Gila Benmayor

Dubai Kuleleri neden İstanbul’a uymaz

27 Nisan 2007
GEÇENLERDE İstanbul’da çok önemli bir toplantı yapıldı.<br><br>Pera Müzesi’ndeki toplantıda, İstanbul’un "UNESCO Dünya Mirası" listesinden çıkartılması tehdidinin nasıl büyük olduğunu Türkiye’nin önde gelen bilim adamlarının ağzından dinledik. Prof. Dr. Cevat Erder, Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Mehmet Gürkan İstanbul’un listesinden atılmasına yol açabilecek tehlikeleri anlattılar.

Listeden çıkartılıp "Tehlike Altındaki Dünya Mirası" listesine alınma tehdidi şu açıdan önemli:

İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti.

Üç yıl sonra Avrupa’nın "Kültür Başkenti" olmaya hazırlanan bir şehrin, kültürel değerleri ön plana çıkartan "Dünya Mirası" listesinden çıkartılması yaman bir çelişki.

İstanbul 2010 Yürütme Kurulu Başkanı Nuri Çolakoğlu işte bu yüzden toplantıda hazır.

"Dünya Mirası" listesiyle ilgili gelişmeleri yakından izlemek zorunda.

İstanbul 1985 yılından beri listede.

Ve o tarihten bu yana UNESCO’nun listesinde olmanın sorumluluklarını yerine getirmemiş.

Kurum bugüne kadar İstanbul ile ilgili yayınladığı yedi raporlarda eksikliklere işaret edilmiş.

Ayasofya’nın onarımını, kara surlarının, Zeyrek’in restorasyonu gibi şeyleri eleştirmiş.

Kimi yanlışlıklar düzeltilmiş.

Ancak yükümlülüklerin tümü yerine getirilmemiş.

Örneğin, Eyüp, Fatih, Eminönü gibi tarihi yerlerin alan yönetimi eksik.

UNESCO’nun eksikliklerini tamamlaması için İstanbul’a verdiği süre 2008 yılında bitecek.

Ancak eksiklikler tamamlansa dahi başka tehlikeler var.

İstanbul’a yeni bir çehre kazandırmaya hazırlanan projeler.

İETT’nin Levent’teki arazisine dikilmesi planlanan Dubai Kuleleri örneğin.

Neden diye merak ederseniz?

UNESCO "Dünya Kültür Mirası" listesine bazı kriterlere göre alıyor.

Bunlardan bazıları şöyle:

Dahi bir sanatçının eserlerini barındırmak, artık yaşamayan bir medeniyeti temsil etmek, tarihi silüete sahip olmak.

300 metreyi bulacakları söylenen Dubai Kuleleri İstanbul’un benzersiz "tarihi silüeti" için gerçek bir tehdit.

Üç imparatorluğa başkentli yapmış İstanbul’u uymayan bir proje.

Aynı şey daha yeni sit alanı ilan edilen Haydarpaşa’da planlanan projeler için de geçerli.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Mehmet Gürkan kaygılı.

"2008 yılına gelince Türkiye’den UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan 9 isimden 8 isim kalabilir" diyor.

Prof. Erder’in verdiği bilgiye göre, Dünya Miras listesinde Türkiye’den İstanbul, Truva, Safranbolu, Pamukkale, Nemrut da dahil 9 yer varken, İtalya 41 yer UNESCO’nun listesinde.

Fransa 31, İspanya 39, komşumuz Yunanistan 16 alanını listeye aldırmayı başarmış.

Türkiye dünyanın bir numaralı tarihi ve kültürel mirasına sahip olmakla birlikte sadece 9 isimle bu listede.

Üstelik bunları listede korumayı zor beceriyor.

Bunun nedeni de tartışılıyor toplantıda.

Genel kanı şu:

Kültürel miraslarımızla ilgili bakanlıklar, belediyeler, Anıtlar Kurulları arasında bir koordinasyon yok.

Zaten iktidarlarla birlikte bakanlıklarda, belediyelerde uzman kadroların sürekli değişmesi bu konuda yerleşik bir sistem oluşturmasını engellemiş.

Dolayısıyla Dubai Kuleleri’ni sorgulamak, Büyükşehir Belediyesi’nin tayin etmiş olduğu "İstanbul Metnopolitan Planlama" merkezi yerine bilim adamlarına düşüyor.

Yan yana iki binada iki Türkiye

ABDULLAH Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığıyla Türkiye’de yeni bir sayfa açılıyor.

Çankaya artık eski Çankaya değil.

Orada artık türbanlı bir cumhurbaşkanı eşi oturacak.

Geçen akşam CNN’de "Ateş Hattı"nda New York Times’in Ankara mitingiyle bağlantılı ortaya attığı "İki Türkiye", Gül’ün cumhurbaşkanlığı, türban gibi konular ele alındı.

TESEV’in direktörü Can Paker, elindeki bazı istatistiklere dayanarak "İki Türkiye"nin pek de gerçeği yansıtmadığını, dindarla laiklerin daha fazla ekonomik nedenlerden ötürü birbirlerine yakınlaştıklarını iddia etti.

İstatistikler bir yana, bir de yaşadıklarımız var.

Geçen hafta "İki Türkiye" tablosunu bizzat yaşadım.

Harbiye’deki Lütfi Kırdar’da Borusan Filarmoni Orkestrası’nın konserine yetişmek üzere hızlı hızlı yürürken hemen yanı başındaki Cemal Reşit Rey’in önündeki olağanüstü kalabalık dikkatimi çekti.

Kutlu Doğum Haftası’yla ilgili bir etkinlikti söz konusu olan.

Başbakan Erdoğan’ın da katıldığı etkinliğe gelen kadınların hemen hemen tümü türbanlıydı.

Lütfi Kırdar’daki koltuğuma yerleşince etrafıma ne kadar dikkatlice baktıysam da, bir tek türbanlı kadın gözüme ilişmedi.

Bir tane bile.

Keşke olsaydı ama yoktu.

Harbiye’de yan yana iki binada, "İki Türkiye"yi bu kadar iyi anlatan tablo böyleydi işte.

