıtan bir şey söylüyor.

"Açtığımız sınavlarda maalesef isteğimiz vasıflarda eleman bulamıyoruz. Çoğu yabancı dilden elendi. İhtiyacımız olan elemanların ancak üçte birini alabildik..."

Aklım almıyor...

Bu ülkede arkeolojiden, sanat tarihinden mezun olmuş bu kadar genç varken nasıl olabilir?

Bu fakültelerden mezun olmuş binlerce genç işsiz dolaşırken müzelere nasıl eleman bulunamaz?

Bu işte bir gariplik yok mu?

"Eski yıllara oranla çok daha iyi para veriyoruz ama kaliteli eleman bulamıyoruz" diyor Mustafa İsen.

Türkiye gibi zengin kültürel mirasa sahip bir ülkede tablo böyle ne yazık ki...

Peki Bakanlık üniversitelerle birlikte bu işe el atsa, yetenekli 50 ya da 100 genci özel olarak eğitse, yurtdışına gönderse olmaz mı?

"Olabilir ama önce sınavda başarılı olmaları gerekir"...

Bakanlık ağustosta yeniden sınav açacakmış.

İlgilenenlere buradan duyurulur.

Çinlilerden öneri: Tekstilde avantajlarımızı birleştirelim

KENDİMİ bir an Çin’de sanıyorum.

Yer Conrad Oteli’nin balo salonu ama baktığınızda her yere kırmızı renk ve Çince yazılar hakim.

Çince yazıların yanında Türkçeleri var: "Sponsor: Guangdong Eyaleti Valiliği."

Guangdong
Çin’in en zengin eyaleti.

Çin’in dünyaya açılan ilk bölgesi ve kişi başı milli geliri Çin’in diğer eyaletlerine göre iki kat fazla.

Guangdong Eyaleti’nin, Ankara’daki Çin elçiliğinin ve DEİK bünyesindeki Türk-Çin İş Konseyi’nin desteğiyle dün İstanbul’da düzenlediği seminer gelen Çinli işadamı sayısı bakımından ilginç.

Tam 350 Çinli işadamı burada.

Şimdiye kadar Türkiye’ye yapılan en büyük "Çin çıkarması" desem.

Çin Büyükelçisi Song Aiguo su gibi Türkçe konuşuyor.

Hem de "ivme kazandı" gibi fiyakalı sözcükler kullanarak.

Aiguo, Guangdong’u "Çin’in parlayan yıldızı" olarak tarif ediyor.

Çin’e akan yabancı yatırımın dörtte birini çektiğini söylüyor.

"Çin pazarı Türkiye için önemli fırsat" diyor.

Çin’in ithalatı halen 660 milyar dolar.

2010 yılında 1 trilyon dolara ulaşacak.

2005 yılında Türkiye ile Çin arasındaki ticaret hacmi 6 milyar 800 milyon dolar.

Bunun 6 milyar 300 milyon doları Çin’in bize ithalatı.

Geri kalanı bizim.

50 milyar dolarlık ihracat ithalat açığımızda Çin’in payı neredeyse yüzde 8.

"Tekstilde Çin tehlikesi" diye feryat ederken nedense bu açığı hiç konuşmuyoruz.

Aiguo tekstil konusuna da değiniyor.

"Tekstilde Çin’in avantajı ucuz işgücü. Türkiye’nin avantajı ise kalite, markalaşma ve pazarlara olan yakınlığı. Gelin avantajları birleştirelim"...

Çin’in Ankara elçisinden sonra Guangdong’un Eyalet Parti Genel Sekreteri ve Politbüro üyesi Zhang Dejiang’a kulak verirken anlıyorum ki gerçekten Çin büyük güç.

2010 bir yana 2020 vizyonu şimdiden belli.

Hedefe koşuyor.

Yoksulluk gündemimize oturdu

BİR ay zarfında "yoksullukla" ilgili iki büyük konferans.

Biri geçen ay Adıyaman’da yapılıyor.

BM Kalkınma Programı UNDP’nin düzenlediği konferans GAP’ta yoksulluğu ele alıyor.

Bir ikincisi de dün Ankara’da yapılıyor.

Bu kez UNICEF’in düzenlediği konferans "Çocuk Yoksulluğunun Önlenmesi" adı altında.

Türkiye’de 0 ile 15 yaş grubunda yoksulluk riski yüzde 32 oranında.

Çin 250 milyon civarındaki yoksul sayısını 23 milyona indirmiş Dejiang’ın dediğine göre...

Bizde yoksul sayısı her gün daha fazla artmakta.

