Gila Benmayor

Siyasi partiler acaba yoksulluğa sağlığa, eğitime kafa yoruyor mu?

15 Mayıs 2007
SİYASİ partilerimizin yoksulluk, sağlık, eğitim gibi alanlarda sosyal politikaları nedir? Yoksulluğu azaltmaya yönelik programları var mı yok mu?

22 Temmuz’a erken genel seçimlere hazırlanan partilerden bu konuda ben henüz herhangi bir şey duymadım.

Siz duydunuz mu?

Oysa rakamlar ortada.

Resmi verilere göre Türkiye’de 15 milyon yoksul var.

Yoksul olanlar sadece işsizler değil.

Ücretli maaşlı kesimin yüzde 19’u, kendi hesaplarına çalışanların ise yüzde 27’si yoksul.

Kadınlarda bu oran daha da yüksek.

Nüfusun yüzde 20’si "Yeşil Kart" dahil herhangi bir sağlık güvencesinden yoksun.

Eğitim derseniz o da ayrı bir sorun.

Tam da seçim öncesi bu sorunlara dolayısıyla devletin sosyal politikalarına dikkat çeken iki önemli araştırma raporundan söz etmek istiyorum.

Raporları hazırlayanlar, Boğaziçi Üniversitesi "Sosyal Politika Forumu" kurucularından Profesör Ayşe Buğra ile Profesör Çağlar Keyder.

Birinin başlığı "Kamu Sosyal Koruma Harcamalarının Karşılaştırmalı Analizi".

Yani Türkiye’nin kamu sosyal harcamaları AB’ye, Latin Amerika’ya, Kore’ye göre nedir?

Hangi noktada olduğumuzu görmek için önemli bir rapor.

UNDP’nin desteğinde hazırlanan ikincisi ise "Sosyal Yardım Uygulamaları ve Öneriler".

Birinci raporun sunumunu yapan Profesör Buğra iki şeyi vurguluyor:

Devletin kamu sosyal harcamalarıyla ilgili sağlıklı veri yok.

Yoksulluk, eğitim öyle sosyal sorumluluk kampanyalarıyla, hayırseverlikle, gönüllülükle, belediyelerin yardımlarıyla üstesinden gelinecek şeyler değil.

Belki sorunları hafifletir ama kökten çözmez.

Dolayısıyla sosyal politikalar oluşturmak şart.

Tam da bu satırları yazarken dünkü gazetelerde şöyle haberler gözüme çarpıyor.

"Yoksulluk için Gıda Bankası kuruldu".

"Yoksul vatandaşa özel ekmekkart"...

Bunlar yoksulluğu gerçekten azaltabilecek çareler mi Allah aşkına?

Her neyse, sizleri rakamlara boğmak istemiyorum.

Kamu sosyal harcamaları bizde GSYİH’nin yüzde 12.5 civarında.

Komşumuz Yunanistan’da ise tam iki katı.

Önemli bir tespit şu:

Avrupa Birliği üyeliğiyle Yunanistan’ın kamu sosyal harcamaları artmış.

Özetle, Türkiye "yaşlılık", "sağlık" "eğitim" gibi harcamalarda Avrupa’nın hayli gerisinde.

Eğitim harcamalarında ’uçurum’ var

EĞİTİMDE bir arpa boyu yol aldık mı bilmem.

Fazla söze gerek yok.

İki yandaki tablo durumu gözler önüne seriyor.

Toplam kamu eğitim harcamalarında durum o kadar kötü görünmese de kişi başına hesaplandığında "kara tablo" ortaya çıkıyor.

0 ile 19 yaş grubunda kişi başı eğitim harcaması İspanya’da 3 bin 900 Euro, bizde 292 Euro.

Sağlıkta 1.8 milyar YTL tasarruf mümkün

SOSYAL Politika Forumu’nun çalışmalarına değinmişken yine devletin sağlık politikasını yakından ilgilendiren bir çalışmayı gündeme getireceğim.

13 bin doktorun üyesi olduğu sanal bir ortam var.

Hürriyet Grubu’nun sevgili doktoru Gündüz Tezmen’in de üye olduğu "Doktoruz.com".

Bilgi paylaşan, mezuniyet sonrası eğitime katkı sağlayan bir grup.

Devletin bazı ilaç harcamaları kısıtlamasından sonra Doktoruz.com düşünce kuruluşu "İstanbul Ekonomi" ile işbirliği yaparak bir çalışma gerçekleştiriyor.

AB’deki uygulamalar göz önüne alınarak yapılan çalışma şunu ortaya koyuyor:

Reçetesiz ilaçlar devletin ödeme kapsamından çıkartıldığı takdirde 1.8 milyar YTL’lik tasarruf sağlanabilir.

Bu ne demek?

Kanserli hastaların ilaçlarının kısıtlanmaması demek..

Her yıl 300 bin meme kanserinin ya da 360 bin by-pass’ın finanse edilebilmesi demek.

İşte siyasi partilerin yararlanabilicekleri bir çalışma daha.

Sosyal patlama nasıl önlenir?

TÜRKİYE’de devletin ihtiyacı olanlara yaptığı bazı para yardımları var.

Ama bunlar ne yeterli, ne de istikrarlı.

Sosyal Politika Forumu’nun UNDP desteğiyle hazırladığı raporda bunların nasıl daha etkili hale getirelebileceği yolunda öneriler var.

Meselá halen Dünya Bankası projesi olarak uygulanmakta olan "Şartlı Nakit Yardımı"nın bir devlet politikası uygulanması öneriliyor.

