Gila Benmayor

Mao’nun ve 21. yüzyılın Çin’i yan yana yaşıyor

7 Nisan 2007
Moda dergilerinden fırlamış gibi görünen genç kızlar kendi tarzını yaratmış. Hem seyyar satıcıdan karideslerini alıp yiyor hem de Starbucks’ta oturuyorlar. Kısacası Çinlilerin Batı tarzı yaşama uyumu gayet iyi... Bir de dilleri İngilizceye dönse.

Hangzhou, Şanghay’ın üç saat uzaklığında önemli bir turistik merkez.

Çin’in en zengin eyaletlerinden Zhejian’da.

Batı Gölü kıyılarında.

Göl üzerinde bir saatlik tekne turunda karşınıza çıkan adacıklar, tepe üzerindeki tapınaklar, suyla kucaklaşmış ağlayan söğütler inanılmaz güzel.

Zaten Çinlilerin de şöyle bir deyişi var: "Gökyüzünde cennetimiz var, yeryüzünde ise Hangzhou".

Göl kıyısı biraz da mesire yeri gibi.

Piknik yapanlar, kalabalık bir topluluk önünde şarkı söyleyenler -topluca dans edenleri de gördük- ya da bir banka oturup batmakta olan güneşi seyredenler.

Kıyıdan biraz içeriye doğru gittiğinizde henüz yeni tamamlanmış bir alışveriş merkezinde Armani, Gucci, Versace gibi şık dükkanları görüyoruz. Çin’de sayılarının 75 milyona ulaştığı söylenen zenginlere hitap edecek markalar anlayacağınız.

MCDONALD’S DÜNYASI

Alışveriş merkezinin hemen karşısında ise Şanghay’da da pek sık karşınıza çıkan McDonald’s var. İşte bu McDonald’s’ın tuvaletinde hayatımdaki en anlamlı sahnelerinden birine tanıklık ettim. Beyaz saçlı, neredeyse kamburu çıkmış yaşlı bir kadın, musluğun altında, elindeki emaye bir kabı yıkıyor.

Beş dakika, on dakika...

Su akıyor... Yaşlı kadın emaye kabını sürekli ovuyor.

Ben onu seyrediyorum. Bitirdikten sonra dükkanın önündeki taburesinin üstüne kuruluyor. Sonra elinde başka bir kapla tekrar McDonald’s’tan içeri giriyor.

Onu böyle bir müddet seyrettikten sonra anladım ki, kabı yıkamak filan bahane. Çinli yaşlı kadın McDonald’s’ta kendini iyi hissediyor.

Mao döneminde büyük bir olasılıkla hayatı yokluk içerisinde geçmiş.

Şimdi McDonald’s’ın önünde gençlerin bıraktığı bisikletlere göz kulak olurken bir-iki kuruş kazanıyor. Dükkana adımını attığında ışıltılı bir dünyaya giriyor.

GELENEKSEL VE MODERN

300 milyona ulaştığı söylenen Çin orta ve üst sınıfının en gözde iki yerinden biri McDonald’s, diğeri Starbucks. McDonald’s’lar ve Starbucks’lar Batı dünyasının bu ünlü iki markası yeni yeni keşfeden Çinlilerle dolu.

Geleneksel "yeşil çay" karşısında değişik tatları olan kahveler.

Sokaklarda bambu sepetlerde satılan "Çin mantısına" karşı hamburgerler.

21. yüzyılın süper devine dönüşme yolunda ilerleyen Çin, Batı tarzı yaşamla kendi gelenekleri arasında sıkışmış diyemeyeceğim çünkü gördüğüm kadarıyla ikisi yan yana pekálá uyumlu. Bir yanda Şanghay sokaklarında kabuklu karides satan adam, kırmızı karpuz dilimlerini çubuklara dikmiş satıcı, gökdelenler arasına kaybolmuş mahalleler.

Diğer yanda moda dergilerinden fırlamış gibi görünen genç kızlar. Hem onlarınki öyle İstanbulvari "herkese benziyorum o halde şıkım" tarzı bir şıklık değil. Çoğu kendi tarzını yaratmış.

Hiç gocunmadan karides satan adamdan karidesini de alıp yiyor, Starbucks’ta da oturuyor.

Çinlilerin Batı tarzı yaşama uyumu gayet iyi...

Bir de dilleri İngilizceye dönse.
Yazının Devamını Oku

İstanbul Belediyesi daha fazla nasıl tanıtım yapabilir?

6 Nisan 2007
GEÇEN akşam İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı CNN’de izliyorum. Ahmet Hakan’ın "Tarafsız Bölge" programında Yalçın Bayer ve Hakkı Devrim soruyor, Topbaş yanıtlıyor.

İstanbul’un sorunları masaya yatırılıyor.

Vakit darlığından bazı sorunlara hiç değinilmiyor ama o ayrı mesele.

Arazi satışı, AKM’yi yıkma planları, ulaşım gibi konularla ilgili soruları yanıtlayan Kadir Topbaş’ın söyledikleri arasında bir şey özellikle dikkatimi çekiyor.

Hakkı Devrim’in "Bakın, biz bunları bilmiyorduk" demesi üzerine Topbaş şu cevabı veriyor.

"İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak yaptıklarımızı galiba iyi anlatamıyoruz. Tanıtımımızı yapamıyoruz".

İşte bu sözlere ben çok şaşırıyorum.

Zira İstanbul’da yer, gök her taraf, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı işleri anlatan pankartlarla, afişlerle dolu.

Yolunuzun üstündeki üstgeçitlere şöyle bir bakın.

Neler göreceksiniz?

Aklımda kalanları sayabilirim.

"İBB şu kadar kavşak açtı."