Çin’den alacağımız bir ders daha.
Yazının Devamını Oku

Düşünen Adam Boğaziçi’ne gelmeden biz ona gittik

11 Haziran 2006
Çoğunuz Isabelle Adjani ve Gerard Depardieu’nün başrollerinde oynadığı "Camille Claudel" filminden mutlaka hatırlayacaksınız bu iki sanatçının imkansız aşkını. Ünlü Fransız diplomat ve yazar Paul Claudel’in ablası olan Camille Claudel, Rodin ile tanıştığında yirmili yaşlarında. Rodin kırklarında o dönemde. Camille Claudel, önce öğrencisi, ardından sevgilisi, ilham perisi ve yakın yardımcısı oluyor.

DÜŞÜNEN Adam İstanbul’a gelmeden önce biz ona gidiyoruz.

Auguste Rodin’in "Düşünen Adam"ı da dahil 203 eserinin Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenmesinden önce, Paris’te ünlü Fransız heykeltıraşın sanatını keşfediyoruz.

"Rodin Dünyası"nın içine giriyoruz.

Böyle bir dünya var çünkü.

Arkasında bıraktığı on bine yakın heykeliyle, Rönesans sanatçıları gibi çok kişiyi çalıştırdığı atölyesiyle, modelleriyle, Camille Claudel aşkıyla, eserlerinin yol açtığı skandallarıyla ayrı bir dünya.

Paris’te bu dünyayı keşfetmeye çıktığımızda şanslıyız.

Zira bize refakat eden iki kişi var bu gezimizde.

Biri Sakıp Sabancı Müzesi’nin Direktörü Nazan Ölçer, diğeri Rodin Müzesi’nin Müdür Yardımcısı Hugues Herpin.

Ölçer,
aylardan beri hazırladığı sergi nedeniyle Rodin’in hayatını, eserlerini yutmuş adeta.

Herpin ise Rodin hakkında birkaç kitap yazmış.

Sanatçının sanat ve özel yaşamını ince detaylarıyla biliyor.

Onunla ilk durak, Rodin’in Paris dışındaki ev-atölyesi "Villa des Brillants".

Heykeltıraşın ve 1917’de ölümünden birkaç ay önce evlenmiş olduğu Rose Beuret’nin mezarları da villanın bahçesinde.

"Düşünen Adam" heykelinin altında.

Seine Nehri’ne bakan bahçedeki atölye, müze gibi düzenlenmiş.

Sonradan bronza dökülecek ya da mermerde yontulacak heykellerinin bazı alçı kalıpları burada.

Herpin’in anlattığına göre, Rodin her bir eseri için çeşitli alçı kalıplar çıkartır, sonra çalışmasının hangi safhalardan geçtiğini gösteren kalıpları korurmuş.

Böylece, zaman zaman birbirleriyle bağdaştırdığı sonsuz kalıba sahipmiş.

Her yapıtının üç ayrı boy kopyalarını yaparmış.

Ayrıca antikacıları dolaşır eski Grek ve Roma heykellerinin de çeşitli uzuvlarını toplarmış.

Bunlardan bazılarını da kullanırmış.

SKANDAL YARATAN BALZAC HEYKELİ

Sanatçının "Villa des Brillants"daki atölyesinde, döneminde büyük gürültü kopartmış olan Balzac anıtının kalıpları da var.

Balzac heykeli bile tek başına Rodin’in sanatının ipuçlarını vermeye yetiyor.

Ünlü yazarın göbekli, gözleri abartılmış heykeli klasik Yunan ve Roma heykel sanatıyla tam bir tezat.

Rodin’in özelliği bu.

Heykelleri klasik heykeller gibi hiçbir zaman kusursuz olmamış.

Taşı yontarken kendi duygularını, gözlemlerini katmış.

Mesela Balzac’ın gözlerinin abartılı olmasındaki neden, yazarın Fransız toplumuna yönelttiği eleştirel bakışın sembolü.

Balzac anıtını sipariş eden başka ünlü bir yazar Emile Zola.

O dönemde Dreyfus skandalı nedeniyle zaten topun ağzında olan Zola’nın sipariş ettiği Balzac anıtı, alışılmış ölçülerin dışına çıkınca haliyle skandal kopmuş.

İstanbul’a gelen Victor Hugo anıtı ise öyle büyük fırtınalar estirmemiş.

Bir gün sonra yine Hugues Herpin’in refakatinde bu kez Paris’in göbeğindeki Rodin Müzesi’ndeyiz.

60 yaşlarına doğru ününün doruğuna ulaşan Auguste Rodin, belli ki iyi de para kazanmış.

Çünkü "Villa des Brillants"dan başka, günün birinde müzeye dönüştürmek fikriyle bugün Rodin Müzesi’ni de barındıran muhteşem binayı kendi satın almış.