Başka bir öneri topluma yararlı faaliyet karşısında "asgari gelire destek" politikası.

Örnek veriyorum.

Eğitimden geçirilecek işsiz gençlere, yaşlılara bakmak, ya da bir mahalleyi güzelleştirmek gibi iş alanları oluşturulabilir.

Böyle bir proje işsiz, toplumdan dışlanmış genç erkeklere yönelik daha fazla.

Zira genç erkekler "sosyal yardım" projelerinde hiç yok.

Şiddete eğilimli gençleri bu tür projelerle hayata kazandırmak neden olmasın?

Sosyal Politika Forumu’nun bu iki değerli çalışması siyasi partilerimize yol gösteremez mi?
Yazının Devamını Oku

En etkili 100 kişiden hangilerini tanıyorum

13 Mayıs 2007
Time Dergisi dünyanın en etkili 100 kişisini seçmiş. Ben de, bu en etkili 100 kişinin bazılarıyla sadece aynı havayı teneffüs etmişim, bazılarıyla ayak üstü ve hatta daha uzun süre sohbet etme imkanı bulmuşum.

Time Dergisi son sayısında "dünyanın en etkili 100 kişisi"ni seçmiş. Peşin söyleyeyim ki, en etkili bu 100 kişi arasında Türk yok. Dergi, liderler, kahramanlar, bilim adamları, sanatçılar, işadamları diye oluşturduğu listelere en etkili 100 kişiyi yerleştirmiş.

Bu arada gözden kaçması mümkün değil; Amerikalılara da torpil geçmiş. New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg’den, başkan adayı Hillary Clinton’a tanıdık bir sürü ismin yanında itiraf edeyim tanımadığım sürüyle isim.

"Bakayım dünyanın 100 en etkili ismi kimlermiş" diye dergiyi tararken fark ettim ki bunlardan bazılarını tanıyorum. Bazılarıyla sadece "aynı havayı teneffüs" etmişim, bazılarıyla ayak üstü sohbet ve hatta daha uzun sohbet imkanı bulmuşum. Birkaç isim dışında bu "en etkili kişileri" çoğunlukla Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu toplantıları sırasında tanımışım.

Hindistan’da iktidardaki Kongre Partisi’nin lideri Sonia Gandhi bunlardan biri. Bülent Ecevit’in yıllar önce Hindistan gezisi sırasında karşılaştığım Gandhi, Time’a göre halen bu dünyanın en kalabalık demokrasisinde iktidarın dizginlerini elinde tutan kişi.

Lideri olduğu Kongre Partisi 2004’te seçimleri kazandığı halde başbakanlığı elinin tersiyle itmiş. Hindistan’da "sarili bir İtalyan’ın" ülkeyi karıştırabileceğini hesaba kattığından arka planda kalmayı tercih etmiş.

Ecevit’in ziyareti sırasında hafızam yanıltmıyorsa eğer Sonia Gandhi muhalefet lideriydi. Dönemin Türk başbakanını Yeni Delhi’deki otel odasında ziyarete gelmişti.

Yeşil sarisi ve loş otel koridorlarında asla çıkartmadığı siyah güneş gözlükleriyle oldukça alımlıydı. Korumalarıyla fırtına gibi gelip odaya girmeden önce kısa bir sohbetimiz olmuştu.

KİTABIYLA KARŞISINA DİKİLDİM

Yine Davos dışından bir isim Hillary Clinton. Onu ilk kez 1995’te Pekin’de yapılan Birleşmiş Milletler "Kadın Zirvesi"nde dinlemiş ve konuşmasından müthiş etkilenmiştim. Daha sonra Prag’da, İstanbul’da onu yine dinleme fırsatım oldu.

Üç, dört yıl önce ise, Londra’da "Yaşayan Tarih" kitabını imzaladığı ünlü "Waterstone’s" kitabevinde karşılaştık. Elimde kitabı karşısına dikildim. Türk gazeteci olduğumu öğrenince ilgi gösterdi ve konuştuk.

Diğer "tanıdık en etkili" isimlere gelince, Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve başkanı Klaus Schwab da Time’ın listesinde. Schwab, Davos’ta hep zaman konuşma fırsatını bulduğumuz kişi.

Ünlü spekülatör George Soros da öyle.

Dünyanın en "uçuk" kişilerinden İngiliz işadamı Richard Branson’u da yine bir Davos toplantısı sırasında yakından tanıdım. Bir grup gazeteciyle yaptığı basın toplantısında sorularımıza uzun uzun cevaplar verdi ama gözlerini kaçırarak. Halbuki "en etkili 100" kişi listesine girmeyi hak etmiş biri olarak bakışlarını üzerimize dikmesi gerekmez miydi?

Her neyse, Microsoft’un patronu Bill Gates ve Alman Şansölyesi Angela Merkel dinlediğim, Davos’ta ayaküstü sohbet ettiğim kişiler.

Time’in listesinde aynı "havayı teneffüs" etme mutluluğuna eriştiğim isimler ise sinema oyuncuları Angelina Jolie ve Brad Pitt.

Fark etmeden "aynı havayı teneffüs" etmiş olduğum başka "en etkili" isimler de olabilir. Bilmiyorum.

Bu arada "dünyanın en etkili 100 kişisinden", yaklaşık yüzde 10’unu tanımış olmam hayatımı hiç değiştirmedi.
Yazının Devamını Oku

Bellini’nin Fatih portresi de Vodafone’cuların eşyaları da aynı ellere teslim

11 Mayıs 2007
GÜNLERDİR tartışılan konu şu: Cumhurbaşkanı krizi, darbe söylentileri, erken seçimler gibi şeyler yabancı yatırımcıyı ürkütür mü, ürkütmez mi?