"İBB şu kadar iskeleyi hizmete soktu."

"Dört yılda 4 bin okul açtık."

"Sağlık ocakları kadınlarımızın hizmetinde."

Sadece üstgeçitlerde değil bu tip yazılar.

Belediyeye ait araçlarda, yollarda da görebilirsiniz İBB’nin tanıtım pankartlarını, panolarını.

Örneğin, geçen yaz başında Fenerbahçe-Caddebostan yürüyüş parkurunda, "heykel" benzeri bir şey gördüğümde pek şaşırmıştım.

"Heykelin burada ne işi var" diye düşünürken, işin aslı ortaya çıktı.

Meğer benim heykel sandığım şey, üzerinde "İBB Caddebostan Plajı-Yürüme Yolu" sözlerinin yazılı olduğu dev bir panoymuş.

Her neyse, CNN’deki programın hemen ertesi sabahı, Bağdat Caddesi’ndeyim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi geçen yıl olduğu gibi bu yıl o caddeye lale dikmiş.

Ama kafanızı bir kaldırıyorsunuz.

Etrafta laleden fazla tanıtım afişi var.

Topbaş’ın, "tanıtımımızı iyi yapmıyoruz" sözleri aklıma geldi ve hemen deklanşöre bastım.

Fotoğrafta görebileceğiniz gibi, İBB afişlerinden geçilmiyor.

Düşünüyorum da, bundan daha fazla tanıtım nasıl yapılabilir?

Kaldı ki gezdiğim, gördüğüm dünya başkentlerinde, şehirlerinde belediyelerin kendi kendilerinin reklamını yapan pankartına, afişine ben hiç rastlamadım.

Siz rastladınız mı?

Bu arada söz Bağdat Caddesi’nden açılmışken dün telefonla arayan Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün söylediklerini aktarıyorum.

İBB’ye bağlı olan Park ve Bahçeler, Kadıköy Belediyesi’nin bir yıl önce bu caddeye koyduğu bankları kaldırmış.

Gerekçe?

Gerekçe şu: İBB, Bağdat Caddesi’ne kendi banklarını koyacakmış.

Yepyeni banklar kaldırılıyor yerlerine hemen hemen aynıları konuyor.

Ama şu farkla: Kadıköy Belediyesi yerine İBB yazacak.

Ne gerek var buna?

İstanbul’un en güzel caddesi neden böylesine yersiz çekişmelere sahne oluyor?

Antakya için müjdeli haber

KÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı’nın, turizm potansiyeli açısından eşsiz bir şehir olan Antakya’ya kayıtsız olduğu yolunda yazım üzerine önceki gün Müsteşar Profesör Mustafa İsen aradı.

Antakya turizmi için sevindirici şeyler söyledi.

Birinci iyi haber şu:

Turizm mevsimi bu yıl 15 Nisan’da Antakya’da açılıyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, bu tarihte Antakya’da olacak.

Turizm mevsiminin Antakya’da açılmasının özel bir anlamı var.

Bakanlık, Hıristiyanların ilk mağara kilisesinin olduğu bu şehirde bazı projeleri hayata geçirmeye hazırlanıyor.

Bu da ikinci iyi haber.

Antakyalıların özellikle Sen Piyer mağara kilisesinin bakımsızlığından, Mozaik Müzesi’nin yetersizliğinden yakındıklarını İsen’e aktardım.

İsen, hem Sen Piyer hem de Mozaik Müzesi’yle ilgili çalıştıklarını söyledi.

Madem turizm mevsimi, bu yıl Antakya’da açılıyor. Antakyalı turizmciler bu fırsatı kaçırmamalılar.

Şehir için geliştirdikleri projeleri Atilla Koç ve Mustafa İsen ile tartışmalılar.
Yazının Devamını Oku

Çin’de treni kaçırmak istemeyenler için

4 Nisan 2007
ÇİN pazarına girmek isteyen Türk işadamları hangi alanlara yönelmeli? Bu konuda hem Şanghay Başkonsolosumuz Murat Ülkü, hem Ticaret Ataşesi Göktuğ Bayrı’dan aydınlatıcı şeyler duyduk.

Başkonsolos Ülkü, Şanghay’ı biraz İstanbul’a benzetiyor.

"Şanghay’da da aynen İstanbul’da olduğu gibi bir ’değişim rüzgarı’ hissediyorsunuz" diyor.

Bana sorarsanız her iki şehrin de bir değişimden geçtiği doğru ama farklı bir biçimde.

İstanbul’un gelişmesi inanılmaz bir kaosu beraberinde getirirken, Şanghay bayağı planlı bir şekilde büyüyor.

Altı yıllık bir farkla ikinci kez gördüğüm İstanbul’dan ziyade New York havasında.

Altı yıl önce tamamlanmış ama boş duran gökdelenler şimdi geceleri ışıl ışıl.

Murat Ülkü’nün söylediklerine dönersek ilginç noktalara değiniyor.

"Çin’in stratejisi refahı mümkün olduğunca toplumun her katmanına yaymak. Refah seviyesi Avrupalı düzeyinde olan 300 milyonluk bir yeni burjuvaziden söz ediliyor" diyor.

Üstelik yeni Çin’in yeni burjuvazisi iyi para harcıyormuş.

Ticaret Ataşesi Göktuğ Bayrı, Çin’de gelişmekte olan burjuvazinin zevklerinden söz ederken Türk hazır giyimcilere çağrıda bulunuyor.

"Çin’de lüks marka giyen 75 milyon çok zengin var. 125 milyon beyaz yakalı da taklit mal giymekten kaçınıyor. O halde orta ve üst sınıfa hitap eden Sarar, Kiğılı, Mavi Jeans gibi markalar buraya gelmeli" diyor.