Bundan böyle "türbanlı", "türbansız" meselesine daha çok takılacağımızı da bilelim.

Topbaş, ünlü mimar Hadid ile anlaştı

İSTANBUL 2010
önceki gün başlayan iki günlük Gayrimenkul Zirvesi’nin birinci oturumda ele alındı.

Oturumun konuşmacıları arasında olan mimar Dr. Suha Özkan ile sohbet imkanı buldum.

Yıllar yılı İsviçre’de, Ağa Han Vakfı’nın Mimarlık Ödülleri’nin genel sekreterliğini yapmış olan Özkan artık İstanbul’da.

"World Architecture Community" diye, Türkçe’ye "Dünya Mimarlık Toplumu" olarak tercüme edebileceğim şirketin yönetim kurulu başkanı.

Şirketin merkezi de İstanbul’da.

Dolayısıyla, Özkan hem mimar olarak 30 yıllık birikimini, hem de uluslar arası bağlantılarını İstanbul ile paylaşmaya hazır.

Burada olması İstanbul için gerçekten büyük bir kazanım.

Halen İstanbul Belediyesi dahil çeşitli kurum ve kuruluşlara danışmanlık hizmeti veriyor.

Kale Grubu’nun yapmayı planladığı Troya Müzesi’nin danışmanı örneğin.

Aynı şekilde geçtiğimiz yıl ünlü mimar Zaha Hadid’in proje yarışmasını kazandığı Kartal üzerinde çalışıyor.

Hadid ile İstanbul Belediyesi arasındaki anlaşma imzalanmış.

Projenin İstanbul kamuoyuna sunumu önümüzdeki haziran ayında yapılacak.
Yazının Devamını Oku

Dünya Bankası’ndan Eker’e haber var

24 Nisan 2007
DÜNKÜ gazetelerin ekonomi sayfalarında Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’in sözlerini okudunuz mutlaka. Eker’e göre, Türkiye’nin tarımda kendine yettiği kocaman bir palavraymış.

Yıllar yılı Türkiye’de tarımda yapılan yanlışları şöyle sıralıyor Bakan Eker:

Kaliteli, kalitesiz 140 farklı ürünün tarımı yapılmış. Devlet kaliteli üretim yapanla kalitesiz üretim yapan bir tutulmuş.

Bakan Eker "Yıllarca sosyal destek politikasıyla ne ekilmişse devlet eliyle aldık. Artık tarımı bir sektör olarak değerlendiriyoruz. Rekabetçi ürünleri öne çıkaracağız" diyor.

Mehdi Eker’in Türkiye’nın yeni tarım politikasıyla ilgili sözleri Dünya Bankası’nın tarım ile ilgili son derece önemli kararlarına denk geliyor.

Dünya Bankası, 1982’den beri ilk kez tarıma yoğunlaşmış durumda.

Kurumun önümüzdeki eylül ayında yayınlamaya hazırlandığı "Dünya Yıllık Gelişme Raporu"nun tarımla ilgili bölümü uzmanlar tarafından "devrim" olarak tanımlanıyor.

Fransız Le Monde Gazetesi’nin bazı bölümlerini yayınladığı taslak raporda, Dünya Bankası geleneksel tarım politikalarından keskin bir dönüş yapıyor.

Nedir bu dönüş?

"Yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine tarımı destekleme" önerisi.

Dünya Bankası, yıllardır tarımda sürdürdüğü "yapısal ayarlamalar" programına ters düşerek neden hükümetlere "tarımı destekleyin" çağrısında bulunuyor sizce?

Nedeni basit. Yoksullukla mücadeleyi başaramadı.

Zaten söz konusu rapor tasladığında kurum şu gerçeğe dikkat çekiyor: "Gelişmekte olan ülkelerin yoksullarının dört üçü kırsal kesimde."

Dünya nüfusunun üçte biri yani 2.1 milyar insan günde 2 doların altında bir parayla geçinmek zorunda ve bunların çoğu kırsal kesimde.

Yani, tarım meselesini ele almak yoksulluğu azaltmanın yollarından biri.

Madalyonun diğer bir yüzünde ise kırsal kesimdeki yoksulların kitleler halinde büyük şehirlere göçü var.

BM’nin verilerine göre, kırsaldan göç hiç bu kadar hızlı olmamış. Adam köyünde aç ise tabii ki karnını doyurmak için büyük şehirlere yönelecek.

Bunu durdurmanın çaresi tarıma destekle kırsal kesimi kalkındırmak.

İşte Dünya Bankası nihayet bu gerçeğin farkına varmış gibi. Kurumun izlediği politikaya nedeniyle, tüm dünyada 1980 ile 2004 arasında kamu harcamalarında tarımın payı düşüş göstermiş.

Örneğin, Güney Amerika’da yüzde 14.8’den yüzde 7.4’e gerilemiş.

Dünya Bankası tarım politikalarından bin pişman.

Şimdi uzmanların "tarihi adım" diye tanımladıkları bir politikayla yanlışını düzeltmek çabasında.

Bakalım bu Türkiye’ye acaba nasıl yansıyacak?

Fransızlar 2002’nin rövanşını aldı

FRANSIZLARIN yüzde 85’i önceki gün sandık başına gitti.

Bir rekor bu.

En önemlisi sağcı, ırkcı lider Le Pen’e de ders verdi Fransız seçmen.

2002’de izleme olanağını bulduğum seçimlerde ikinci tura kalmayı başaran Le Pen, o yıl oyların yüzde 16.9’unu almıştı.

Hatırlıyorum yakın dostlarım Fransa’yı terk etmeyi filan düşünmüşlerdi. Şükür bu yıl kez ırkçı lider yüzde 11’de kaldı.

Fransız seçmen hem 2002’nin rövanşını aldı, hem Le Pen’e "buraya kadar" dedi.

Şimdi bakalım ikinci turda benim adayım olan Segolene Royal, Sarkozy ile arasını kapatabilecek mi?

Fransız televizyonunda seçim sonrası yorumlarda, hem Sarkozy’nın, hem Royal’ın ikinci tur için sandıktan üçüncü çıkan Bayrou’nun seçmenine gereksinim duydukları söylendi.