Görebildiğim kadarıyla ekonomi analistleri arasında yabancıların olup bitenlerden pek de fazla etkilenmediği görüşü ağır basıyor.

Borsaya değil ama buraya yatırıma gelen yabancıların pozisyonlarını analistler kadar yakından izleyen birini tanıdım geçen gün.

Asya Nakliyat Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ebru Demirel.

Bir nakliyat şirketinin yabancı yatırımcıyla ne ilgisi olabilir sorusu kafanıza katılmış olabilir.

Mesele şu: Asya Nakliyat yıllardan beri diplomatların, Dünya Bankası gibi uluslar arası kurum görevlilerin ve yabancı yatırımcıların evlerini buraya taşıyor.

Şirket 63 yıl önce Ankara’da baba Yönetim Kurulu Başkanı İlhan Demirel tarafından kurulmuş.

Ağırlık olarak elçilik görevlilerine VİP hizmet vermek için kurulan nakliyat şirketinin bugün portföyünde, diplomatların yanı sıra Türkiye’de faaliyet gösteren dünyanın önde gelen şirketleri, satın alma ya da evliliklere buraya gelmiş bankaları, ünlü futbolcular var.

Ebru Demirel’in bir çırpıda saydıklarından aklımda kalanlar şöyle:

Vodafone, Avea, Mercedes, Microsoft, Roche, UBS, Fortis, Deutsche Bank, Finansbank, Garanti Bankası.

Dolayısıyla Ebru Demirel’in "yabancı yatırımcı hareketlerini" analistler gibi izlemesi doğal.

Son iki yılda Asya Nakliyat’ın taşıdığı yabancı sayısında yüzde 30 oranında bir artış söz konusu.

Sadece bu oran yabancıların ilgisi için iyi bir gösterge.

Asya Nakliyat Türkiye’nin nasıl değiştiğinin barometresi gibi.

Bunu sadece yabancılar açısından söylemiyorum.

Şirketin portföyünde müzeler, sanat galerileri de var.

Bu da Türkiye’de son yıllarda sanat ve kültüre hem ilginin, hem yatırım nasıl arttığını göstermiyor mu?

RELOCATION ŞİRKETİ NEDİR?

Ebru Demirel
anlatıyor.

"En ilginç işlerimizden biri Osmanlı 700. yıldönümü nedeniyle Yapı Kredi Kazım Taşkent Galeri’sine taşıdığımız Fatih Sultan portresiydi".

Londra’daki The National Gallery’den Bellini’nin ünlü Fatih portresinin yüzyıllar sonra yeniden İstanbul’a getirmek heyecan verici bir iş olsa gerek.

Sanat eserlerini taşımak da öyle kolay bir iş değil.

Şirketin elemanları keşif yapıp nasıl paketlenebileceğini çok önceden belirliyorlarmış.

Dünyada giderek ünlenen İKSV’nin İstanbul Bienali, İstanbul Modern Müzesi, Borusan Sanat Galerisi, Garanti Galeri, Galeri İst Asya Nakliyat’ın müşterileri arasında.

Dolmabahçe Sarayı’ndan geçen yıl Abu Dabi’ye giden sanat eserleri de aynı şekilde şirket tarafından taşınmış.

Sanat eserleri şirketin özel ürettiği malzemelerle ambalajlanıyor bu arada.

Ebru Demirel 30’larında, aydınlık yüzlü yaratıcı bir genç kadın.

Aynı işi yapan iki kız kardeşi Banu Demirel ve Hülya Demirel Öztürk ile birlikte Asya Nakliyat’ı "nasıl daha ileriye götürebiliriz" diye kafa patlatıyor belli ki.

"Kadın yaratıcı zekası" bakın nasıl işe yaramış.

Bir süre önce kurdukları "Bedel Relocation Şirketi", nakliye hizmeti verdikleri kurum ve kişilere kiralık ev bulmaktan, ikamet ve çalışma izinlerini almaktan mobilya kiralamaya kadar sayısız hizmet sunuyor.

"Relocation" İngilizce yeniden yerleşme, yerleştirme anlamında.

Türkçe tam karşılığı olmadığı için olduğu gibi korunmuş.

Diyelim bir Vodafone çalışanı İstanbul’a geldi.

"Bedel Relocation Şirketi"nin kapısını çaldığında kiralık ev bulabilir, mahalleyi tanımak için destek alabilir hatta çocuğu hastalandığında bir telefonla nereye götüreceğini öğrenebilir.

"Kadın yaratıcı zekası" derken haksız mıyım?

Saylan’dan başka yaratıcı proje: Bitambiöğrenci

MEDYADAN
bugünlerde yakından izlediğimiz Türkan Saylan’a hayran olmamak mümkün mü?

Birkaç ay önce bu sütunlarda "Cumhurbaşkanı kadın olsun" diye okurlar arasında yaptığım küçük çaplı bir ankette birinci sırada gelen Saylan’ı yıllardan beri izlerim.

Yukarıda sözünü ettiğim "kadın yaratıcı zekası" olağanüstüdür.

Hatırlıyorum, bir süre önce Metro ile birlikte kız çocuklarının eğitimi için sürdürdüğü kampanya nedeniyle Adana’daydık.

Türkan Saylan öğle yemeğinde Metro Grubu’na bağlı Real hipermarket zincirinin genel müdürü Ulf Groth ile sıkı pazarlıkta gördüm. Saylan hiç üşenmeden Adana’ya Hakkari’li genç kızların dokudukları kilimleri beraberinde getirmiş, Groth’tan bunları Metro mağazalarında satmalarını istiyordu.

