Gila Benmayor

Şehirli kadınların yarısı "ekonomik bağımsızlık" istemiyor

26 Eylül 2008
TÜRK kadının girişimcilik potensiyeli nedir? Kadınlarımız "ekonomik bağımsızlık" istiyor mu? Yoksa "ekonomik bağımsızlığı" elinin tersiyle itiyor mu?

Girişimci kadına saygı duyulur mu?

Çoğumuzun merak ettiği bu soruların yanıtları KAGİDER (Türkiye Kadın Girişimcileri Derneği) ile araştırma şirketi İpsos KMG’nin gerçekleştirdikleri araştırmada.

Kentsel alanlarda, 15-59 yaşlarında 720 kadınla gerçekleştirilen "Girişimcilik Tutum Araştırması" geçtiğimiz aylarda tamamlanmış.

Toplam 13.8 milyonluk bir kadın nüfusunu temsil ediyor.

Bu nüfus içersinde kendi hesabına bir iş yapan kadınların payı yüzde 5 düzeyinde.

Araştırmanın en çarpıcı bulgusundan başlıyorum.

"Kadın ekonomik bağımsızlığına sahip olmalıdır" ifadesine katılmayan kadınların oranı yüzde 45.

Katılanların oranı da yüzde 45.

Yani şehirlerde kadınlarımız iki büyük blok oluşturmuş durumda.

Yarısı "ekonomik bağımsızlık gerekli" derken diğer yarısı "gerekmez" diyor.

Neden "gerekmez" cevabının yanıtı belki çevreyle ya da "mahalle baskısı" denen olguyla yakından ilintili.

Zira yüzde 44 oranında kadının görüşüne göre "girişimci kadına çevrelerinde saygı duyulmaz."

MAHALLE BASKISI EVE Mİ KAPATIYOR?

"Mahalleli ne diyecek" kaygısı ağır bastığı için şehirli kadınların yarısı evlerine kapanmayı tercih ediyor.

Durum böyle olunca da "kadının yeri evi ve çocuklarının yanıdır" diyenlerin oranı yüzde 46.

Ancak işin bir ilginç boyutu daha var.

"Kadının yeri evi ve çocuklarının yanıdır" ifadesine "katılıyorum" cevabını veren 15 ila 19 yaş grubundakilerin oranı yüzde 49.

Düşünün ki, okusunlar diye, eğitim yıllarının süresi uzasın diye tonlarca kampanya yapılan genç kızlarımızın yarısı "ben evlenince evde oturacağım" diyor.

Şehirli genç kızlar söylüyor bunu.

Bu yirmili yaşlarında olan kızımın kuşağının, benim kuşağımın asla söylemeyeceği bir şey.

O halde neler oluyor?

Nasıl bir dönüşümden geçiyor toplumumuz?

Giderek "muhafazakarlaşıyor" olmamızın "evde oturma" tercihindeki rolünü kim inkar edebilir?

Trafik kazalarında azalma var ama bayramda yine dikkat

BAYRAMDA yine trafik kazalarıyla ilgili haberleri göreceğiz ne yazık ki.

Keşke görmesek.

Yılda 10 bin kişinin öldüğü trafik kazalarının azalmasıyla bir süreden beri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesinde beş aydan beri anlamlı bir kampanya sürdürülüyor:

"Trafikte Dikkat 10 Bin Hayat".

Geçen akşam Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Profesör Mustafa İsen’in de katıldığı yemekte kampanyanın nasıl bir rota izlediğini dinledik.

Mustafa İsen’in Emniyet Genel Müdürü’ne dayanarak verdiği rakamlar sevindirici.

Şöyle ki, 2008 yılının ilk yedi ayında geçen yıla göre trafik kazalarında yüzde 16.4, ölü sayısında ise yüzde 15.8 oranında azalma olmuş.

İsen, bu azalmayı "10 bin hayatı yaşatmak" hedefinde umutlu bir gelişme olarak tanımlıyor.

Otomobil üreticilerin, Petrol Sanayi Derneği’nin, çeşitli bakanlıkların desteğiyle devam eden kampanyada şimdiye kadar 40 milyon kişiye ulaşılmış.

3 ila 5 yıl daha sürmesi hedeflenen kampanya oldukça yaratıcı fikirlerle devam ediyor.

Örneğin trafik kazalarında yaşamlarını yitiren Ercan Arıklı, Recep Yazıcıoğlu gibi ünlü isimler kullanılacak.