CAMILLE CLAUDEL YA DA İMKANSIZ AŞK

Rodin Müzesi’nin bizim için en cazip yanı, Camille Claudel’in de yapıtlarını barındırması.

Ünlü kadın heykeltıraşın eserlerini görsek, Claudel ile Rodin arasındaki imkansız aşkın ipuçlarını yakalayacağız sanki.

Ama şansımız yok çünkü Camille Claudel’in müzedeki tüm yapıtları yurtdışında, sergi turunda.

Diğerlerini de zaten kendisi, kendi elleriyle yok etmiş.

Eserleri olmasa da Camille Claudel’in Rodin Müzesi’nde varlığı daha fazla seziliyor.

Birlikte gerçekleştirdikleri, tasarladıkları heykellerin çoğu burada.

Zaten Hugues Herpin’in söylediği gibi, "Villa des Brillants", Camille Claudel için "yasaklı bir bölge".

"Kimilerine göre Camille bazı geceler buraya gelip demir parmaklıkların gerisinden eve bakarmış"
diyor Herpin.

Çoğunuz Isabelle Adjani ve Gerard Depardieu’nün başrollerinde oynadığı "Camille Claudel" filminden mutlaka hatırlayacaksınız bu iki sanatçının imkansız aşkını.

AKIL HASTANESİNDE 30 YIL YATIYOR

Ünlü Fransız diplomat ve yazar Paul Claudel’in ablası olan Camille Claudel, Rodin ile tanıştığında yirmili yaşlarında.

Rodin kırklarında o dönemde.

Camille Claudel, önce öğrencisi, ardından sevgilisi, ilham perisi ve yakın yardımcısı oluyor.

Rodin, yıllardan beri Rose Beuret ile birlikte.

Ama ondan doğmuş oğlunu asla kabul etmiyor.

Hayatı, bu iki kadın Camille Claudel ile Rose Beuret arasında "git-gel"lerle geçiyor.

Sonunda kazanan Rose Beuret oluyor.

Rodin’i Rose’dan kopartamayan Camille Claudel, giderek hırçınlaşıyor, aşkından uzaklaşıyor ve kendisini yalnızlığa mahkum ediyor.

Sanatıyla baş başa öylesine bir yalnızlık ki bu, onu deliliğin kıyılarına sürüklüyor.

Neticede Camille Claudel, ailesi tarafından hayatının otuz yılını geçireceği bir akıl hastanesine kapatılıyor.

Hugues Herpin’in dediğine bakılırsa da, Camille Claudel’in aykırı sanatçı kimliğini asla içine sindiremeyen annesinin bunda rolü var.

Anne Claudel’in en büyük kaygısı, oğlu Paul Claudel’in diplomat kariyerine leke sürülmesi.

Akbank’ın sponsorluğunda 13 Haziran-3 Eylül tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde izleyeceğiniz eserlerde unutmayın ki, bu imkansız aşkın da izleri var.
Yazının Devamını Oku

Zeytinyağcıların keyfi yerine geliyor

9 Haziran 2006
CUNDA’da güzel bir haziran gecesi.<br><br>Turizm mevsimi henüz açılmamış olduğundan etraf sessiz, sakin. Sohbetin koyulaştığı masanın etrafında Ayvalık Ticaret Odası Başkanı Rahmi Gençer, Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçılar Birliği Başkanı Ali Güreli, Kürşat markasıyla zeytinyağı üreten Mustafa Kürşat ve Sezai Madra.

Aynı kişilerle 6-7 ay önce yine burada, bir "zeytinyağı paneli" nedeniyle birlikteydim.

Zeytin ve zeytinyağı etraflıca tartışılmıştı.

Sorunlar masaya yatırılmıştı.

Markalaşma, kapasiteyi arttırma gibi şeylerin yanı sıra Ayvalık Ticaret Odası’nın üzerinde önemle durduğu bir konu vardı:

"Coğrafi işaretleme."

Yani Ayvalık’ta üretilen zeytinyağının Ayvalık’tan geldiğini gösteren yazı.

Türk Patent Enstitüsü’ne "coğrafi işaret" için başvuru yapılmıştı o günlerde.

Sonbahar, kış, ilkbahar derken mevsimleri devirdik.

"Buralarda neler değişti panelden beri" diye soruyorum masanın etrafındakilere.

"Coğrafi işaret" meselesi henüz halledilmemiş ama "eli kulağında" diyorlar.

Duyduğum en sevindirici şey ise şu:

"Panelden sonra siz gazetecilerin zeytinyağıyla ilgili yazıları bazı çevrelerin dikkatini çekti. Olumlu gelişmeler oldu. Bazı şeyler hızlandı."