Hiç kuşkunuz olmasın Saylan sayesinde, bir süre sonra Hakkari kilimlerini hem buradaki, hem Avrupa’daki Metro’larda görebiliriz.

Saylan’ın her şirkete, her kuruma sunacağı pratik bir projesi vardır mutlaka.

Önümüzdeki 2 ile 30 Haziran tarihleri arasında 35. İstanbul Müzik Festivaline hazırlanan İKSV ile birlikte geliştirdiği proje son derece ilginç. Festival için bilet alan sanatseverler, "Bitambiöğrenci" projesi kapsamında diledikleri takdirde 15 ila 50 liralık bir katkıyla şimdiye kadar hiç konsere gitmemiş öğrencilere müzik zevkini tattırabilecekler.

Kendi biletinizi alırken bir küçük öğrencininkini de alıyorsunuz.

Projeyle ilgili daha ayrıntılı bilgiye "Biletix" çağrı merkezinden ulaşmak mümkün.
Yazının Devamını Oku

Sarkozy işini zamana bırakalım

8 Mayıs 2007
YAZIKLAR olsun Fransızlara. Bir kadın cumhurbaşkanı fırsatını kaçırdılar.

Daha aydınlık bir gelecek vaad eden Sosyalist Parti adayı Segolene Royal yerine, "güvenlik ön planda gelir" diyen sağcı liderı Sarkozy’yi tercih ettiler.

Sağcı parti UMP lideri Nicholas Sarkozy’ye Elysee Sarayı’nın kapıları nasıl açıldı?

Sarkozy’nin zaferinden sonra yorumları dinliyorum.

En çok üzerinde durulan nokta şu:

Sarkozy öncelikle partisine çeki düzen vermeyi başardı.

Sosyalist Parti dağınık bir görüntü verirken, sağcı UMP, lideri etrafında kenetlenmiş daha disiplinli bir parti imajı sundu.

Cumhurbaşkanlığı hedefine beş yıldan beri kilitlenmiş olan Sarkozy bu zaman zarfında yolunun üzerindeki tüm engelleri bertaraf etmeyi başardı.

Düşünün ki, kendisini başka bir adam için terk etmiş olan karısı Cecilia’yı bile geri dönmeye ikna etti.

Cecilia, Elysee Sarayı’nın "kokusunu" almazsa geri döner miydi?

O da ayrı hikaye.

Neticede Sarkozy’nin "Fransız halkı için önce güvenlik" stratejisi tuttu.

Gelelim Türkiye’ye yönelik politikalarına.

Sarkozy’nin büyük bir olasılıkla politik danışmanı, sağ kolu Patrick Deveciyan’ın telkinleriyle Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu biliyoruz.

Her fırsatta bunu dile getirdiği gibi, en son Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanı adayı Segolene Royal ile çıktığı televizyon programında da tekrarladı.

Royal karşısında Türklerin "Kapadokyalı" olduğunu iddia etti.

Avrupalı dememek için, Asyalı da diyemediği için bula bula "Kapadokyalı" sıfatını buldu Sarkozy.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAZ

Türkiye’ye önce Avrupa Birliği için "özel statü" önermişti.

Ardından birkaç ay önce "Türkiye Akdeniz Birliği’nin liderliğini üstlensin" diye başka bir öneriyle çıkagelmişti Sarkozy.

"Türkiye karşıtı" yeni Fransız cumhurbaşkanına karşı nasıl bir politika izlenecek?

Soruyu Fransa’yı ve politikacılarını iyi tanıyan DEİK bünyesindeki Fransız-Türk İş Konseyi Başkanı Uğur Yüce’ye soruyorum.

Yüce, Legion d’Honneur sahibi.

Aynı zamanda Avrupa Teknoloji Geliştirme Birliği Başkanı.

"Türkiye Mitterrand krizini atlattı. Eski başbakanlardan Balladur de Türkiye yanlısı değildi. Sarkozy krizi de geçer" diyor.

Uğur Yüce, "çiçeği burnunda cumhurbaşkanı Sarkozy’nin burnundan kıl aldırtmayacağı" görüşünde.

"Türkiye Sarkozy gibi bir handikapın üstesinden kısa vadede gelemez. Zamana bırakalım" diyor.

Yani Sarkozy’i gibi birini, bugünden yarına Türkiye yanlısı göremiyeceğiz.

Uğur Yüce, Fransız kamuoyu Türkiye konusunda ikna edildiği takdirde Sarkozy’nin politikasını değiştirebileceğini söylüyor.

UZUN VADELİ STRATEJİ

Yani Türkiye uzun vadeli bir strateji izlemek zorunda.

Sadece iş dünyası yani TÜSİAD ile değil, sanat, kültürü, eğitimi de işin içersine katmalı.

Bu aradaYüce’nin, Başbakan Erdoğan’ın yaklaşık üç yıl önce Fransa’ya yaptığı gezi sırasında Sarkozy’den randevu alınmasını önerdiğini ancak hükümetin öneriyi dikkate almadığını hatırlatıyor.

Ünlü Airbus pazarlığını yapıldığı o ziyarette Başbakan Erdoğan ile çok sayıda Fransız politikacısıyla görüştüğünü hatırlıyorum.

Hatta bunlardan Bayrou, Erdoğan’ın odasından çıkarken ayaküstü birkaç soru fırsatı çıkmıştı.