Yani Çin hazır giyimciler için iyi bir pazar durumunda.

Çin’e giren yabancı yatırımın 18 milyar dolarını çeken Şanghay da hangi yabancı sermayeyle ilgili olduğunun işaretlerini vermiş.

Göktuğ Bayrı bunları şöyle sıralıyor:

İleri teknoloji, bankacılık, deniz ve su yollarıyla ilgili çalışan sektörler, hizmet ve eğlence sektörleri.

Bunlar arasında Türk işadamlarının ilgi duyacakları bazı sektörler mutlaka vardır.

Söz hizmet ve eğlence sektörlerinden açılmışken Şanghay’da Türk lokantası olup olmadığını merak edip sorduk.

İki tane varmış. Birinin sahibi Bolulu ahçıları olan bir Çinli işadamıymış. Diğerinin ise Almanya’da yaşayan bir Türk.

Pekin 2008 Olimpiyatları’na hazırlanırken, Şanghay da 2010 Expo hazırlığı içersinde.

Şanghay 2010 yılında 70 milyon ziyaretçi bekliyormuş.

Çin ekonomisi yüzde 10.7 büyürken, Şanghay ekonomisinin büyüme oranı yüzde 13.

Göktuğ Bayrı
Türk işadamlarına yatırım çağrısında bulunurken "Çin trenini kaçırmayın, 2015’e kadar tüm köşe başları tutulmuş olacak" diyor.

Goldaş’ın hedefi 5 yılda 250 mağaza

DÜNKÜ yazımda Vesbo’dan Goldaş’a tranfer olan Goldaş Çin temsilcisi Birsoy Aydemir’den söz etmiştim.

Aydemir de aynen Ticaret Ataşesi gibi Çin’in hızla bir tüketim toplumu haline dönüştüğü görüşünde.

Goldaş’ın yüksek gelir grubuna hitap eden ürünleri halen Şanghay ve Hangzhou’da 8 dükkanda satılıyor.

1997’den beri Çin pazarını izleyen Goldaş’ın hedefi önümüzdeki 5 yıl içersinde Çin’in nüfusu 10 milyonun üzerinde 20 şehrinde mağaza sayısını 250’ye çıkartmak.

Fethiye neresi Yiwu neresi

ŞANGHAY Ticaret Ataşesi’nin elindeki bilgilere göre Çin’de faaliyet gösteren Türk firmaların bazıları şunlar: Ünsa, Çimtaş, Demirdöküm, Dönmez Deri.

Bu saydığım şirketler arasında 20 milyon dolarla Dönmez Deri en büyük yatırımı yapan şirket olarak görülüyor.

Bizim Şanghay’da bulunduğumuz günlerde Fındık Tanıtım Grubu’nun bazı temas ve faaliyeti olmuş.

Şanghay’ın en gözde alışveriş merkezi Nanjing Caddesi’nde I. Şanghay Fındık Festivali düzenlenmiş. Yoldan geçen Çinlilere fındık dağıtılmış.

Göktuğ Bayrı’ya Türk zeytinyağının durumunu sorduk. Tariş Çin pazarına girmiş ama İspanyol, İtalyan ve Yunan zeytinyağının rekabeti karşısında pek şansı yokmuş.

İtalyanların zeytinyağının tanıtımı için önemli reklam kampanyaları yaptıkLarına dikkat çeken Göktuğ Bayrı’ya göre, hem zeytinyağcıların hem fındıkçıların burada reklam yapmaları şart.

"Çin’de para harcanmadan para kazanılmaz" diyor.

Yatırımı düşünen Türk işadamlarına ise pazarı iyice araştırıp gelme önerisini getiriyor.

"Her gün yüzlerce e-mail, telefon geliyor. Her sektörden gelen talepleri bize bildirin diye. Çin öyle her işi yaparım diye gelinecek ülke değil. Son derece sofistike. 2006’da Ar-Ge harcamaları Japonya’ın önüne geçmiş" diyor Bayrı.

Ticaret Ataşesi olarak Çin’e gelip zarar edenleri görmüş.

Akreditif açmadan Çinli satıcıya para gönderip parasını kaptıranların "Gördüğüm ilk Çinliyi öldüreceğim" "Kendimi fabrikanın önünde yakacağım" diye konsolosluğun kapısına dayandığını anlatıyor.

"Aman işinizi garantiye almadan Çin’e gelmeyin" diye uyarıda bulunuyor.

Göktuğ Bayrı ile sohbetten iki gün sonra Şanghay havaalanındayız.

Uçağı beklerken Türkçe konuşan iki kişinin konuşmaları dikkatimizi çekiyor.

Tanışıyoruz ve Çin’e neden geldiklerini soruyoruz. Her ikisi de Çin’in Yiwu şehrine mal almaya gelmiş. Biri İzmir’den kırtasiye, diğeri Fethiye’den palet, gözlük gibi deniz malzemeleri almaya gelmiş. Sen kalk Fethiye’den Yiwu’ya deniz malzemesi almaya gel.

"Nasıl geldiniz buraya kadar" diye soruyoruz.

Yiwu’da komisyonculuk yapan Türk İzmir’den tanıdıklarıymış.

Akreditif filan yok, parayı Çinli satıcıya yatırmışlar mal Türkiye’ye gönderilecek.

"Peki ya paranızı kaptırırsanız?"

"Arada komisyoncu var. İzmir’de ailesini tanıyoruz. Yakasına yapışırız".

Tahmin edebileceğiniz gibi bu konuşmadan sonra Ticaret Ataşesi Bayrı’nın kulaklarını epey çınlattık.
Yazının Devamını Oku

Çin’de 60 bin eve girdik

3 Nisan 2007
SİZ hiç evinizdeki su borularının markasını merak ettiniz mi? Doğrusu ben etmedim.

Kısa bir süre önce evdeki tüm tesisat yenilendiği halde su borularının markasına bakmak hiç aklıma gelmedi.