Şehirlerin giriş ve çıkışlarına dikkat çekecek plaketler asılacak.

Mustafa İsen’in dediği gibi, böyle trafik kampanyalarını biz çok gördük.

Çoğu saman alevi gibi söndü.

Bu kampanyanın cumhurbaşkanlığı himayesinde olması sürekliliğini garantileyecektir umarım.

Bu arada bayramda yollara dikkat.

Hem ön, hem arka koltuklarda emniyet kemerlerini ihmal etmeyin.

Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağımdan bayram sonrası buluşmak üzere herkese iyi bayramlar.
Yazının Devamını Oku

Nükleer atıklar yüzbinlerce yıl yok olmuyor

23 Eylül 2008
SON DAKİKA bir gelişme olmadığı takdirde nükleer santral ihalesi yarın.<br><br>Bu yazıyı kaleme almadan önce son bir kez Enerji Bakanlığı’nı arayıp sordum. "Kesinlikle erteleme yok" yanıtını aldım.

Günlerden beri televizyonlarda açık oturumları izliyorum.

Nükleer karşıtlarıyla, bu bence son derece pahalı ve güvensiz enerjiyi savunanlar karşı karşıya.

Geçtiğimiz haziran ayında, Lester Brown ile yaptığım söyleşide, çevre gurusu neden nükleere karşı olmamız gerektiğini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı.

İki nedenin üzerinde özellikle durmuştu:

Nükleer atıkları gelişmiş ülkeler bile ne yapacağını bilemiyor.

Dünyada hiçbir sigorta şirketi nükleer bir reaktörü kazalara karşı sigortalamaz.

Esas üzerinde durmak istediğim konu nükleer atıklar.

GELECEK NESİLLERE KORKUNÇ MİRAS

Fransız Le Monde Gazetesi 8 Eylül tarihli bir yazısında atıklara değinmiş.

Özenle kesip sakladığım yazının başlığı "Nükleer Atıkları Hatırlamak".

Brown
’ın dikkat çektiği gibi gelişmiş ülkelerin başları bu atıklarla dertte.

Şimdilik "geçici" olarak bu atıklar bir yerlere depolanıyor.

Ama sonrası?

Fransa örneğin Meuse bölgesinde, yerin 500 metre derinliğinde dev bir depolama merkezi planlıyor.

Bu arada bir bilgi notu.

Nükleer atıklar, "zayıf, orta ve güçlü radyoaktif atık" diye üçe ayrılıyor.

Güçlü radyoaktif atıklar yüzbinlerce yıl yok olmuyor.

İnsanlık binlerce yıl öncesinden sanat ve mimari şaheserleri miras devralmış.

Bizim bırakacağımız miras nükleer atık.

Peki yüzbinlerce yıl sonra yaşayanlar bu nükleer atık depolarından nasıl haberdar olacak?

Ya bunların nerede olduklarına ilişkin bilgiler yok olursa?

Ya binlerce yıl sonra üzerlerindeki işaretler silinirse?

NÜKLEER ATIK HAFIZASI

İnsanlığın "nükleer atık hafızası" için çalışan bir kurum var.

Uluslararası Nükleer Atıkları Yönetim Ajansı kısa adıyla ANDRA.

Ne yapıyor bu kurum?

Öncelikle nükleer atıklarla ilgili bilgilerin "depolanmasına" çalışıyor.

Hem internet ortamında, hem arşivlerde bilgiler yüzyıllara nasıl dayanır sorusuna cevap arıyor.

Örneğin arşivlerde altı yüz yıl ile bin yıl dayanabilecek bir kağıdın kullanılması tasarlanıyor.

Depolama alanları için de projeler var.

Amerikalılar henüz tam belirleyemedikleri nükleer atık depolama alanlarına mermerden 30 metre yüksekliğinde "Enformasyon Odaları" planlıyormuş.

25 bin ila 50 bin yıl dayanılacağı sanılan bu odaların girişinde İngilizce ve başka lisanlarda bilgiler verilecek.

Peki ya günümüzde konuşulan lisanlar, bildiğimiz işaretler ortadan yok olurlarsa?

Amerikalılar acıyı yansıtan yüzler de çizecekmiş.

Japonlar zamana en dayanıklı madde olarak bilinen titandan plaketler hazırlıyormuş.

Fransızlar da titan ve safir tabakalarından yararlanacakmış.