Yüce’nin o dönemdeki önerisi ciddiye alınmış olsaydı belki şimdi AKP Hükümeti’nin Sarkozy’e bazı kanalları açılmış olacaktı.

PRAGMATİK LİDER

Her neyse, Türk-Fransız Ticaret Derneği Başkanı Yves-Marie Laouenan’a da aynı soruyu yönelttim:

"Türkiye Sarkozy karşısında nasıl bir politika izlemeli?".

Uzun yıllardan beri Türkiye’de yaşayan Yves-Marie Laouenan, Sarkozy’nin son derece pragmatik bir politikacı olduğu görüşünde.

"Türkiye’nin ne özel statü önerisine, ne de Akdeniz Birliği Başkanlığı gibi bir öneriye sıcak bakmadığını anlayacaktır kısa zamanda" diyor.

"Önünde Angela Merkel örneği var" diye ekliyor.

Türkiye karşıtı Merkel, başbakan olduğunda, hatta İstanbul ziyaretinde "Türkiye’ye üyelik vaadimizi yerine getireceğiz" dememiş miydi?

Aynı vaadi veren ülkeler arasında Fransa’da var.

Dolayısıyla Sarkozy Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı olarak bu vaadi tutmak zorunda Laouenan’a göre.

Bu arada şunu da akılda tutmakta yarar var.

Merkel, gibi Sarkozy de ABD ile sıcak ilişkiler içesinde.

ABD eğer gerçekten AB üyeliğimizi desteklemeye devam ediyorsa Sarkozy’yi yumuşatabilir.
Yazının Devamını Oku

Dara’nın küçük rehberleri

6 Mayıs 2007
Barajıyla, su bentleriyle, kilisesiyle, kaya mezarlarıyla, tiyatrosu, agorasıyla antik şehir Dara’yı kimse küçük rehberlerden daha iyi bilemez. Arkeolojiyle gönül bağıma rağmen bugüne kadar "Dara"yı görmemiş olmam büyük bir kayıpmış.

Dara, Mardin’in yaklaşık 30 kilometre güneyinde bir antik şehir.

Hürriyet Cuma ilavesinin sanırım iki yıl önce yaptığı "keşfedilmemiş en güzel antik şehirler" sayfasında ikinci sıraydı.

Zaten Mardin’deki Erdoba Konakları’nın sahibi Hürriyet’in o sayfasını çerçeveletip duvara asmasaydı Dara asla /images/100/0x0/55eb3d4df018fbb8f8b44f08düşmeyecekti aklıma.

Duvarda o sayfayı görür görmez Mardin’e birlikte geldiğimiz küçük grubu hareketlendirdim. Midyat’a gidecekken şoförümüz direksiyonu ters yöne çevirdi. Ve yaklaşık 45 dakika sonra Dara’ya vardık. Önce yeni doğmuş kuzuların, koyunların önlerinde otladıkları sarımsı kocaman kayalar çıktı önümüze.

Kaya mezarlarını ve kilise olduğu söylenen bir yeri gezdik. Sonra köyün içine girdik.

Köyde görüp de resmen nefesimi kesen yere geçmeden önce Dara’nın tarihini anlatayım dilerseniz. "Mezopotamya’nın Efes"i diye bilinen Dara, Doğu Roma ve Bizans imparatorluklarının en önemli şehirlerinden biri. İpek Yolu’nun üzerinde. Mezopotamya’nın ilk barajına ve sulama kanallarına sahip olmuş.

Halen bu antik şehirde kazılarını sürdüren Profesör Metin Ahunbay, "Mardin, Taşın Belleği" kitabında Dara’nın Roma imparatoru Anastasius tarafından kurulduğunu söylüyor.

Dara’nın bir diğer adı da Anastasiopolis. Dara adı M.Ö 500’lü yıllarda buralardan geçen Pers Kralı Darius’tan miras. Dara antik harabeler üzerine kurulmuş sevimli ve hüzünlü bir köy.

Evlerinin her birinde yüzyıllara meydan okuyan antik taşlar kullanılmış. Dahası var.

O NEFES KESEN ŞEY

Evler antik kalıntıların üzerine konmuş. Köye girer girmez karşınıza çıkan ilk ev böyle. Yarısı aralarına pencereler yerleştirilmiş yüzyıllık taşlar, diğer yarısı beton. İşte bu evin mahzeninde o sözünü ettiğim nefes kesen şey karşıma çıktı.

Evin altında demir bir kapıdan geçtikten sonra, önce kıvrıla kıvrıla, sonra düz bir şekilde devam eden merdivenleri iniyorsunuz.

Karşınıza muhteşem bir yapı çıkıyor. Kimilerine göre bir zindan, kimilerine göre bir tapınak ya da sarnıç. Kemerli dev sütunlarıyla yapı, bugüne kadar dimdik ayakta.

Yerin altında böylesine bir şeyle karşılaşmak mucize gibi. Merdivenler ve mekan Mardin Müzesi tarafından aydınlatılmış.

Herkes böylesine muhteşem bir eserle karşılaşmanın heyecanıyla nereye bakacağını şaşırmışken aniden elektrikler kesiliyor. Karanlıktayız.

Bu arada söylemeyi unuttum, kuzuların otladıkları o muhteşem kayalıklardan beri peşimizde bir çocuk ordusu var.

Dara’nın tarihçesini, neyin ne olduğunu birbirleriyle yarışır şekilde anlatıyorlar. "Biz Dara’nın rehberleriyiz" diyorlar.

REHBERİM BEN

Bilirsiniz, Diyarbakır, Hasankeyf, Şanlıurfa’da böyle "gönüllü rehberler" vardır.