Çoğumuzun düşünemediğini Çinliler düşünüyormuş. Evlerine aldıkları su borularının markalarını bilerek alıyorlarmış. Dolayısıyla 60 bin Çinli, Türk markası "Vesbo"yu bilerek, seçerek evlerine alıp takmış.

Novaplast Şirketi’nin ürünü "Vesbo" plastik borularının Çin serüvenini, markanın bu ülkedeki 10’uncu yıl kutlamaları için geldiğimiz Şanghay’da Genel Müdür Samet Samedi’nin ağzından dinledik.

Samedi, Novaplast’ın Uzakdoğu operasyonları için 1996-2000 döneminde Singapur’da yaşamış.

Singapur üzerinden Endonezya, Malezya’ya satılan Vesbo markasının Çin’e ilk girişi 1997.

Şanghay’da 2005’e kadar faaliyet gösteren Vesbo ofisi 12 eyalette bir bayilik ağı kuruyor. O tarihlerde ofisin başında bugün Şanghay Goldaş’ı yöneten Birsoy Aydemir var.

Tam 14 yıldan beri Çin’de yaşayan, eşi de Çinli olan Birsoy Aydemir, Vesbo’dan Goldaş’a transfer olmuş özetle.

Şanghay ofisini kapatmış olan Vesbo’nun bayilik ağı halen Singapur’dan idare ediliyor.

Samet Samedi ile sohbetimize dönersek, Vesbo Türkiye’den Çin’e yılda 2.5 ile 3 milyon dolarlık plastik boru gönderiyor.

Ürünler müteahhitlerden ziyade büyük yapı marketlerinde direkt Çinli tüketici tarafından satın alınıyor.

Samedi, Türkiye’den fazla Çin’i tanıyor. Bu ülkede 40’tan fazla şehri gezmiş.

"Çinliler evlerine çok düşkündürler. Evlerinin inşaatıyla bizzat ilgilenip, tesisat ürünlerini gider seçerler. Kaliteli mal isterler" diye anlatıyor.

Yılda ortalama 5-6 bin eve girdiklerini, dolayısıyla 10 yılda 60 bin Çinli aileye ulaştıklarını hesaplıyor.

Vesbo’nun 2007 yılı için önüne koyduğu hedef 9 bin Çinlinin evine girmek.

Çin’de inşaat sektörünün yılda yüzde 30 büyüdüğünü hesaplarsak hedefe ulaşmak pekálá mümkün.

Taklit ürün davasına 4 yılda sıra geldi

ÇİN pazarına girmenin en büyük tehlikesi sattığınız ürünün taklit edilmesi.

Nitekim Vesbo’nun da başına böyle bir taklit edilme hikayesi gelmiş. 2000 yılında bir bayinin ürününü taklit ederek aynı markayla piyasaya sürmesi üzerine Vesbo Çin mahkemelerine başvurmuş.

Çin taklit mallar cenneti. Davaların çokluğundan Vesbo’nun açtığı davaya ancak dört yıl sonra sıra gelmiş.

Samet Samedi, adalet sisteminin yavaş işlediğini ancak mahkemeye gittiğiniz zaman "yabancı" muamelesi görmediklerini anlatıyor.

Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesiyle doğal olarak davalar hızlanmış.

Neticede, Novaplast Çinli taklitçiye karşı açtığı davayı kazanarak, Çin pazarında marka mücadelesi veren ve kazanan tek Türk firması olmuş.

Çin’de 600 yakın plastik boru üreticisi olduğunu belirten Samedi bir süreden beri Vietnam pazarına da ağırlık verdiğini söylüyor.

Yıllık büyüme hızı yüzde 8.3 olan Vietnam’da Vesbo yüzde 40 oranında büyüyormuş.

Şanghay’daki afişlerde bir Türk top model

Vesbo Çin’deki 10’uncu yılı nedeniyle bizim de Şanghay’da bulunduğumuz sırada bir yıllık tanıtım kampanyasına start verdi.

Daha önce de Çin televizyonuna reklam vermiş olan Vesbo, şimdi hem televizyon reklamıyla hem billboard’larla atakta.

Samet Samedi’nin Çin’deki reklam kampanyası için anlaştığı isim Türk top model Tülin Şahin.

Şanghay
’ın ünlü alışveriş merkezi Ninjang Caddesi’nde dolaşırken Avrupalı yüzlerin olduğu reklamların ilgi çektiğini fark eden Samedi, Cindy Crawford’a bir su damlası gibi benzeyen Tülin Şahin’de karar kılmış.

Tülin Şahin ile birlikte Şanghay sokaklarında dolaşırken insanların "Cindy Cindy" diye genç mankenin peşinden koştuklarına tanık olduk.

Yani Vesbo’nun reklamlarının ilgi çekme olasılığı hayli yüksek.

Bu arada en başta söylemem gerektiğini en sona bıraktığını fark ettim.

Vesbo’yu üreten Novaplast şirketinin sahibi Top Air’in eski patronu Faruk Berksan.

Biz Çin’deyken neler oldu

ÇİN büyük bir değişimin tam göbeğinde. Şanghay’da kaldığımız beş gün içersinde yaşadıklarımız, gördüklerimiz buraya sığacak gibi değil.

China Daily ve Shanghai Daily gazetelerine göz attığınızda Çin’in global ekonominin dev bir aktörü olduğunu ortaya koyan haberler öylesine bol ki?