BİZ NEREYE GÖMECEĞİZ?

Nükleer enerjiyi en fazla kullanan ülkeler Fransa, ABD, Japonya gelecek nesillere bir nevi "vicdan temizleme" yarışında anlayacağınız.

Türkiye’nin durumuna gelirsek...

Bırakın gelecek nesillere "nükleer hafıza"yı aktarma işini acaba nükleer atıkların ne olacağına ilişkin bir çalışma var mı?

Nereye gömeceğiz biz bu atıkları?

Enerji Bakanlığı bu konuda beni aydınlatırsa sevineceğim.
Yazının Devamını Oku

İyi ki anlattınız Bensiyon Bey

21 Eylül 2008
Bensiyon Pinto anlatmış, Tülay Gürler kaleme almış. Ortaya çıkan "Anlatmasam Olmazdı" bir solukta okuyacağınız bir kitap.

Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı Bensiyon Pinto’nun alt başlığını "Geniş Toplumda Yahudi Olmak" diye seçtiği kitabın, babamı kaybettiğim yaz aylarında yayınlanmış olması benim için anlamlı.

Zira canım babamın kendine sakladığı bazı şeyleri öğrenme fırsatını verdi bana.

Babam acaba geniş toplumda Yahudi olmanın anlamı üzerine düşünmüş müydü?

Yoksa kendisini acıtacak bazı şeyleri bilinçli olarak bir kenara bırakmak, hiç kafa yormamayı mı tercih etmişti?

Oysa eminim İstanbul’da dünyaya geldiği 1920 yılından hayatının son günlerine dek, Bensiyon Bey’in deyişiyle "dini bir azınlığa" mensup olmanın farklı gerçekleriyle yüz yüze gelmiş olmalıydı.

En sonuncusunu ben hatırlıyorum.

Hayatının tek aşkı annem için bahçeden bir gül aşırdığını gören komşusunun onu "o koca kafalı Yahudi" diye tanımladığı kulağına gelmişti.

"O koca kafalı Yahudi" olmak sanki onu pek şaşırmamıştı.

Yüzünde muzip bir gülümsemeyle "Koca bir kafam olduğunu hiç sanmıyorum" demişti işin Yahudi kısmını atlayarak.

NEDEN ÇOK SEVDİM

Çocukluğunda, gençliğinde, 1941 yılında Elazığ, Palu’da başlayan üç yıllık askerliği süresince mutlaka bunun gibi örneklerle karşılaşmıştı.

Ama bunları anlatmaktan ziyade askerde nasıl deve eti yedirdiklerini, nasıl bitlendiğini, gönderildikleri her şehirde nasıl illa havaalanı inşaatına giriştiklerini anlatmayı severdi babam.

Bu yüzden olsa gerek, babamdan 16 yaş küçük olan Bensiyon Pinto’nun kitabını, babamın "Yahudi azınlık" kimliğine bir yolculuk anlamında daha da çok sevdim.

Yaklaşık 13 yıl boyunca Yahudi cemaatinin liderliğini yapan Bensiyon Pinto’nun özellikleri nedir derseniz hiç düşünmeden sayarım:

"Doğuştan lider, herkesi kucaklayan koskocaman bir yürek, girişken, samimi, sözünü sakınmaz, bilge."

Bu özelliklerinden dolayı Bensiyon Bey, sokaktaki insandan dünyanın önde gelen siyasilerine kadar herkes iletişim içersinde.

Kimi zaman şaka yoluyla, kimi zaman en bilge haliyle pat diye gerçekleri söylüyor karşısındakine.

Başbakana "Fas bizden ileride zira bir Yahudi’yi bakan yapabilmiş, Kralın da danışmanı Yahudi zaten" deyiveriyor örneğin.

Zamanında, Tansu Çiller’e "çevrendekilerin iltifatlarına pek aldırma" tavsiyesinde bulunabiliyor.

Bensiyon Pinto’nun kitabı neden önemli?

Bir kere, günümüzde sadece Türkiye’de değil, dünyanın her bir ülkesinde tartışılan "öteki" kavramını bir "öteki" olarak anlatmaya çalıştığı için.

Yani evrensel bir mesajı var kitabın.

"Kimimiz bilgili, kimimiz bilgisiziz. Kimimiz ilerici, kimimiz gericiyiz. Ama ne olursa olsun, her birimizde bir diğerimizde olmayan, bizi diğerinden farklı kılan bir şeyler var. Hepimizi ayrı ayrı değerli kılan da bu değil mi?" diyor.