Ama Dara’dakiler pek iddialı.

Işıklar gittikten sonra bizi yeryüzüne çıkarmak için seferber oluyorlar.

Karanlıkta onlardan birinin eline tutarak yukarıya doğru tırmanırken birden siyahlar giyinmiş genç bir kız dikiliyor karşıma.

"Kimsin" diye soruyorum.

"Rehberim ben..."

Bir tane daha.

Yukarı çıktığımızda mesele anlaşılıyor. Gerçekten hepsi birer rehber.

Hem burada kazılarını sürdüren Metin Ahunbay’dan öğrenmişler bir sürü şeyi, hem Mardin Valiliği’nden rehberlik eğitimi almışlar.

Şapkası dahil tüm giysileri siyah olan genç rehberin adı Pınar. İlkokul ikinci sınıftan ayrıldığına inanmak zor. Konusuna öylesine hakim ki..

Pınar ve diğer küçük rehberler şimdi Mardin Valiliği’nden gelecek "rehberlik sertifikalarını" bekliyor.

Eğer bir gün yolunuz Mardin’e düşerse, mutlaka ama mutlaka bu hüzünlü antik şehir Dara’ya uğrayın.

Mutlaka bu küçük rehberler size eşlik etsin. Çünkü barajıyla, su bentleriyle, kilisesiyle, kaya mezarlarıyla, tiyatrosu, agorasıyla Dara’yı onlardan daha iyi kimse bilemez.

Her biri Dara’yla yoğrulmuş çünkü.
Yazının Devamını Oku

Erken seçimde 25 yaşı düşünen kadını düşünecek mi

4 Mayıs 2007
ERKEN seçim tartışmalarını izlerken aklıma "kadınların durumu ne olacak" sorusu düştü aniden. 2002 seçiminde siyasi partilerin kadınları aday listelerinin en sonlarına koymalarının neticesini gördük.

Meclis’te "kadının adı yok".

Türkiye, kadının parlamentoda en düşük oranda temsil edildiği ülke rekoruna sahip neredeyse.

Yüzde 4.4’lük bir oranla yanılmıyorsam 167 ülke arasında 163’üncü sıradayız.

Zaten bu oran da Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl yayınladığı "Kadın-Erkek Eşitsizliği" raporunda en alt sıralarda yer almamızı etkileyen faktörlerden biri.

En önemlisi.

Zira kadın Meclis’te gerektiği şekilde temsil edilmediği sürece "kadın-erkek eşitsizliği"ni gidermek mümkün değil.

Şimdi erken seçim telaşına düşmüş partiler acaba bu kez "kadın"ı hesaba katacak mı?

Yüzde 4.4’lük ayıbı telafi etmek için bir girişimde bulunacak mı?

KADER’in başlattığı "Bıyıklı Kampanya" hatırlayacaksınız.

Bir süre önce sokakları süsleyen Ümit Boyner, Lale Mansur gibi ünlü kadınların bıyıklı, kravatlı afişlerini de.

Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği, bu "Bıyıklı Kadın" kampanyasıyla bu oranın ilk aşamada yüzde 10’a çıkmasını talep ediyordu.

Meclis’te daha fazla kadın için kampanyasını aşama aşama yapmayı planlayan KADER son gelişmeler üzerine bazı şeyleri hızlandıracak.

Peki madem 25 yaş için bir Anayasa değişikliğine gidilmesi söz konusu aynı pakete "kadınlara kota" da eklenemez mi?

Soruyu KADER Başkanı Seyhan Ekşioğlu’na yönetiyorum.

Ekşioğlu hukukçu.

İstendiği takdirde "kadın kotası"nın da Anayasa değişikliği paketine alınabileceği görüşünde.

"Bunun için hiçbir engel yok. 25 yaş gibi kadın kotası da Anayasa değişikliği paketine dahil edilirse kadın-erkek eşitliği için büyük bir adım atılmış olur" diyor.

Bu yapılmazsa sadece KADER’inki gibi kampanyalarla yüzde 4.4’lük oranının üzerine çıkmak zor gibi.

Bildiğim kadarıyla AKP’nin bir süreden beri "81 ile 81 kadın vekil" gibi bir çalışması var.

"AKP 81 kadın milletvekili çıkartmazsa dahi 50’yi mutlaka bulur" diyenleri duyuyorum.

Diğer partilere gelince...

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın "kadın" meselesini ön plana çıkarma eğiliminde olduğu yolunda bazı duyumlar var.

Peki CHP, DSP, ANAVATAN gibi partilerin bu konuda görüşleri nedir?

Meclis’teki yüzde 4.4’lük oranı yukarı çekmek için bir çalışmaları var mı?

Bilmiyoruz.

Var ise açıklasalar da öğrensek.

Bankacılar ’önce bebek’ diyor

ERKEN seçim, Cumhurbaşkanlığı seçimi iyi güzel de Türkiye’nin ciddi sorunlarının olduğunu da unutmayalım.

Yıllardır halledilmemiş meseleler.

Kadın-erkek eşitsizliği, eğitim, sağlık gibi.

Bebek ölümleri gibi.

Türkiye’de yeni doğan her bin çocuktan 29’unun, yani günde ortalama 110 bebeğin ilk aylarında öldüğünü biliyor musunuz?

Karşılaştırma yapmak gerekirse bu oran Yunanistan’da yüzde 5.

Suriye’de yüzde 22.

Neden Türkiye’de bebekler ölüyor diye merak ediyorsanız hemen söyleyeyim.