Merkezdeki Bayrou sağa daha yakın olduğuna göre Royal’ın işi zor.

Soldaki tüm partilerin Yeşiller, Komünistlerin oylarını alabilirse ne álá.

Bir kadın cumhurbaşkanının hem Fransa’ya, hem Avrupa’ya, hem de bize iyi geleceğine inanıyorum.

2020’de Gaziantep New York olur mu

GEÇENLERDE İstanbul Gaziantepliler Derneği Başkanı Reşit Göğüş beraberinde Prof. Dr. Emre Alkin olduğu halde gazeteye ziyarete geldiler.

Göğüş, "Gaziantep için dernek olarak ne yapabiliriz" düşüncesinden yola çıkarak, Alkin’den şehrin değerlerini ortaya koyan, gelecek için yol haritası niteliğinde bir rapor hazırlamasını rica etmiş.

Profesör Aklin ve ekibi bir yıl boyunca Gaziantep ile ilgili 40’tan fazla kaynağı incelemiş. Ticaret odalarının, TİM’in kayıtları ele alınmış.

Gaziantep 1900’lu yıllardan bu yana hep yükselme trendinde.

Reşat Göğüş’ün dikkat çektiği gibi 1900’lü yıllarda şehirde sadece 2 dokuma tezgahı varken bugün tekstilde önemli bir yerde.

Ankara’nın "49 ile teşvik" politikası bu trendi tersine çevirmiş.

Göğüş, "Eskiden Antepli yeni makine alır, eski olanını Maraş ya da Adıyaman’a satardı. Şimdi bu iki şehir teşvikler sayesinde Antep’in önüne geçti. Antepli de yatırım için Adıyaman’a gidiyor" diyor.

Yani Gaziantep için rapor talebi biraz da bundan kaynaklanıyor. Yatırımların neredeyse yüzde 85 düşmüş olması Gazianteplileri üzüyor.

Peki bu 135 sayfalık raporda neler var?

6 bin yıllık bir geçmişi olan şehrin tarihinden, sosyal dokusuna, mutfağından mimarisine her şey mercek altına alınmış. Beşinci bölümde ekonomiye ağırlık verilmiş. 6’ıncı bölümde ise 2020 yılı projeksiyonu var.

Gaziantep’in 2020’de nüfusu 1 milyon 330 bin. İyimser senaryoya göre ihracatı 6.4 milyar dolar.

Prof. Emre Aklin ile konuşurken, "Öyküsü olmayan New York dünyada binlerce öyküsü olan Masal Diyarı Antep’ten çok fazla tanınıyor" diyor.

Sunumunun girişinde de New York ve Gaziantep karşılaştırılmış zaten.

New York’u nasıl bilirsiniz?

Şöyle hızla aklımdan geçiriyorum: Manhattan, Central Park, Soho, Broadway.

Bunların her biri insanla ilgili, yaşamla ilgili.

New York’un öyle Gaziantep gibi köklü bir geçmişi, Antep Fıstığı gibi ürünü olmadığı doğru.

Ama insanlara bir yaşam tarzı sunuyor.

Bana kalırsa Gaziantep’in dünyaya sunacak en önemli ürünü Zeugma’dır.

Eğer Gaziantep dünya çapında bir Zeugma Müzesi yapmayı başarırsa 2020 değil ama 2050 yılında New York gibi olur?

Zeugma faktörünü doğru kullanamaz ise öyle olduğu gibi kalır.
Yazının Devamını Oku

Gökyüzünden Türkiye’yi kucaklıyor

22 Nisan 2007
Alp Alper’in fotoğrafları Türkiye’ye gökyüzünden bakıyor: İstanbul’daki İmrahor Camisi’nin inanılmaz güzellikteki döşeme taşları, kral mezarları, kaleler, antik tiyatrolar... Ayrıca, bu fotoğraflar Türkiye’nin karşı karşıya olduğu "küresel ısınma" tehditlerini de ortaya koyuyor.

Madem ki bu sütunda iki ay önce Fransız fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand’e yer vermişim, onunla aynı işi yapan Alp Alper’den söz etmek boynumun borcu.

Gökyüzünden yeryüzü fotoğrafları çeken Yann Arthus-Bertrand, Davos’taki yemekli toplantıların birinde masa komşumdu. Doğrusu onunla tanışıncaya dek dünyanın sayılı "gökyüzü" fotoğrafçılarından biri olduğunu bilmiyordum.
/images/100/0x0/55eb514ef018fbb8f8b98019
Fotoğraflarıyla yeryüzünün uğradığı çevre tahribatlarını ortaya koyan sıkı bir çevreci olduğunu da.

Arthus-Bertrand yeryüzünü gökyüzünden kucaklayan adam ise, Alp Alper de "Türkiye’yi gökyüzünden kucaklayan adam."

Bana verdiği kartında "freelance fotoğrafçı ve yazar" yazsa da Alper aslında yıllardan beri THY’de çalışıyor.

Bir dönem pilotlara uçuş öncesi rotayla ilgili bilgi aktardığından "kokpit" ile haşır neşir olmuş. Bilirsiniz "kokpit"ten bakınca yeryüzü bir başka görünür. Hele serde fotoğrafçılık varsa. Elimin altındaki "1000 fitten Türkiye" kitabı Alp Alper’ın "kokpit"teki yolculukları sırasında hayal ettiklerini gerçeğe dönüştürdüğü bir kitap.

Kitabın ilk baskısı, Alper’in bir süre önce istasyon şefi görevinde bulunduğu Atina’da, Yunanca ve İngilizce yayınlanmış.

Beş buçuk yıllık bir çalışmanın ürünü.

12 BİN FOTOĞRAF KARESİ

Kitapta bir araya getirilen 220 tane "gökyüzünden Türkiye" karesi tam 12 bin tane fotoğraf arasından seçilmiş. "Elimiz titreyerek diğerlerini ayırdık" diyor Alper.

Alp Alper,
fotoğrafları tek başına çekiyor ama arkasında neredeyse 50 kişilik bir ekibi var.

Pilotuyla, sanat tarihçisiyle, arkeoloğuyla, harita mühendisiyle dört dörtlük bir ekip.