İkincisi, Türkiye’de kimi çevrelerin öcü gibi göstermekten asla vazgeçmediği Yahudiliğin ne olduğunu, dini, geleneklerini kendi yaşamından örneklerle tatlı tatlı anlatıyor.

Ders verir gibi.

En iyi bildiğini öğretiyor ki karşısındaki tanımadığı bir şeyden korkmasın.

Keşke Yahudi kimliğini, edinmiş oldukları önyargıların dışına çıkartmayı hiç akıllarına getirmeyenler bu kitabı okuyabilseler...

Keşke daha birkaç hafta önce, Ayvalık’ta, o güzelim Ortunç plajında yüzmeyi beceremeyen küçük oğluna tam yanı başımda "Ödlek Yahudi" diye seslenen o dövmeli adam da kitabı okuyabilse.

"Ödlek Yahudi"ye tepkim ne oldu derseniz?

Hiç.

Oğluna öyle seslenen adam o kadar maganda kılıklıydı ki ne söylesem boşuna diye düşündüm.

Yerimde Bensiyon Bey olsaydı mutlaka uygun cevabı bulurdu.
Yazının Devamını Oku

Tarım Bakanlığı bunu hep yapıyor, GDO’lardan kaçıyor

19 Eylül 2008
GEÇEN hafta Sabancı Üniversitesi’nde üzülerek kaçırdığım ilginç bir sempozyum düzenledi. "3.Tarımsal Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyumu"

Sempozyumun ana konusu zaman zaman bu sütunda yer verdiğim GDO’lar (genetiği değiştirilmiş organizmalar) ve bunlar kontrol için oluşturulan "biyogüvenlik" mekanizması.

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, Türkiye’de resmi düzeyde bu GDO konusunda tuhaf bir tutum var.

Tarım Bakanlığı "Türkiye’de GDO içeren ürün yok" diye kestirip atıyor.

Oysa bilim adamları, tarımla uğraşanlar tam aksini söylüyor. Türkiye’nin ithal ettiği dört üründe -soya, mısır, kolza ve pamukta ? GDO olduğunu neredeyse herkes biliyor ama Tarım Bakanlığı bilmemezlikten geliyor.

Sabancı Üniversitesi’ndeki sempozyumun önemi şundan: Sempozyumu üç yıldan beri düzenleyen Profesör Selim Çetiner, bu yıl Avrupa Birliği’den konuyla ilgili önemli bilim adamlarını ve Türkiye’den bazı çevreci örgütleri de davet etmiş.

Örneğin "GDO’lara Hayır Platformu" bunlardan biri.

Fazla tartışılmadığı için GDO meselesi bilinmiyor Türkiye’de.

Daha önce de yazmıştım.

Kişisel olarak ürünlerde gen değişimi anlamında olan GDO’lara karşıyım. Dahası organik ürün takıntılıyım.

SESSİZLİĞİN ALTINDAKİ NEDEN

Ancak dünyanın karşı karşıya olduğu açlık tehlikesini göz önüne aldığımda "tarımsal biyoteknolojinin" dolayısıyla "biyotek ürünlerin" önemli olduğunu da kabul ediyorum.

Her neyse sempozyuma dönersek, "tarımsal biyoteknoloji" her yönüyle ele alınıyor.

"Hangi ürünler GDO’lu" meselesinden "yoksul çiftçinin bu teknolojiye nasıl ayak uyduracağına" kadar sayısız konu masaya yatırılıyor.

Konunun uzmanı olan Türk ve Avrupalı yabancı bilim adamları tartışıyor.

Peki bu önemli sempozyum Tarım Bakanlığı tarafından izlenmiş mi?

Sorum Profesör Çetiner’e.

"Tarım Bakanlığı yetkililerini davet ettik ama kimse gelmedi. Daha önceki iki sempozyuma da davet etmiştik yine katılmamışlardı"
diyor.

Tarım Bakanlığı GDO’lardan kaçıyor mu?

Biz tüketici olarak ne zaman bu konuda resmi ağızlardan doyurucu bir bilgi alacağız acaba?

Anladığım kadarıyla, Tarım Bakanlığı’nın bu konudaki sessizliğinin altında yatan neden "Biyogüvenlik Mevzuatı".