Hastanelerdeki cihaz eksikliğinden, mikrobik hastalıklardan, zamanında tıbbi müdahale yapılmamasından.

Türkiye Bankalar Birliği dört yıldan beri bu çok ciddi soruna el atmış durumda.

Dört yılda, Türkiye’nin dört bir yanında hastanelere dağıtılan 331 cihazla 10 bini aşkın bebek yeniden hayata dönmüş.

Rakamlar ortada:

36 ilde 331 cihaz 10 bin bebeği kurtarmış.

Geçen hafta Türkiye Bankalar Birliği Genel Sekreteri Dr. Ekrem Keskin’in de dahil olduğu küçük bir grupla Mardin’deydik.

Bankalar Birliği’nin, Kızıltepe Devlet Hastanesi’ne bağışlamış olduğu üç kuvözde yatan minicik bebekleri gördük.

Bankalar Birliği, Kızıltepe Devlet Hastanesi’ne kuvöz, monitör gibi ek cihaz yardımlarını sürdürmeyi planlıyor.

Sadece bu hastaneye yardımı 30 bin doları bulmuş.

Bu yardımla 17 ayda 130 bebek kurtulmuş.

Türkiye çapında, Kızıltepe’deki hastane gibi imkanları kısıtlı olan sayısız hastane var.

Kuvöz yok diye bebeklerin öldüğü sayısız vaka.

Böyle bir ortamda Türkiye Bankalar Birliği’nin, bir grup gönüllü doktor ile imkanları sınırlı hastanelerin taleplerini belirlemesi ve yardım etmesi gerçekten çok önemli.

"Bebekler Türkiye’nin geleceği. Biz Türkiye’nin geleceğine yatırım yapıyoruz" diyen Dr. Ekrem Keskin ne kadar haklı.
Yazının Devamını Oku

Çağlayan’daki milyonları hangi parti kucaklayacak?

1 Mayıs 2007
KADIKÖY’de diğerlerinden farklı bir pazar sabahı.<br><br>İskele Meydanı sabahın erken saatlerinde ellerinde Türk bayrakları taşıyan insanlarla dolu. Kimilerinin kıyafeti bayrağın renklerine uygun.

Tişört, şapka ya da başka bir detay illa kırmızı ve beyaz.

Kalabalık önce vapura biniyor.

Karaköy’e varınca metro, Kabataş’tan sonra Taksim’e feniküler, Taksim’den Mecidiyeköy’e yeniden metro.

Kadıköy’ten Çağlayan’a "akan" kalabalık arasındayım.

İstanbul’un bir yakasından diğerine "akan sel" demek belki daha doğru.

Metrolara inip binirken yürümüyoruz, uçuyoruz.

Tanıdık, tanımadık herkes birbirine gülümsüyor.

Birbirinin peşine takılıyor.

Yürüyen merdivenler yoğunluktan duruyor.

Merdivenler ikişer, üçer atlanıyor.

Gençler yaşlılara yardım ediyor.

Neticede, Kadıköy’den Çağlayan’a rekor bir zamanda, bir buçuk saatte varılıyor.

Genelkurmay’ın sert açıklaması beynimde bazı soru işaretleri açmış olsa da Çağlayan’dayım.

Atılan tüm sloganlara yürekten katılmasam da Çağlayan’dayım.

Birtakım kaygılar taşıyan herkes gibi o gün olunması gereken yerde.

KADINLAR ÖN PLANDA

İddia ediyorum ki, Türkiye bugüne kadar böylesine bir miting görmedi.

Hatırlıyorum yıllar önceydi.

Madrid’de, Bask terörüne karşı çıkmak için düzenlenmiş bir mitingin ortasına düşmüştüm.

Madrid sokaklarında bir milyondan fazla insan vardı. Birbirlerine kenetlenmiş "Basta" "Yeter" diyen bağıran yüz binlerce İspanyol.

Nasıl kıskanmıştım o mitingi.

İnsanların kendilerini sokaklara atmaları, kendilerini uygarca ifade etmelerini kıskanmıştım.

Önceki gün Çağlayan’da, Madrid’den kat kat fazla insan vardı.

En yakın örnek Tandoğan’dan da.

Kadınlar ezici olarak ön plandaydı.

Genç, yaşlı, üniversiteli, ev kadını, iş kadını, öğretmen.

Ne kadar çok tanıdık yüze rastladım.

Oysa hiçbiriyle "yarın Çağlayan’da" diye konuşmamıştık.

Buluşma sözü vermemiştik.

Sanki herkes spontane olarak oradaydı.

Birlikte sloganlar atıldı, pankartlar açıldı.

Slogan ve pankartlardaki yaratıcılık ise ayrı bir yazı konusu.

Üniversiteli bir genç kız öğretmen emeklisi annesiyle gelmiş.

Kalp ameliyatı geçirmiş anneyi gölgeye bir yere yerleştirdikten sonra kalabalığa karışmış.

Evde kalmaya gönülleri razı olmamış ne kadar çok yaşlı kadın gördük Çağlayan’da.

"Kızım buraya gelmek benim görevimdi. Laikliğin tehlikede olduğunu görüyorum. Bundan sonra nerede gösteri olsa oraya giderim" diyen.

Çağlayan’a damgasını atan slogan da zaten "Türkiye laiktir. Laik kalacak".

SESSİZ ÇOĞUNLUĞUN SESİ

Çağlayan Meydanı
’ndan ayrılırken dikkat çekici olan şu:

İnsanlar akın akın gelmeye devam ediyor.

Meydandan Mecidiyeköy’e açılan tüm yollar mitingin son demlerini kaçırmak istemeyenlerle dolu.