Bu yüzden ortaya çıkan gerçekten etkileyici.

Bu yüzden Atina’da ilk piyasaya çıktığında uzun süre best-seller listesinde üçüncü sırayı korumuş. Alp Alper’in "1000 fitten Türkiye" kitabı neden önemli?

Bir kere, Türkiye paha biçilmez bir kültürel mirasının üzerinde.

Kuşbakışı bakınca tarihi eserlerin çoğu gerçekte ulaşamayacağınız kadar yakın.

Çeşitli krallıklar, kültürler öylesine içiçe yaşamış ki onları ayırt etmek kimi zaman ancak gökyüzünden mümkün.

Kitabın sayfalarını karıştırırken Alp Alper dikkat etmemi sağladı:

Milet’teki antik tiyatronun tam karşısına önce bir Bizans Sarayı yerleştirilmiş, onun arkasına da bir Selçuklu Sarayı.

Havadan çekilen fotoğrafta bu o kadar net ki.

Kitabın sayfalarını çeviriyorum. Şanssız bir restorasyon geçiren, Doğubeyazıt’taki tarihi İshak Paşa Sarayı’nın çatısındaki siyah ondülini görmek acaba yeryüzünden mümkün mü?

Tarihi saraya ondülin acaba hangi müteahhidin fikri? Kapısı genelde kapalı duran İstanbul’daki İmrahor Camisi’nin inanılmaz güzellikteki döşeme taşları, kral mezarları, gökyüzünden bakınca Çin Seddi’nin küçük kopyaları gibi görünen kaleler, antik tiyatrolar...

Kültürel mirasımızı bir yana bırakın.

Alp Alper’in fotoğrafları Türkiye’nin karşı karşıya olduğu "küresel ısınma" tehditlerini de ortaya koymak açısından değerli.

Tuz Gölü’nün nasıl kurumakta olduğunu veya Türkiye’deki çölleşmeyi net bir şekilde görüyorsunuz.

"1000 fitten Türkiye"nin, Türkçe ikinci baskısına hazırlanan Alper’in kafasında sayısız projesi var. Kayseri ağırlıklı İç Anadolu projesi, İstanbul’un tüm tarihi dokusu projesi, Karadeniz’deki kayıp kiliseler projesi gibi.

Projesi çok ama sorunu sponsor bulmakta.

Öyle ya da böyle belli ki sonuna kadar hayallerinin peşinde koşacak.
Yazının Devamını Oku

Misyonerlere karşı olanların oranı yüzde 59

20 Nisan 2007
TRABZON’da rahip Santoro ile sevgili Hrant Dink cinayetleri, şimdi de Malatya vahşetiyle ilgili rakamların da söylediği bazı şeyleri doğru okumak gerek. Ne mi söylüyor rakamlar?

Maalesef "hoşgörüsüz" bir toplum olduğumuzu.

Elimin altında TESEV’in Kasım 2006’da yayınladığı rapor var.

"Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset" raporu.

Yazarları, Sabancı Üniversitesi’nden Ali Çarkoğlu ile Boğaziçi Üniversitesi’nden Binnaz Toprak.

Rapor, hatırlayacaksınız "türbanlı sayısı azaldı" diye bir saptama bulunduğu için de bazı eleştirilere hedef olmuştu.

Ancak 100 sayfalık rapor "türban" meselesinin ötesinde bazı toplumsal zaaflarımızı ortaya koyması açısından önemli.

Örneğin raporun 46’ncı sayfasında "Toplumsal Hoşgörü" paragrafı en son Malatya’da yaşananları belki kısmen açıklayabilir.

Çarkoğlu ve Toprak, sözünü ettiğim paragrafta anketlerine katılanlara Türkiye’deki azınlık gruplarla komşuluk isteyip istemeyeceklerini sormuşlar.

Yahudi bir aileye itiraz edenlerin oranı yüzde 39.1.

Ermeni aileye itiraz edenler yüzde 42.0.

Rum aile istemeyenler ise yüzde 42.9.

Ankette ayrıca Kürt aile, dine inanmayan aile ve eşcinsel çiftle ilgili sorular da var.

Konu "dini hoşgörüsüzlük" olduğunu göre onlara değinmeyeceğim.

ÖĞRETİLMİŞ ÖNYARGILAR

Ancak rakamlar kadar Çarkoğlu ile Toprak’ın şu saptaması da önemli:

"Rum, Yahudi ve Ermeni ailelerle Türkiye genelinde komşu olarak karşılaşma olasılığı sıradan bir vatandaş olarak çok düşük. Dolayısıyla burada dile getirilen önyargı yansıması bir şekilde öğrenilmiş bir görüş."

Yani azınlık grubun komşuluğuna itiraz edenler belki hayatlarında onlarla hiç karşılaşmadılar.

Onları tanımıyorlar.

Nasıl insanlar olduklarını hiç bilmiyorlar.

Sadece "öğretilmiş" önyargılarıyla hareket ediyorlar.

Din motifli şiddet olaylarının artmasında da belli ki, 20 yaşlarındaki bu gençlere önyargılar, fena halde artarak enjekte ediliyor.

Kimler tarafından? Ve neden?

Yine TESEV’in araştırmasından başka bir örnek.

Raporun 79. ve 80. sayfalarında "Yabancılara karşı Şüpheci Tutumlar" paragrafında direkt olarak "misyonerlik" sorulmuş.

"Müslümanlık dışındaki dinleri yaymaya çalışan misyonerlerin çalışmaları kısıtlanmalıdır" şeklindeki ifadeye katılanların oranı yüzde 59.

"Komşuluk" ve "Yabancılara Şüpheli Tutumlar"a ilişkin bulguları yorumlayan yazarlar şöyle diyor: "Türkiye’de halk kitlelerinin ’biz’ ve ’onlar’ ya da ’yabancılar’ diye nitelediği gruplara karşı şüpheci, mesafeli, hatta hasmane bir tutum sergilediği görüntüsü vermektedir."

TESEV
’in sözünü ettiğim raporundan önce Prof. Yılmaz Esmer’in "Türkiye Değerler Araştırması"nda "hoşgörüsüzlükle" ilgili benzer bulgular vardı hatırladığım kadarıyla.