Not aldığım bazı başlıklar şöyle:

"Çin, Airbus ve Boeing’e bağımlılığını azaltmak için kendi yolcu uçağını inşa edecek. Uçakların ve motorlarının da tasarımı üzerinde çalışan Çin bu proje için ilk aşamada 7.76 milyar dolar ayırdı."

"İntel, Dalian şehrinin kuzeyinde 2.5 milyar dolarlık bir yatırımla çip fabrikası kuracak."

"Citigroup, Çin’deki şubelerininin sayısını iki katına çıkartacak."

"BMW, Çin hükümet yetkililerine araba satmak için Audi ile yarışıyor."

Bu haberden öğrendiğimize göre, Çin Hükümeti, lüks araba üreten şirketlerin iyi müşterileri.

Yani Çinli üst düzey siyasiler, bürokratlar öyle Avrupalı meslektaşları gibi mütevazı sayılmaz.

BMW, Audi, Mercedes gibi markaları tercih ediyorlar çoğunlukla.

Notlarıma devam ediyorum:

"Asya Kalkınma Bankası ekonomik büyümenin "ılımlı" bir şekilde yavaşlayacağını açıkladı."

"Çin Hükümeti kırsal kesimlerde yaşayan yoksul etnik grupları kalkındırılmasını gündeminin birinci sırasına aldı."

Burada bir parantez açıyorum.

Çin’de toplam nüfusun yüzde 8.4’ünü teşkil eden 100 milyon dolayında 55 etnik grup var.

Notlarıma en son düştüğüm haber ise Shanghai Daily sayfalarında en altlardaydı:

"Mao Zedung’un hayattaki son oğlu Mao Anqing 83 yaşında öldü."

Çocukluğunun bir bölümünü Şanghay’da sokaklarda, sefalet içersinde geçirdiği söylenen Mao Anqing, Çin’in geleceğe dönük parlak yüzünü yaşayamamış nesildendi.
Yazının Devamını Oku

Mozaik müzeleri hep hayal mi kalacak?

1 Nisan 2007
Bugünlerde hem Gaziantepliler hem Antakyalılar dünyanın ikinci en önemli mozaik müzesinin kendi şehirlerinde bulunduğu iddiasında. Halen birincisi Tunus’taki Bardo Müzesi. Ancak, yeni projeye göre ya Gaziantep, ya Antakya öne geçerek dünyanın bir numaralı mozaik müzesine sahip olacak.

Antakya Belediye Başkanı Mehmet Yeloğlu’nu dinlerken kendime "Bu filmi daha önce görmüştüm" diyorum. Yeloğlu, buluşmamızdan kısa bir süre önce gezdiğimiz Antakya Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin yeni bir müzeye taşınması gerektiğini söylüyor. Yeni bir mozaik müzesi için, AB fonlarına başvuracakları bir proje hazırlığında olduklarını söylüyor.

Antakya Arkeoloji Müzesi’nde yeterince değerlendirilmeyen, depolara dahi sığmayan benzersiz mozaikler için yeni bir müze gerek.

Aynen Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ndeki Zeugma mozaikleri gibi.

Bir farkla, o da şu: Gaziantep kaynak açısından Antakya’ya göre daha şanslı.

Gaziantep Belediye Başkanı Asım Güzelbey kendisiyle son görüştüğümde, kaynak bulduklarını söylemişti.

Yer de hazırdı, geriye sadece mimari proje kalıyordu Güzelbey’in dediğine göre.

Ben de kendisine artık dünyaca ünlü Zeugma mozaiklerini barındıracak yeni bir müze için uluslararası bir yarışma açmasını önermiştim.

Ünlü bir mimarın çizdiği bir proje Gaziantep’i aynen İspanya’nın Bilbao kenti gibi bir anda balon gibi uçururdu.

Güzelbey’den yeni mozaik müzesiyle ilgili uzun zamandır ses çıkmadı.

HANGİSİ EN ÖNEMLİ MOZAİK MÜZESİ OLACAK?

İşin ilginç yanı hem Gaziantepliler hem Antakyalılar dünyanın ikinci en önemli mozaik müzesinin kendi şehirlerinde olduğu iddiasında.

Halen birincisi Tunus’taki Bardo Müzesi.

Gerçekleştirecekleri projeye göre ya Gaziantep, ya Antakya öne geçecek.

Yani dünyanın bir numaralı mozaik müzesine sahip olacak.

İki şehir arasındaki rekabeti daha fazla kızıştırmadan ilk kez ziyaret etme fırsatını bulduğum Antakya Arkeoloji Müzesi’nden söz edeyim dilerseniz.

Mozaikler Yunan, Roma ve Bizans dönemine ait.

Antakya, Romalıların üçüncü büyük şehri olmuş.

Dolayısıyla Romalı zenginlerin villaların, hamamların tabanlarında kullandıkları mozaikler nefes kesici güzellikte.

Nehirlerden çıkartılan renkli taşlardan yapılmış mozaiklerin çoğu otantik renklerini koruyor.

Paneller halinde duvarda sergileniyorlar ve çoğunda mitolojik konular işlenmiş.

Müzenin yetersiz imkanlarından ötürü olsa gerek bazı mozaiklerin renkleri solmuş.

Restorasyon açısından ise Zeugma mozaiklerinden daha şansızlar galiba.

Eksik mozaiklerin yerinin kabaca beyaza boyanmış olması gözüme hoş gelmedi.

Antakya ve çevresindeki kazılar 1932’de başlamış.

Müzenin yapımına 1934’te başlandığını ve 1948’de hizmete girdiğini hesaplarsanız mozaik restorasyonunun eski teknikle yapılmış olması mümkün.

Belki bugün elden geçirilmiş olsalardı, sonuç değişik olurdu.