AB UYUMU NEREDE KALDI


Türkiye yaklaşık 10 yıl önce kendi ulusal "Biyogüvenlik Mevzuatı"nı çıkartmayı taahhüt ettiği halde çıkartamıyor.

Profesör Çetiner’in verdiği bilgiye göre, Türkiye yaklaşık üç yıl önce 440 bin dolara bir "biyogüvenlik kanun taslağı" oluşturmuş.

Bu güzel haber.

Kötü haber ise şu: Bu taslak ne dünya normlarına ne de AB normlarına uyuyor. Yani eldeki taslak kanuna dönüşemiyor çünkü elle tutulur yanı yok.

Peki ne olacak?

Dünya, Avrupa Birliği "tarımsal biyoteknolojiyi" tartışırken biz mevzuat yok diye bunları es mi geçeceğiz?

Böylesine önemli bir mevzuat yokluğunda tarımda AB ile uyumu nasıl sağlayacağız.?

Medeniyetler Çatışması ya içimizdeyse?

GEÇEN akşam, AKP İstanbul İl Teşkilatı’nın iftar yemeğinde Başbakan Erdoğan ile İspanya Başbakanı Zapatero’yu dinledik.

Konu iki başbakanın üç yıl önce başlattıkları "Medeniyetler İttifakı".

Türkiye önümüzdeki nisan ayında "Medeniyetler İttifakı"nın uluslararası 2. Forumu’nu ağırlamaya hazırlanıyor.

Başbakan Erdoğan’ın da vurguladığı gibi ittifak giderek uluslararası bir boyut kazanıyor.

Notlarıma bakıyorum.

Başbakan Erdoğan "Evrensel barış adına, ebedi adalet adına buradayız" diyor.

"Kimse karşısındakini öteki diye dışlayamaz" diyor.

Güzel sözler.

Kimilerinin iddia ettiği "medeniyetler çatışması" tezini yalancı çıkartacak sözler.

Sözler güzel ama gerçek başka.

Bugün bu ülkede bile biz değişik dünya görüşlerinin çatışmasına tanık olmuyor muyuz?

Erdoğan’ı dinlerken tam bir gün önce tanık olduğum bir olayı düşünüyorum.

SAHİLDEKİ OLAY

Sabahın erken saatlerinde Caddebostan sahilinde yürüyüş yapıyorum. Plaj civarında bir kalabalık gözüme çarpıyor. İnsanlar aşağıya, kumsala doğru bakıyor.

Kumsal iki genç insanla bir süreden beri sahilde devriye gezen "motosikletli polis" ekibinden dört, beş polis var.

Mesele ne?

Bir kız, diğeri erkek iki genç battaniyeleriyle kumsalda sabahlamış.

Dolunay var, hava güzel.

Yanlarına şaraplarını, gitarlarını alıp yıldızların altında uyumak istemişler.

Evleri iki sokak ötede.

Sabah gözlerini açtıklarında "motosikletli ekip" tepelerinde.

NEDEN İLLA KARAKOL

Mesele güvenliğimiz ise olabilir.

Kimlik kontrolü yapılıyor, ev adresleri alınıyor.

Genç kızın çantası didik ediliyor.

(Bir hukukçudan erkek polisin bir genç kızın çantasını karıştıramayacağını öğrenmiş bulunuyorum.)

Gençlerden itiraz sesleri yükselince de "haydi karakola".

Kalabalık gençlerden yana.

Karakola götürülecek bir şey yapmadılar. Plajda sabahlamak yasak mı bu ülkede?

Kalabalık ile genç polisler arasındaki çatışma esasında yukarıda sözünü ettiğim farklı dünya görüşlerinin çatışması.

Bizim mahalledekiler gençlere arka çıkarken, genç polislerin "karakol" diye diretmeleri başka bir şeye işaret ediyor.

Muhafazakar "background"’ları, "plajda sabahlamayı" ve belki Ramazan’da içki içmeyi tasvip etmiyor.

Oysa onlar da genç, illa karakola götürmek istedikleri de.

Söylemek istediğim şu: Bu tür olaylara giderek daha fazla rastlıyoruz.

Değişik yaşam tarzlarına, dünya görüşlerine sahip insanların bu ülkede yan yana yaşamaları giderek zorlaşıyor.