O araştırmada da Hıristiyan komşu istemeyenların oranı azımsanmayacak kadar yüksekti.

Diyeceğim şu:

Veriler, rakamlar elimizin altında.

Şu anda Türkiye’nin verdiği görüntü de meydanda.

Memleketi yönetenler, siyasi partiler neden bu konuda bir şeyler yapmıyorlar?

23 Nisan’da ’Okul Ekliyoruz’ kampanyası

NE ilgisi var diye düşünebilirsiniz.

Ama ben "hoşgörüsüzlükle" siyasette kadının varlık göstermemesi arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorum.

Ne mutlu dünyanın en fazla kadınına sahip yeni kabinesini kuran Finlandiya’ya.

Önümüzdeki genel seçimlerde parlamentodaki kadın sayısını arttırmayı başarmazsak "hoşgörülü" bir topluma doğru dönüşüm zor.

"Hoşgörüsüzlükle" bağlantılı bir sürü şey vardır ama ikinci önemli konu eğitim.

Bu bağlamda duyurmak istediğim yeni bir kampanya var.

UNICEF Türkiye Milli Komitesi 23 Nisan günü NTV’de gün boyunca gerekli olan yerlere "prefabrik derslik" yapımıyla ilgili bir yardım kampanyası düzenleyecek.
Yazının Devamını Oku

Neden Rusya yerine Türkiye’yi tercih ettik

17 Nisan 2007
TÜRKİYE ve Rusya, Avrupalı yatırımcının yakın coğrafyada yöneldiği önemli iki ülke. Aynı dönemde, her iki ülkede birden yatırımı göze almayanlar bir tercihle karşı karşıya.

Ya Rusya, ya Türkiye.

Beyaz eşya ve elektronik market zincirlerinde Avrupa’nın üçüncüsü olan Fransız Darty geçen yıl tercihini Türkiye’den yana kullanmış.

Arçelik’in eski genel müdürü Nedim Eskin’ın ortaklığıyla geçen aralık ayında Türkiye pazarına girmiş.

Darty, yıllık cirosu 6.5 milyar olan İngiliz KESA Grubu’nun bünyesinde.

Grubun İcra Kurulu Başkanı Jean-Noel Labroue ise Fransız.

İşte bu yüzden Labroue "Avrupalı bir şirketiz" diyor.

Paris’te Darty merkezinde sohbet imkanı bulduğumuz Jean-Noel Labroue, Türkiye’yi tercih etmelerinin nedenini şöyle açıklıyor:

"Nedim Eskin’i 15 yıla yakın bir süredir tanıyorum. Grup iki yıl önce ya Rusya, ya da Türkiye’de yatırım kararı almıştı. Neticede Eskin’i yakından tanıdığım için Türkiye ağır bastı".

Labroue
ile Nedim Eskin arasındaki dostluk, Eskin’in Koç bünyesindeki Ram Dış Ticaret adına Paris’te yaşadığı yıllara dayanıyor.

Hatırlarsınız, bir ara Beko markasının reklamı Paris taksilerinin üzerindeydi.

Beko’yu Darty mağazalarına dolayısıyla Fransız tüketicinin evine sokmayı başaran Nedim Eskin’di.

Eskin 2003 yılında Koç Grubu’ndan ayrıldı.

Ancak Jean-Noel Labroue ile dostlukları devam etti.

Yıllar önce Beko markasını Fransızlara tanıtan Nedim Eskin şimdi de Türk tüketiciye Darty markasını tanıtmak ve sevdirmek için kolları sıvadı.

Dediğim gibi Darty Fransa’nın bir numaralı beyaz eşya ve elektronik market zinciri.

Labroue’nun "Darty Formülü" diye özetlediği bir potikayla benzerlerinden farklı olduğu iddiasında.

Nedir bu formül?

Aynı çatı altında hem beyaz, hem elektronik eşya seçenekleri, en ucuz fiyat ve hizmet.

Ki bu sonuncusuna, Fransa’nın her tarafına hizmet götürebilen 24 saat açık "çağrı merkezleri" dahil.

"En ucuz fiyat" konusunda Darty öylesine iddialı ki sattığı malın daha ucuzu olduğunu ispat edene hem fiyat farkını ödüyor, hem bir şişe şampanya veriyor.

Geçen yıl Fransa’da 50 bin şampanya hediye edilmiş.

Darty’den alışveriş yapan 10 milyon müşteri içinde 50 bini "daha ucuzunu" bulmuş.

Peki Darty’nın İstanbul mağazasında da şampanya hediye ediliyor mu?

Hayır.

Türklerin birbirlerine giderken şampanya değil çikolata götürdükleri gerçeğinden yola çıkan Nedim Eskin, hediye için çikolatada karar kıldıklarını söylüyor.

Tekrar başa dönersek Labroue, "Avrupa’nın en büyük pazarı" diye tanımladığı Rusya’ya girmeye niyetinden vazgeçmiş değil.

Bunu için Türkiye’de yıl sonuna kadar 5 Darty mağazası daha açmaya hazırlaran Nedim Eskin’i devreye sokarsa hiç şaşmam.

İnternet, kablosuz TV ve telefon aynı kutuya girdi

AÇIK söylemek gerekirse Jean-Noel Labroue’nun "Darty Formülü"nden ziyade beni etkileyen "Darty Kutu"su oldu.

Yanlış anlaşılmasın "Darty Formülü" gerçekten pazarlama tekniği olarak son derece yaratıcı.

Ancak Darty’nin bir süreden beri Fransız tüketicilerine sunduğu "Darty Kutusu" bir teknoloji harikası.

En kestirme yoldan bunun ne olduğunu yöyle tarif edebilirim.

Siz evde telefon, kablolu TV ve internet kullanıyorsunuzdur mutlaka.

ADSL için ayrı, telefon için ayrı, kablolu TV için ayrı fatura ödüyorsunuz.

Fizik mühendisi olan Nedim Eskin’in tabiriyle "dáhi" Jean-Noel Labroue bu üçünü aynı kutuya koyarak Fransızlara yeni bir hizmet sunmaya başladı.