Antakya Arkeoloji Müzesi’nde mozaiklerin yanı sıra takı gibi objeler, heykeller ve ilginç hikáyeye sahip Antakya Lahdi var.

APARTMANIN TEMELİNDEN ÇIKAN LAHİTTEKİ ÜÇ İSKELET

Afyon mermerinden görkemli lahit 1990’lı yıllarda Rasim Gali adlı bir Antakyalı’nın evinin temelinden çıkmış.

İnşaata başlayanların karşısına benzersiz güzellikte bir lahit çıkmış.

"İnanılmaz bir hazinenin üzerinde oturuyoruz" diyen Antakyalılar ne kadar haklı.

"Sidemera Lahdi" diye de bilinen lahitten üç iskelet çıkmış.

İki erkekle bir kadına ait oldukları sanılan iskelet kalıntıları ve kurukafalar müzede bir camekanın içersinde.

Ancak teşhirde anlamadığım bir şey vardı: Kurukafaların içerisine resmen alüminyum kağıdı konmuştu.

Müzecilikte acaba alüminyum kağıdından daha gelişmiş bir yöntem yok mu?

Bu verdiğim örnekten çıkartabileceğiniz gibi Antakya’nın acilen modern bir müzeye ihtiyacı var.

Hem Antakya’nın, hem Gaziantep’in müze hayalleri gerçekleşmezse kaybeden Türk turizmi olur.
Yazının Devamını Oku

Kültür ve Turizm Bakanlığı Antakya’ya neden kayıtsız

30 Mart 2007
GEÇENLERDE Metro Grubu’nun kızların okutulmasıyla ilgili Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle birlikte sürdürdüğü kampanya çerçevesinde yolumuz Antakya’ya düştü. Yıllardan beri görmeyi düşlediğim Antakya hem şanslı, hem şanssız.

Şanslı çünkü Kudüs ve Efes ile birlikte Hıristiyan dünyasının üçüncü en önemli merkezi.

Hıristiyanların ilk mağara kilisesi Sen Piyer burada.

Hazreti İsa’nın müritleri ilk kez Antakya’da "Hıristiyan" diye adlandırılmış.

Yani Hıristiyanlar için çok çok önemli bir yer.

Şanssız, zira turizm potansiyelini kullanamıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yunan, Roma ve Bizans dönemi benzersiz eserlerin olduğu bu şehre gereken ilgiyi göstermiyor.

Antakyalılar bir hazinenin üzerinde oturuyor ama bu işlerine yaramıyor.

Tunus ve Gaziantep-Zeugma ile birlikte dünyanın en güzel mozaiklerine sahip müzesi hem küçük, hem çok eski.

Barındırmakta olduğu eşsiz yapıtların çapına yakışmıyor.

Mozaikleri modern bir müzeye taşınırsa şehre dünya çapında ilgi artabilir.

Antakya Belediye Başkanı Mehmet Yeloğlu ile bir öğle vakti bunları konuşuyoruz.

Antakya CHP’nin kalesi olarak biliniyor ne zamandır.

CHP lideri Deniz Baykal son seçim kampanyasına Antakya’da start vermiş.

Yeloğlu, AKP’den seçimlere girerek bir önceki CHP’li belediye başkanından bayrağı devralmış.

"Antakya’ya yazık oluyor" diyor "turizm potensiyelini değerlendiremiyor".

TURİST SAYISI BELLİ DEĞİL

Kuşkusuz Türkiye’de turizm potansiyelini kullanamayan tek şehir Antakya değil.

Ama burası gerçekten farklı.

Mehmet Yeloğlu’nun Antakya için hazırlamış olduğu "turistik parkura" Kültür ve Turizm Bakanlığı yeterli ilgili göstermemiş.

Antakya’nın neredeyse antik çağlardan bu yana en uzun caddesi olan Kurtuluş Caddesi’nin rehabilitasyonu için projesi hazır.

Kaynak yok.

4 kilometre uzunluğundaki Kurtuluş Caddesi antik çağlarda mermer sütunlarla bezeliymiş.

Aynı zamanda Türkiye’nin ışıklandırılan ilk caddesi unvanını taşıyor.

Caddenin üzerindeki güzel binalar harap.

Kiminin alt katlarında ya dökülen kahvehaneler işletiliyor ya da tamirhaneler konmuş.

Binalar elden geçse Kurtuluş Caddesi abartısız Türkiye’nin en güzel caddelerinden biri olabilir.

Yeloğlu’nun dediğine göre Antakya’nın yirmi, otuz yıl sonrası için master planı hazır.

Göç alan şehir batıya doğru genişliyor.

Şehre gelen turist sayısını merak ediyorum.

İşte bu noktada rakamlar hayli kafa karıştırıcı.

Belediye Başkanı’na göre yılda 15 bin turist geliyor Antakya’ya.

Aynı masayı paylaştığımız Antakyalı bir turizmciye göre 2006’da 50 bin turist gelmiş.

Hangisi doğru?

Bu arada, Antakya’nın turist sayısını önemli derecede artıracak havaalanının yıl sonuna doğru devreye gireceğini öğrendik.

Bugün Adana Havaalanı’na inen yolcuların yüzde 40’ı Antakya yolcusuymuş.

Havaalanının devreye girmesi Antakya’nın kaderini değiştirebilir.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu tarihi şehre kayıtsız kalmaması koşuluyla elbet.

Eski sabunhane 4 milyon dolara butik otel oldu

ANTAKYA gezisi sırasında konakladığımız Savon Oteli yukarıda sözünü ettiğim Kurtuluş Caddesi üzerinde.

Osmanlı döneminde imparatorluğun önemli bir sabun imal etme merkezi olan Antakya’da bir zamanlar 16 tane sabunhane olduğu söyleniyor.