ZEYTİNYAĞI KOMİSYONU

Peki neler olmuş bizim Ayvalık yazılarından sonra?

Önce CHP ilgilenmeye başlamış zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin sorunlarıyla.

Kulak vermiş onlara.

Ardından iktidar partisi de gündemine almış.

Derken Meclis’te zeytin ve zeytinyağıyla ilgili çalışmalar yapmak üzere bir komisyon oluşturulmuş.

Zeytin ağaçlarının orman arazisi vasfını kaybetmiş arazilere dikilmesine karşı çıkan TEMA ile ilişkiler düzelmiş.

Özetle 6-7 ay zarfında olumlu gelişmeler yaşanmış.

Zeytin ve zeytinyağı sektörünün Türkiye için ne denli önemli olduğu bir nebze de olsa anlaşılmış.

Bir nebze demem şundan:

Gördüğüm kadarıyla henüz ortada bu sektör için belli bir strateji yok.

İspanya 300 milyon ağacıyla 1 milyon 200 bin ton civarında zeytinyağı elde ederken, biz 100 milyon ağaçtan 150 bin ton zeytinyağı üretebiliyoruz.

İspanya örneğinden görüleceği gibi, Türkiye’nin zeytin ağaçlarının verimliliği çok daha düşük.

Neden?

Çünkü strateji yok.

Ekilecek zeytinin cinsinden tutun, ağacın nereye dikileceğine kadar verimliliği etkileyen faktörler var.

Türkiye’deki zeytin ağaçlarının yüzde 2’sine sahip olan Ayvalık tüm zeytinyağı üretiminin yüzde 6’sını karşılıyor.

Verimlilikte en başarılı bölge.

Dolayısıyla zeytinyağının merkezi diye biliniyor.

ÜRETİM VE TÜKETİM İÇİN STRATEJİ

Ayvalıklı zeytinyağcılar diyor ki, "Üretim için olduğu kadar tüketim için strateji gerekli."

Bu yıl zeytinyağı tüketimi Akdeniz ülkelerinde düşmüş.

Fiyatlardaki istikrarsızlık nedeniyle İspanya’da yüzde 27’lere varan bir düşüş görülmüş.

Tüketimdeki düşüş komşumuz Yunanistan’ı harekete geçirmiş.

Zeytinyağına yeni bir soluk getirmek için 5 milyon Euro ayırmış.

Tüketimin Yunanistan, İspanya düzeyine gelmesi bence şimdilik bir hayal.

Alışkanlık bir yana gerçek şu ki, zeytinyağı insanlarımızın çoğuna pahalı geliyor.

Refah seviyesi yükseldikçe mutlaka alışkanlıklar da değişecektir.

Bu aşamada kapasiteyi ve verimliliği artırmak belki de en doğrusu.

6-7 ay öncesine oranla zeytinyağının geleceğine daha umutla bakan Ayvalıklı zeytinyağcılar gördüğüm kadarıyla asla boş durmuyor.

Şimdilerde Zeytin Üreticileri Derneği’ni kurma faaliyetleri var.

Ayvalık çevresindeki birkaç il ve ilçeyi de kapsayacak dernek daha sonra ülke çapına yayılacak ve hesaplara göre üye sayısı 25 bini bulacak.

Zeytinyağcılar güçlü bir lobi olma yolunda.

Lobicilik, Ankara’da zeytinyağcılık sektörünün büyümesini sağlayacak yasaları kollamak ya da Brüksel nezdinde kotaların kalkması için çalışmalar yapmak için şart.

Yani nereden bakarsanız bakın zeytinyağcılar birkaç ay öncesine oranla çok daha keyifli.

Beral Madra ’Avrupa Kimliği’ sergisinin küratörlerinden

TÜRK Patent Enstitüsü "coğrafi işaret" meselesinde olduğu gibi işleri nedense ağırdan alırken, Avrupa Patent Ofisi kuruluşunun 30. yıldönümünü Avrupa’nın birkaç şehrinde açılacak sergilerle kutluyor.

"Avrupa Kimliği" temasını taşıyan sergilerin ilki Münih’te.

19 ülkeden 47 sanatçıyı buluşturan serginin bizim için önemi şu:

Sergininin küratörleri arasında Türkiye’den Beral Madra var.

Madra, Kıbrıs, Slovenya, Yunanistan, İtalya, Fransa, Macaristan ve Polonya’dan sorumlu küratör olarak yaklaşık bir yıldan beri bu ülkelerin çağdaş sanatı üzerinde çalışıyor.

Üstelik serginin açılış konuşmasını da yapmış.

Münih’ten gönderdiği notta diyor ki "AB’ye giremedik ama kültür, sanat meselesinde büyük saygı görüyoruz."
Yazının Devamını Oku