Bu durumda Başbakan Erdoğan’ın başını çektiği "Medeniyetler İttifakı" anlamsızlaşmıyor mu sizce?
Yazının Devamını Oku

Rocard, Türkiye’nin AB üyeliği için 2023 yılını hedef koyuyor

16 Eylül 2008
FRANSA eski başbakanlarından ve Fransız solunun güçlü ismi Michel Rocard’ın "Türkiye’ye Evet" kitabı elimin altında. Rocard, kitabı ARTE Televizyonu’nun Türkiye muhabiri Ariane Bonzon’un işbirliğiyle yazmış.

Rocard yıllardan beri Türkiye’yi izleyen bir siyasetçi.

AB üyeliğimizi desteklemek için kurulmuş olan "Bağımsız Türkiye Komisyonu" üyesi.

Rocard
geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan kitabında, "Türklere onları güçlü bir partner olarak yanımızda istediğimize ilişkin güçlü işaretler göndermeliyiz" diyor.

Türkiye neden Avrupa için neden olmazsa olmaz bir partner?

Rocard, Avrupalı aydınların o bildik argumanlarını sayıyor.

Türkiye’nin AB üyeliği, Avrupa’nın Asya ve Ortadoğu pazarlarına ulaşması anlamında.

Aynı şekilde enerji yollarına da erişmesi demek.

Üyelik, Avrupa’nın stratejik ve geopolitik etkinisin artmasını da beraberinde getirecek.

Avrupa’yı ABD, Çin ve Hindistan’a karşı daha güçlü kılacak.

Ancak önemle vurguladığı nokta şu:

" Çağdaş kapitalizmin yeniden bazı dengelere oturmasında Amerikan çözümü yerine Avrupalı bi çözüm istiyorsak Türkiye’ye ihtiyacımız var".

TRAJİK VE ZOR ÜLKE


Rocard kitabının bir yerinde Türkiye’yi "trajik ve zor" ülke olarak tanımlıyor.

Başka bir yerinde ise yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın "güzel ve yalnız ülke" sözlerine atıfta bulunuyor.

Rocard’ın yaptığı analizden, gerçekten Türkiye’nin zorluklarını, ikilemlerini, modernite ile geleneksellik arasında nasıl sıkıştığı anladığını kavrıyorsunuz.

Bir Avrupalı’nın kendi gözlüğünden bunları Avrupa kamuoyuna aktarması önemli.

Rocard, Turgut Özal’ı yakından tanımış.

Kendisiyle uzun uzun sohbet imkanı bulmuş.

Özal’ı Kürt sorununu çözmek isteyen ilk Türk siyasetçisi olarak selamlıyor.

Özal’ı anmış olması ilginç.

Demek ki, günümüz politikacıları onu fazla etkilememiş.

HEDEF NEDEN 2023

Rocard, kitabını yazarken, Türkiye’de aralarında Bahçeşehir Üniversitesi’nden Cengiz Aktar’ın de olduğu bazı AB uzmanlarına danışmış.

Onlara da dayanarak 2023 yılının üyelik için sağlıklı bir tarih olacağını söylüyor.

Nedenine gelince...

AB, Türkiye’nin mali yükünü 2020 yılından önce kaldıramaz.

2020’den önce üyelik AB’ye büyük bir baskı oluşturabilir.

Diğer yanda Türkiye de bazı zorluklar getirebilir.

"AB 2021-2027 bütçesiyle birlikte dengeleri gözeterek Türkiye’ye yapısal fonları aktarabilir"
diyor Rocard.

15 yıllık bir sürenin, adalet, polis gibi kurumların birbirlerine kaynaşmasını sağlayacağını da ekliyor.

Eğitim, araştırma, çevrenin korunmasında Avrupa normlarına uymak için Türkiye’nin böyle bir süreye ihtiyacı olduğunu söylüyor.

"Türkler için sembolik anlamı olan, Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü hedef alarak kesin bir tarih belirleyeyim" diyor.

Hatırlamadığımız 12 Eylül

TARİHİMİZDE iki 12 Eylül var.

Biri hakkında yazılıyor çiziliyor.

Gösteriler yapılıyor.

Diğerini ise anan kimse yok.

Bu hatırlatmayı yapan Avrupa Birliği Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp.

Demiralp’
ın sözünü ettiği ikinci 12 Eylül, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık anlaması yani Ankara Antlaşması’nın imzalandığı tarih.

Geçenlerde İktisadi Kalkınma Vakfı’nın Ankara Antlaşması’nın 45. yıldönümü nedeniyle düzenlediği toplantıdaydık.