"Darty Kutusu" için Fransızlar ayda ne kadar ödüyor biliyor musunuz? Sadece ve sadece 30 Euro yani yaklaşık 60 milyon.

Ben ADSL için 49 lira, kablolu TV için iki ayda 14 lira ve nadiren evden konuştuğum halde olduğum yüklü bir "telefon" faturası öderken Fransızlar bu üçü için sadece 60 milyon ödüyor.

"Darty Kutusu" için ilk aşamada 20 milyon Euroluk bir yatırım yapan Labroue üç hizmeti aynı anda sunmak için Fransız Telekom ile zorlu bir pazarlığa oturduğunu gizlemiyor.

Pazarlığa oturmuş ama neticede kazanan Fransızlar olmuş.

Nedim Eskin’e "Darty Kutusu" ne zaman Türkiye’ye gelir" diye sordum.

Bunun pek kolay olmayacağı cevabını aldım.

Daha yeni yüzde 25 oranında zam yapan bizim Telekom hiç buna yanaşır mı?

Bölünme derinleşirken

NEW YORK TIMES’ın Ankara mitingiyle ilgili yorumu "Türk toplumunda bölünmenin derinleştiği" yolunda.

Doğru bölünme derinleşiyor.

Ama derinleşme sadece laikliği savunanlarla, mitingden sonra nedense "mücadelemiz devam edecektir" türünden bir açıklama yapan Bülent Arınç çizgisinde olanlar arasında değil.

Temelde aynı şeyi savunanlar da ayrı düşebiliyor ne yazık ki.

Cumhuriyet tarihimizin en anlamlı günlerinden biri olan Ankara mitingiyle ben şunu yaşadım:

En yakın arkadaşlarımdan biri mitinge "darbecilerin toplantısı" diye karşı çıkarken, yine en yakın arkadaşlarımdan üçü cuma gecesi Ankara’nın yolunu tuttu.

Bir tanesi de kalkıp İngiltere’den geldi.

70 yaşlarındaki annesi de Bodrum’dan.

Sonuçta Ankara’daki miting gerçekten tabandan gelen bir halk hareketiydi.

Medyanın bunu anlamaması, görmemesi yazık.

Ama yine de şükür ki internet denen şey var.

İki günden beri medyada seslerini yeterince duyurmamış olmanın üzüntüsünü yaşayanlar o müthiş deneyimlerini aktarıyorlar.

Mitingde omuzlarına aldıkları çocuklarının fotoğraflarıyla birlikte.

İnternet ortamı "Ankara mitingi"nin anılarıyla dolu.
Yazının Devamını Oku

Yalandan kim ölmüş?

15 Nisan 2007
Nicolas Sarkozy, seçim kampanyasında, en yumuşak havalarda dil döküyor. Nasıl bir cumhurbaşkanı olacaksınız sorusuna verdiği cevap: "Cumhurbaşkanı olmak, kendi mutluluğunu, hislerini, çıkarlarını unutmaktır. Sadece Fransızların mutluluğunu düşünmektir." Hem yalandan kim ölmüş?

Taksi, Paris’in Orly Havaalanı’ndan şehre doğru ilerlerken şoförle sohbet ediyorum.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri için resmi kampanyanın birkaç gün önce başladığı Fransa’ya yaptığım iki günlük bir iş ziyareti havayı koklamak için iyi bir fırsat.

Fransa’da seçimlerin ilk turu tam bir hafta sonra 22 Nisan’da.

"Oyun kime" diye soruyorum şoförümüz François’ya.

Dudak büküyor.

Kararsız.

Fransız seçmenlerinin yüzde 47’si gibi o da kime oyunu vereceğini bilmiyor.

"Nicolas Sarkozy anketlerde önde gidiyor. Ama Fransızlar ondan korkuyor. Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde ne yapacağı belli olmaz" diyor.

Peki ya sosyalistlerin adayı Segolene Royal?

Ona da pek sıcak bakmıyor.

"Fransızlar, Elysee Sarayı’nda bir kadın fikrine pek alışmadı sanırım."

İşte bu cevabı hiç beklemezdim.

Sarkozy’nin hemen arkasından gelen Royal’a demek ki ortalama Fransız erkeği kuşkulu gözlerle bakıyor.

Bizim şoföre dönersek beni şaşırtan bir şey daha söylüyor: "Bugünkü adayların hiçbirinde Chirac’ın ağırlığı yok."

1995’ten beri cumhurbaşkanlığını yürüten Jacques Chirac adaylığını koymuş olsaydı hiç düşünmeden gidip oyunu ona verecekti.

Şimdi kafası karışık.

LE PEN’İN HEDEFİ SARKOZY

Kampanyanın resmen başlamasıyla Paris sokaklarında adayların afişleri yer almış.

Cumhurbaşkanı adayı 12 kişinin resimleri yan yana.

Nicolas Sarkozy’nin resminin üstündeki sözler kulağa pek hoş geliyor: "Birlikte her şey mümkün."

Segolene Royal
’in afişinde bir tek sözcük var: "Değişim."

Üçüncü sırada gelen merkez sağın adayı François Bayrou ise "Tüm gücümüzle Fransa" sloganını kullanmış.

Irkçı Jean-Marie Le Pen ise kendinden emin kolunu uzatarak "Oyunuzu Le Pen’e verin" diyor.

2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde beklenmedik oranda oy alarak sosyalist lider Lionel Jospin’in siyaset sahnesinden silinmesine yol açan Le Pen yıllardır dimdik ayakta.

Üstelik sivri diliyle diğer adaylara sürekli bulaşarak yapıyor bunu.

En son "Macar ve Selanik kökenlerinden ötürü Fransız halkını temsil edemeyeceği" sözleriyle Le Pen’in sivri dili bu kez Sarkozy’yi hedef aldı.

KENDİ ÇIKARINI UNUTMAK

Peki son anketler ne diyor?

Le Monde Gazetesi’nin yer verdiği dört anketin sonuçları birbirinden oldukça farklı.

Hepsinde Sarkozy önde görülüyor.

Royal ile arasındaki fark kimi anketlerde dokuz, kimisinde sadece üç puan.