Ayrılanların yerlerini doldurmak isteyenlerle.

Kadıköy’e dönüş yolu için aynı güzergah izleniyor.

Yine metro, yine feniküler.

Metro istasyonunda yürüyen merdivenlerden inenlerle, yukarı çıkanlar birbirlerini alkışlıyor.

İnanılmaz duygusal anlar yaşanıyor.

Fenikülere binerken görevliye kaç kişinin aracı kullandığını soruyorum.

"366 bin kişi" diyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi günün bir saatinde otobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarını parasız ilan ettiğinden bu sayı ne kadar sağlıklı bilemem.

Fenikürlerde Çağlayan mitingine katılmış bir Kadıköylüyle konuşuyorum.

"Bugün sessiz çoğunluğun sesini duyduk" diyor.

Ben bir saptamayı mitinge katılan başka bir dostumdan da duydum. "Sanki yer yarıldı, şimdiye kadar ortalıkta olmayan, seslerini duyuramayanlar Çağlayan’a aktı".

İyi güzel de, bu sesi hangi siyasi parti gerektiği gibi değerlendirecek?

Bu milyonları hangi siyasi parti kucaklayabilecek?

İşte mesele bu.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar vakit geldi derse

29 Nisan 2007
Vakit geldi diyenler denize atılan taş misali ya umutlarının dalga dalga çoğaldığını, herkeslere ulaştığını görecek. Ya da taş tüm ağırlığıyla dibe çökecek, karanlık daha fazla basacak. Hrant Dink’in öldürülmesinden belki üç ay sonra, Malatya’dan hemen önceydi.

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e suikast girişiminden ise tamı tamına de on gün önce.

Bir grup kadın şiddete, "öteki"ne tahammülsüzlüğe, bizleri zehirleyen havaya artık "yeter" demek için bir araya geldi.

"Vakit geldi" diye başlayan ve "Şiddeti, nefreti, ayrılıkları besleyen, bizleri birbirimize karşı ötekileştirip ayrı düşüren, topraklarımıza ve yüreklerimize mayınlar döşeyen karanlığın efendilerine karşı kendi dilimizle konuşmanın vakti çoktan geldi" diye devam eden e-postaları dolaştı önce internette.

"Vakit geldi" mesajını alanlar bir cumartesi sabahı erkenden toplantı yerinin yolunu tuttular.

İşkadınları, gazeteciler, avukatlar, akademisyenler, siyasiler ve sanatçılar. İstanbul’dakilerle, Ankara Diyarbakır, Urfa, Van, Batman, Mardin, Hakkari’den kalkıp gelenler buluştu.

Birbirlerini tanıyanlar hasret giderdi. Tanışmayanlar kaynaştı. Kahveler, çaylar içildi.

KALABALIKLAR ÖNÜNDE KONUŞULMAYANLAR

Sonra anlatacak bir öyküsü olanlar sırayla aldılar mikrofonu ellerine.

Kimi usul usul açıldı, kimi birden ve heyecanla.

Kimi "azınlık" olarak Türkiye’de yaşamanın zorluklarını dile getirdi.

Kimi doğuda mayınlı arazilerde geçen hayatların zorluklarını.

"Yüreklerimizdeki mayınları artık temizleyelim" diyerekten.

Karşı karşıya kalınan önyargılar, "öteki" olmanın sancıları döküldü teker teker dudaklardan.

Sadece duygusal şeyler yoktu konuşmalarda. Hukuk sistemindeki aksaklıklar, istatistiki bilgilerin eksikliği, kadının ezilmişliği gibi şeyler de geldi gündeme konuların uzmanlarından.

Şimdiye kadar kalabalıklar önünde pek konuşulmayanları duymak nedense kimseye garip gelmedi.

Çünkü çoğu zaten bilinen, hissedilen ama dile getirilmeyen şeylerdi.

"Ne çok tabu, ne çok kırgınlık, derinlere kök salmış ama hiç konuşulmamış ne çok şey varmış!" diye düşündü sessizce herkes.

Hemen oracıkta bir nevi vicdan muhasebesine girişmek ne iyi geldi çoğumuza.

Boşaltılmış köylerden, mayınlı tarlalardan, sevgili Hrant Dink’in ölümünden, "töre cinayetlerinden", yoksulluktan, bakımsızlıktan ölen bebeklerden, toplumu giderek saran şiddet ve hoşgörüsüzlükten kimler sorumluydu?

"Karanlığın efendileri" kuşkusuz.

Peki neden onlara itiraz sesleri daha yüksek, çok daha yüksek çıkmıyordu?

Bir araya geldiğimizde seslerimizi daha çok duyurmak mümkünse eğer neden bunu yapmıyorduk?

Dünyaya getirdiğimiz varlığın ne kadar kıymetli olduğunu biz kadınlar erkeklerden daha iyi bilmiyor muyduk?

O halde ortak düşman şiddete karşı neden sıkıca kenetlenmiyorduk.

İşte o cumartesi sabahı bazı kararlar alındı. Öncelikle birbirimizin sesini daha fazla duymak, birbirimizin yüreklerinin derinlerine daha fazla inmek gerekliydi.

Sonra bir ağ oluşturmak, haberleşmek ve belirli aralıklarla bir araya gelerek çözümler üretmek.

"Vakit geldi" diyenler denize atılan taş misali ya umutlarının dalga dalga çoğaldığını, herkeslere ulaştığını görecek, ya da taş tüm ağırlığıyla dibe çökecek, karanlık daha fazla basacak.
Yazının Devamını Oku