Diyeceğim şu:

İyi ki böyle toplantılar, Rocard’ın yayınlamış olduğu kitap, ve Alman Marshall Fonu’nun araştırmaları var da Avrupa Birliği aklımıza geliyor.

Yoksa korkarım pek gündemimizde değil.

Baksanıza Alman Marshall Fonu’nun son araştırmasına göre, üye olacağımıza inananlarımız sadece yüzde 26 oranında.

Her neyse İKV’nın konferansına katılan konuşmacılar arasında Avrupa Parlamentosu’nun İngiliz üyesi Nirj Deva’nın sunumu dikkat çekiciydi.

Ne dedi Deva?

"Avrupa Parlamentosu’nda İngiltere’nin güney doğusundan 8 milyon kişiyi temsil ediyorum. Seçmenlerimin arasında Türkiye’yi doğru dürüst tanıyan yok. Belki kebabı biliyorlar o kadar".

Başka ne dedi?

"Korkarım liderleriniz Türkiye’deki reformlar, modernleşme konusunda Avrupalıları ikna edemediler".

Doğru söze ne denir?

İstanbul Modern’den Şam’a ’know-how’

İSTANBUL Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’ndan aldım sevindirici haberi.

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esat’ın geçtiğimiz nisan ayındaki Türkiye ziyareti sırasında eşi Esma Esat İstanbul Modern’i ziyaret ediyor.

Müzeden çok etkileniyor.

Şam’da, depolarda duran zengin bir çağdaş koleksiyona sahip olduklarını ve bunu değerlendiremediklerinden yakınıyor.

Şam’da çağdaş bir sanat müzesinin kurulması Esma Esat’ın yıllardan beri gönlünde yatan bir şey.

Zira New York’ta yaşadığı yıllarda evi ünlü MoMa’nın tam karşısında.

Müzenin yanından her geçtiğinde ise Şam’da böyle bir modern sanat müzesinin hayalini kuruyor.

İstanbul Modern ise Esma Esat’ın hayalini gerçeğe dönüştürmesine yardımcı oluyor.

Oya Eczacıbaşı, Esma Esat’ın bazı sanat danışmanlarını İstanbul’a gönderdiğini, İstanbul Modern’in küratörü Levent Çalıkoğlu’ndan bilgi aldığını söylüyor.

Esma Esat’ın Şam’da tahsis etmiş olduğu 30 bin metrekarelik alanda şimdi aynen İstanbul Modern konseptinde, kütüphane, sinema, video, fotograf bölümleriyle bir müze kuruluyor.

Böylece İstanbul Modern bir yanda Şam, diğer yanda Londra (Tasarım Kentleri), Viyana (Othmar Pferschy Fotografları), Atina’daki (Gölgeye Övgü) sergileriyle geniş bir çoğrafyada sesini duyuruyor.

Ne mutlu bize.
Yazının Devamını Oku

Birbirine zıt iki kadın

14 Eylül 2008
Son birkaç haftadır dünya en çok bu iki kadını konuştu. Evli olmadığı halde çocuk beklediğini açıklayan Fransa Adalet Bakanı Rachida Dati, hem Fas, hem Fransa pasaportuna sahip. ABD’de Cumhuriyetçilerin Başkan adayı McCain’in Başkan Yardımcısı adayı olarak ilan ettiği 44 yaşındaki Sarah Palin ise Rachida Dati’nin tam karşıtı. Dati, hem doğuyu hem batıyı bilen bir dünya vatandaşıyken Palin geçtiğimiz yıla kadar ABD’nin dışına adımını bile atmamış.

Geçtiğimiz günlerde dünya en çok iki kadını konuştu./images/100/0x0/55eaf482f018fbb8f8a17f00
/images/100/0x0/55eaf482f018fbb8f8a17f02
Evli olmadığı halde çocuk beklediğini açıklayan Fransa Adalet Bakanı Rachida Dati ile ABD Başkan adayı John McCain’in yardımcı olarak seçtiği Alaska Valisi Sarah Palin.

Hem Dati, hem Palin siyaset yelpazesinde sağda.

Dati esasında siyaset yaşamına sosyal demokrat olarak başlamış ama Sarkozy Hükümeti’nin bir bakanı olarak kendisini günün birinde sağcıların saflarında bulmuş.

Fransa’da bakanlığı sırasında hamile kalan ilk bakan da değil.