Bu arada şoförümüz François’nın "Fransızları korkutuyor" dediği Nicolas Sarkozy, "derin Fransa’da" çıktığı seçim kampanyasında en yumuşak havalarda diller döküyor.

Kuzu postuna bürünmüş kurt misali.

"6 Mayıs günü, seçimin ikinci turundan sonra Elysee Sarayı’na çıkarsanız nasıl bir cumhurbaşkanı olacaksınız" sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: "Cumhurbaşkanı olmak demek kendini unutmak, kendi mutluluğunu, hislerini, çıkarlarını parantez içine almaktır. Sadece Fransızların mutluluğunu düşünmektir."

Sarkozy
’nin ağzından bu sözleri duymak Fransızların hoşuna gidiyor olsa gerek.

Hem yalandan kim ölmüş?
Yazının Devamını Oku

4,5 milyar doları deniz yutar mı?

13 Nisan 2007
ÖNCELİKLE İstanbul Sanayi Odası’nı kutlamak gerek.<br><br>Dünya gündeminin en üst sıralarındaki "küresel ısınma"yı konunun uzmanlarıyla Odakule’deki merkezinde masaya yatırdığı için. Türkiye’de Çevre Bakanlığı’nın kurulmasından önce kendi bünyesinde bir çevre birimi oluşturmuş olan İSO Türkiye’nin "Kyoto Protokolü"yle ilgili politikasını dikkatle izliyor.

ABD, Avustralya gibi ülkelerle "Kyoto Protokolü"nü imzalamamış olan Türkiye yelkenleri nihayet suya indirecek mi?

Yani protokolü imzalayacak mı?

Belli ki İSO’nun bu konuda bazı kaygıları var.

Kyoto Protokolü’nün Türkiye ekonomisinin gelişmesini tehdit edebileceği kaygısı.

Ancak toplantıya katılan Profesör Mikdat Kadıoğlu, Doçent Semra Cerit Mazlum gibi isimler "Kyoto Protokolü"nün ekonominin gelişmesine tehdit olamayacağı görüşünde.

Mazlum, Kyoto Protokolü’nde gelişmekte olan ülkeler için esnek maddeler olduğunu hatırlatıyor.

Türkiye protokolü imzalamaya yanaştığı takdirde bunlardan yararlanabilir.

Tam da yeni enerji yatırımlarına yönelen Türkiye’nin "global ısınma" meselesine daha ciddi eğilmesi gerek.

"Küresel İklim Değişimi ve Türkiye" kitabının üçüncü baskısı geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkmış olan Profesör Kadıoğlu, Türkiye’nin en büyük sorununu şöyle açıklıyor:

"Küresel ısınma nedeniyle sıcaklık artışı ve yağışın azalması."

Türkiye "kötümser bir senaryo"nun göbeğinde.

2030 yılında kış mevsimi 2 derecelik, yaz mevsimi ise 3 ila 4 derecelik bir artış gösterecek.

Türkiye çölleşebilir.

Denizin yükselmesi de ayrı bir sorun.

Özellikle de Karadeniz.

İşte bu noktada Profesör Mikdat Kadıoğlu "Karadeniz Sahil Yolu’nun yapılması yanlıştı" diyor.

Karadeniz’in 2100 yılına kadar 50 ila 60 santim yükselebileceğini söylüyor.

Ukraynalıların hesabına göre ise 1,5 metre yükselebilirmiş.

Neticede 20 yılda yapımı tamamlanan, 4,5 milyar dolara mal olmuş, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta açılışını yaptığı Karadeniz Sahil Yolu, plansız, hesapsız yapılmış.

Sular yükselir mi? Kıyılarda erozyon olur mu?

Kimsenin aklına gelmemiş.

4,5 milyar doları suların yutması işten bile değil anlayacağınız.

İSO’nun bu çok önemli toplantısıyla ilgili ilave etmek istediğim iki şey var.

Toplantıya TEMA’nın davet edilmemiş olmasını doğrusu yadırgadım.

Zira TEMA, Kyoto Protokolü’nün dahil olduğu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne akredite tek STK bildiğim kadarıyla.

İkincisi, Ankara "Kyoto Protokolü"nü imzalayıp imzalamama kararsızlığını sürdürürken, "Türkiye Kyoto’yu İmzala" diye bir imza kampanyası sürüyor.

Kampanya internette dolaşıyor.

Önünüze düşerse imzalayın derim.

Ben imzaladım.

Türkiye’den başka ’katılımcı bütçe’ örnekleri var

GEÇEN Salı günkü "Türkiye’nin ilk katılımcı bütçesi Çanakkale"den yazıma bazı itirazlar geldi.

Yalova eski Belediye Başkanı Yakup Koçal örneğin, 2001 yılında Yalova’da bir mahallenin yatırım önceliklerinin internet ortamında sağlandığını hatırlattı.

Belediyenin bazı noktalara yerleştirdiği kiosklar sayesinde halkın yüzde 72’inin katılımı sağlanmış.

Bu proje Yalova Belediyesi’ne 2002 Sürdürülebilir Johannesburg Dünya Zirvesi’nde ödül kazandırmış.

Aynı şekilde İstanbul’un en büyük ilçesi Gaziosmanpaşa’da bir süreden beri "katılımcı bütçe" uygulanıyor.

Belediye Başkanı Erhan Erol, bütçesini yaptığı anket sonucu halkın önceliklerine göre belirliyor.

AKM’yi yıkma kararı yangından mal kaçırır gibi

KATILIMCI Bütçe örnekleri ne kadar sevindirici ise İstanbulluları yakından ilgilendiren Atatürk Kültür Merkezi’yle ilgili "yangından mal kaçırır" gibi TBMM sevk edilen yasa tasarısı o kadar üzücü.

Mesele şu:

Kültür ve Turizm Bakanlığı, "İstanbul 2010 Kültür Başkenti"yle ilgili yasa tasarısına hiç ilgisi olmadığı halde son dakikada "Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılıp yeniden yapılması" maddesini koymuş.

Yasa tasarısı esasında İstanbul’un 2010 yılında Kültür Başkenti olmasıyla ilgili çalışmaları koordine edecek özerk bir yapılanma öngörüyor.