İşte bunlardan bir tanesi de şehrin önde gelen ailelerinden Şehoğlu’lara ait.

Ailenin genç kuşak temsilcilerinden Abdullah Şehoğlu, Kurtuluş Caddesi üzerinde bir kervansarayı andıran bu sabunhaneyi değerlendirmek istemiş.

Ve yaklaşık dört yıl önce "inanç turizmi" rüzgarının estiği günlerde, Kalkınma Bankası’ndan aldığı krediyle sabunhaneyi otele çevirmiş.

Yaklaşık 4 milyon dolara mal olan otelin 43 odası var.

Doluluk kapasitesi yüzde 60 dolayında.

Abdullah Şehoğlu da aynen Belediye Başkanı gibi havalaalanı devreye girdikten sonra bu kapasiteyi arttıracağına inanıyor.

Değerli ama köhnemiş Kurtuluş Caddesi üzerinde bir "vaha" etkisi bırakan Savon Oteli’nin 1860’lı yıllarda bir sabunhane olarak inşa edildiğine inanmak güç.
Yazının Devamını Oku

AB dünyaya açılmak mı kapanmak mı

27 Mart 2007
BERLİN’de önceki gün AB’nin 50’nci yıldönümü kutlandı.<br><br>Türkiye’nin davetli olmadığı tören sonrası okunan Berlin Deklarasyonu’na Fransızların baskısıyla "genişleme" sözcüğü girmemiş. Berlin töreninden hemen sonra Fransız Televizyonu’na çıkan İçişleri Bakanı Sarkozy üstüne basa basa "Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemiyorum" diyor.

Fransa istemiyor, Almanya da öyle.

İtalya Başbakanı Prodi en aklı başında sözleri söylüyor: "Avrupa’nın gelişmesi ülke sayısıyla ya da ülke boyutuyla ilgili değil. Motivasyon ve tarihle ilgili."

Ünlü İrlandalı şarkıcı Bono’nun da 50’nci yıldönümüyle ilgili söyleyecek bir çift sözü var:

"İrlanda AB’ye girmeden önce Atlantik’te kaybolmuş bir kaya parçasıydı. Bugün Avrupa’nın en dinamik ülkesi. Bundan sonra Avrupa’yı inşa etmek dünyaya açılmaktır."

Avrupa içine Türkiye’yi almadan asla dilediği çapta bir global oyuncu olamayacak.

Bono bunu görüyor.

Merkel ve Sarkozy görmüyor.

Hintlilerin içtiği temiz suya İstanbul’dan onay

5’inci Dünya Su Forumu 22 Mart 2009’da İstanbul’da.

Dünya Su Konseyi tarafından her üç yılda bir yapılan su forumunun sonuncusu Meksika’daydı.

İstanbul’daki su forumunu hazırlayan DSİ (Devlet Su İşleri) forum deneyimlerinden yararlanmak amacıyla Meksikalı yetkilileri Türkiye’ye davet etmiş.

Geçenlerde Meksika Ulusal Su Komisyonu Başkanı Jose Luis Luege ile sohbet imkanı bulduk.

Meksika’da 2006 yılının mart ayında düzenlenen su forumuna 27 bin kişi katılmış,

İstanbul’a 15 bin ila 20 bin arasında bir katılım bekleniyor.

Luege "Türkiye’nin su açısından zengin bir ülke olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Kar depolayan yüksek dağlar, akarsular açısından zengin olduğumuza göre Luege haklı.

Ama diğer yanda sürekli "susuzluk" çeken bir ülke değil miyiz?

Özellikle de bu yaz "susuz günler" tehdidiyle karşı karşıya değil miyiz?

Bu işte bir tuhaflık yok mu?

Hem zenginiz, hem yoksul.

Yaman çelişki.

Suyun yüzde 75’inin kullanıldığı tarımda bilinçsiz tüketim "varlık içinde yokluk" çekmemizin temel nedenlerinden biri.

İşte bu noktada 2009 yılında İstanbul’da yapılacak Su Forumu bizim için iyi bir fırsat.

Luege’nin söylediğine göre, Meksika kendi düzenlediği forumdan iyi dersler çıkartmış.

Tarımda suyu daha verimli kullanmayı, akarsuların su kalitesini iyileştirmeyi öğrenmiş.

Türkiye’nin de düzenleyeceği forumdan çıkartacağı dersler olacaktır mutaka.

Yeter ki bu önemli foruma iyi hazırlanalım.

DSİ Başkanı Veysel Eroğlu’nun bu konuda hayli iddialı olduğunu okudum.

Eroğlu, "Çok iyi hazırlanıyoruz. Dünya Su Forumu bundan böyle İstanbul öncesi ve İstanbul sonrası diye anılacak" demiş.

Umarım öyle olur.

15 DAKİKADA BİR KİŞİ

"Susuzluk", "Demokles’in Kılıcı"
gibi başımızın üzerinde sallanırken geçenlerde Fransız Le Monde Gazetesi’nde suyla ilgili bir haberi okurken gözüme Marmara Üniversitesi ilişti.

Dünyada sağlıksız sudan her 15 dakikada bir kişi ölüyormuş.

Dolayısıyla şimdilerde suyu arıtma teknikleri hayli revaçta.

Su arıtmanın değişik yöntemleri var.

Bunlardan bir tanesi de güneş enerjisini kullanmak.

Bu yöntemi kullanmak için oldukça basit bir alet geliştiren Hollandalı Nedap Şirketi Marmara Üniversitesi’nden onay almış.

Üniversiteye göre Nedap Şirketi’nin aleti yüzde 99 oranında etkin.

Hollandalı şirketin geliştirdiği, bir Türk üniversitesinin değerlendirip, onayladığı alet yaklaşık bir buçuk yıldan beri Hindistan’da Panjkosi köyünde kullanılıyor.

Hintli köylüler mikroptan, bakteriden arındırılmış su içiyor.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’dan bir ölümsüz geçti

25 Mart 2007
Fransız Akademisi bir efsane. Kral XIII. Louis döneminde, Kardinal Richelieu’nun 1635’te kurduğu Akademi’nin üyelerine "ölümsüzler" deniyor. Richelieu eserleriyle sonsuza dek yaşayacak olanların böyle anılmasını istemiş. İşte bu "ölümsüzler" Fransız Akademisi’ndeki koltuklarına bir oturdular mı artık ölünceye dek oradalar.

Bin bir naz niyazla seçilen Fransız Akademisi’nin 40 üyesi ne üyelikten atılabiliyor ne de kendileri istifa edebiliyor.

Peki Fransız Akademisi ne iş yapar? Fransız dilinin doğru konuşulması için kuralları koyar, sözlük hazırlar ve kitap ödülü dağıtır diyebilirim kısaca. Akademi ilk sözlüğünü ancak 60 yılda tamamlayabilmiş.

Her bir sözcük üzerinde aylar, kimi zaman yıllar süren derin tartışmalar nedeniyle Akademi’nin 1635’ten bugüne /images/100/0x0/55ea5ea8f018fbb8f87b7c7ckadar tamamlayabilmiş olduğu sözlük sayısı topu topuna sekiz tane.

Üyelik seçimlerinde dediğim gibi kılı kırk yarsa da Fransız Akademisi’nin bu konuda yaptığı ciddi hatalar var.

MOLIERE’İ KABUL ETMEDİLER

Örneğin Moliere’in Akademi’ye kabul edilmemesi bugün üyelerin hálá hayıflandıkları bir konu.

Moliere gibi "ölümsüzler" arasına kabul edilmeyen ünlü isimler arasında filozof Jean-Jacques Rousseau ve ünlü yazarlar Balzac, Emile Zola, Sartre ile Camus’yu saymak mümkün.

Emile Zola adaylığını tam 24 kez koymuş ama seçilememiş.

Fransızların gözünde neredeyse bir kahraman olan Victor Hugo ise beş kez başvurduktan sonra koltuğuna kavuşmuş.

Fransız Akademisi kurulduğu ilk günden beri "maço" bir kurum. Neredeyse 350 yıl boyunca tozlu koltuklarına "dişi bir sinek" bile konmamış.

1980 yılında Akademi’ye ilk kabul edilen kadın yazar Marguerite Yourcenar. Akademi’ye kabul edildiğinde 76 yaşındaki Yourcenar koltuğunun keyfini pek çıkartamamış, kısa bir süre sonra ölmüş.

Aradan sekiz yıl geçtikten sonra Akademi’nin Seine Nehri kıyısında, Condi rıhtımındaki görkemli sarayına ayak basmayı başarmış ikinci kadın Jacqueline de Romilly. Üçüncüsü ise 1990’da seçilen Helene Carrere d’Encausse.

AKADEMİ’DE DÖRT KADIN

Halen Fransız Akademisi’nin daimi sekreteri olan Helene Carrere d’Encausse geçenlerde bir konferans vermek üzere İstanbul’daki Fransız Lisesi Notre Dame de Sion’un misafiriydi. Yukarıda verdiğim bilgileri de zaten onun ağzından dinledik.

2000 yılında Florence Delay’ın, 2006 yılında Cezayir asıllı yazar Assia Djebar’ın de seçilmesiyle "ölümsüzler"in koltuklarında oturmayı başarmış kadınların sayısı dörde yükselmiş.

"Akademi’deki kadın oranı şimdilik yüzde 10. İlk hedef bunu yüzde 20’ye yükseltmek" diyen Helene Carrere d’Encausse’un bu sözleri Condi rıhtımındaki erkek dinozorları pek sevindirmiyor olsa gerek.

Zira d’Encausse söylediğine göre, Fransız Akademisi’nin yaşlı erkek dinozorları hálá aralarında kadın görmeye pek alışmamış. Aynen bizim Meclis’teki erkek milletvekilleri gibi.

Her neyse, Rusya üzerinde uzmanlaşmış olan Helene Carrere d’Encausse, "Parçalanan İmparatorluk" adında 1978’de yayınladığı kitabında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini ilk iddia edenler arasında.

O gece Notre Dame de Sion’un salonunda, Akademi’nin "ölümsüzünü" dinleyenler arasında Yaşar Kemal de var. Legion d’Honneur sahibi Yaşar Kemal ile Helene Carrere d’Encausse’un ortak yanları ise romancının ünlü eseri İnce Memed.

Hayatının bir döneminde, Paris’te Doğu Dilleri Okulu’nda Türkçe eğitimi almış d’Encausse iki yıl boyunca İnce Memed çevirisi üzerinde çalışmış. Gerçi çeviri yayınlanmamış ama neticede Helene Carrere d’Encausse, Yaşar Kemal’i ve eserlerini iyi tanıyan biri.

2009 yılı Fransa’da "Türk Yılı." Düzenlenecek etkinlikler çerçevesinde kitap fuarı da var ve Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Paul Paudade, Yaşar Kemal’i fuara davet ediyor. Yaşar Kemal "Olmaz, gelmem" diyor.

Helene Carrere d’Encausse’un "Gelin Akademi’de ölümsüzlerin portreleri altında bir öğle yemeği yiyelim" teklifine ise "evet" diyor. "Ne de olsa akademisyenlerden zarar gelmez!"

Yaşar Kemal
’in bir bildiği vardır mutlaka?
Yazının Devamını Oku