Nedense AKM’nin illa yıkılmasını talep eden bakanlık AKM maddesini da tasarıya sıkıştırmış.

Kültür başkentiyle ilgili altı aydan beri çalışmalarını sürdüren İstanbul 2010 Girişim Grubu haklı olarak buna karşı çıkıyor. Tasarıya karşı çıkıyor..

Açıklamasında bu maddenin tasarıdan çıkarılmasına talep ediyor.

Girişim Grubu, AKM’nıin daha katılımcı ve şeffaf bir ortamda tartışılmasını öneriyor.

Doğrusu da bu zaten.

İstanbullulara danışmadan AKM’yi yıkmak olur mu?

Bakalım İstanbulluların öncelikleri nedir?

Neden kimse bunu sormuyor?

Kaldı ki, AKM gibi bir "kültür mirasımızın" yıkılması, 2010 yılında İstanbul’un sanat ve kültürünü öne çıkartacak hazırlıklara ters düşmüyor mü?

Neden var olanı yıkmak?

O kadar paranız varsa yenisi yapın.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin ilk ’katılımcı bütçesi’ Çanakkale Belediyesi’nden

10 Nisan 2007
KATILIMCI bütçe kavramına henüz yabancı sayılırız.<br><br>Nedir bu kavram? Aslında her gün aramızda konuştuğumuz şeylerle yakından ilgili.

Hükümetin, belediyenin "nerelere", "ne kadar para" harcadığı meselesi.

Örneğin, geçen günkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tanıtım afiş ve pankartlarıyla ilgili yazıma okurlardan çok sayıda e-posta geldi.

E-postalar sorulan soru şu:

"Belediye bu afişlere, pankartlara ne kadar harcadı? Kimlere yaptırdı?"

Yöneticilerin halka danışmadan, hesap vermeden harcadıkları paralar insanların akıllarını meşgul ediyor.

Bu kadar basit.

"Katılımcı bütçe" yöneticilerin halka danışarak oluşturdukları bütçeler.

Halka gidiyor ve "Şu kadar param var. Önceliğiniz nedir" diye soruyor.

Dünyada ve Türkiye’de ilk "katılımcı bütçe" nerede, kimin tarafından yapılmış?

FATSA VE PORTO ALEGRE

Karadeniz’de. Fatsa’da.

12 Eylül’de tutuklanarak cezaevine konan ve orada ölen eski Belediye Başkanı "Terzi Fikri" Fikri Sönmez tarafından.

Ancak dünya belediyecilik literatürüne geçen ilk "katılımcı bütçe" Fatsa örneği değil Brezilya’nın Porto Alegre örneği.

Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’na karşı birkaç yıldan beri yapılan ve "Dünya Sosyal Forumu"nun doğduğu yer olan Porto Alegre 1989 yılından beri "katılımcı bütçe" yapıyor.

1992 yılında da Danimarka’nın Aarhus şehrinde Avrupalı belediyeler "katılımcı bütçe" kararı almışlar.

Dolayısıyla o tarihten bu yana Avrupa’da belediye hizmetleriyle ilgili kararlar ilgili taraflara danışılarak alınıyor ve uygulanıyor.

Olması gerektiği gibi.

Bu bilgileri TESEV’in (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) "Kamu Harcamalarının Verimli Kullanılması" Projesi’ni yürüten Fikret Toksöz’den alıyorum.

Toksöz, 1992 ile 2002 yılları arasında Marmara ve Boğazlar Belediyeler Birliği’nin Genel Sekreterliğini yapmış.

Şimdi TESEV’in projesi nedeniyle Türkiye’de çeşitli belediyelerle çalışmalar yapıyor.

BENİM ÖNCELİĞİM

Toksöz
, en son geçen hafta sonu Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın daveti üzerine bu ilimizdeydi.

"Belediye Başkanı Gökhan Çanakkale’nın iki mahallesinde ’katılımcı bütçe’ uygulamasına gitmiş" diye anlatıyor.

Gökhan ve ekibi ilginç bir yöntem uygulamış.

Roman mahallesi diye bilinen Fevzi Paşa Mahallesi ile İsmet Paşa Mahallesi’nde oturanlara "Benim önceliğim" yazısı olan küçük kağıtlar dağıtmış.

Kağıtlar parayı temsil ediyor. Yani söz konusu mahallelerde oturanlar ceplerindeki paraları nereye harcamak istediklerine karar verecekler.

Önlerindeki listede altı tane şık var.

Kentsel Altyapı, Ortak Kullanım Alanları (kütüphane, yeşil alan, spor alanı gibi) Toplu Taşıma, Yol-Kaldırım-Trafik, Çevre ve Sosyal Hizmetler.

Fevzi Paşa Mahallesi’
nin önceliği belediyenin tahmin ettiği gibi altyapı değil "Ortak Kullanım Alanı".

Romanlar daha çok yaşam alanı talep ediyorlar.

İsmet Paşa Mahallesi ise "Yol-Kaldırım-Trafiğe" öncelik vermiş.

Böylelikle Çanakkale Belediyesi bütçesini halkına danışan ilk belediye oluyor.

Gerçi yukarıda Fatsa örneğinden söz etmiştim ancak o örnek tarihin tozlu sayfalarında kaldı.

Belki de kimse o dönemde Fatsa’da neler yapılmak istendiğini anlamadı.

Fatsa’nın "katılımcı bütçe" deneyimi kayda geçmedi.

Bu yüzden Fikret Toksöz "Terzi Fikri ilk katılımcı bütçeyi uygulayan adam. Cezaevine konmasına neden olan şey ölümünden 30 yıl sonra uygulanıyor" diyor.

Peki bu "katılımcı bütçe" İstanbul’a uygulanabilir mi?

Toksöz, "2010 İstanbul Kültür Başkenti" toplantılarına katılmış.

"Katılımcı Bütçe" meselesi bu toplantılarda konuşulmuş.

"İstanbul için böyle bir model oluşursa 2010’da pek çok şey değişir" diye konuşuyor.

Sanırım tüm İstanbulluların gönlünde "katılımcı bütçe" yatıyordur.
Yazının Devamını Oku