Fransızlar Dati’den önce Segolene Royale, Florence Parly gibi kadın bakanları yusyuvarlak karınlarıyla gördüler.

Segolene Royale evli de değildi üstelik.

Ama hayat arkadaşının François Hollande olduğunu herkes biliyordu.

Dati’nın bebeğinin babası ise meydanda yok.

Fransız Adalet Bakanı babanın kimliğini açıklamaya niyetinde değil.

Kim ne derse desin Rachida Dati’yi son derece cesur buluyorum.

42 yaşına gelmiş, anladığım kadarıyla daha önce bazı talihsiz hamilelikler yaşamış ve artık anne olmak isteğiyle yanıp tutuşuyor.

Bir kadın için bundan daha doğal ne olabilir?

Rachida Dati, Fransa’ya göç etmiş Kuzey Afrikalı bir çiftin 12 çocuğundan biri.

Hem Fas, hem Fransız pasaportlarına sahip.

Unutmayın ki, Sarkozy’nin onu Adalet Bakanlığı’na getirmesi Fransa’daki 6 milyon Müslüman’a yönelik bir jestti aynı zamanda.

Aynen kent politikalarından sorumlu devlet bakanlığına Fadela Amara’nın ya da dışişlerinden ve insan haklarından sorumlu devlet bakanlığına Rama Yade’nin atanması gibi.

Sarkozy’nın gözünde Dati, Fransa’ya vaat ettiği çeşitliliğin, çok kültürlülüğün sembolüydü.

Şık giyimiyle, politikada aldığı cesur kararlarla daima göz önünde olan Rachida Dati ne yaptı?

Babasız bir çocuk doğurma kararını alarak bırakın bakanlık konumunu tehlikeye atmak, İslam değerlerini de karşısına almaktan çekinmedi. "Özgür, kararlarımı tek başıma alan, çocuğumu tek başına büyütmekten korkmayan bir kadınım" dedi.

CAN ALMAYA KARŞI AMA SİLAHLA DEĞİL

McCain’in yardımcı ilan ettiği 44 yaşındaki Sarah Palin ise Rachida Dati’nin tam karşıtı.

Dati, hem doğuyu hem batıyı bilen bir "dünya vatandaşı" iken Palin daha geçtiğimiz yıla kadar ABD’nin dışına adımını atmamış.

ABD’nin dışında insanlar nasıl yaşar, ne düşünür, ne yapar bihaber.

Aile değerlerinin yılmaz bir savunucusu.

Tecavüz ve ensest durumlarında bile kürtaja kesinlikle karşı.

Beş çocuk annesi.

Beş aylık son çocuğunu, hamileliği sırasında Down Sendromu’ndan mustarip olduğunu bile bile dünyaya getirmiş.

Sarah Palin, bebek sağlıksız olsa dahi kürtajla can almaya karşı ama çok kolay can alabilen ateşli silahların yandaşı.

Michael Moore’un o unutulmaz belgeseli "Cici Silahım"dan bildiğimiz "Amerikan Silah Derneği" NRA’nın üyesi.

Oyuncu Charlton Heston’un bir zamanlar başkanlığını yaptığı ABD’nin en güçlü lobilerinden, silah lobisinin üyesi Sarah Palin.

Bir yanda yaşamı savunuyor, diğer yanda yaşamı en kolay yok edebilen silahı.

Bu kadının günün birinde ABD’nin başkan yardımcısı olabileceği düşüncesi bile ürkütüyor beni.
Yazının Devamını Oku

İyi bir haber: Hızla e-devlete dönüşüyoruz

12 Eylül 2008
MEĞER Türkiye e-devlet konusunda bayağı yol almış. Daha birkaç yıl öncesi imkansız gözüyle baktığımız birçok şey gerçekleşmiş. Önümüzdeki aralık ayında "eTR Ödülleri"nin altıncısını vermeye hazırlanan TÜSİAD e-TR Yürütme Kurulu Başkanı Şafak Altay ve Türkiye Bilişim Vakfı’nın Genel Sekreteri Behçet Envarlı ile konuşuyoruz.

Her ikisi de "Türkiye’de toplumun pek de haberdar olmadığı iyi şeyler oluyor" diye konuşuyorlar.

Ne iyi...

Demek duymadığımız, bilmediğimiz iyi şeyler de oluyormuş.

Kamuda artık pek çok işlem elektronik ortamda yani internet üzerinden yapıldığı için verimlilik artıyormuş.

Behçet Envarlı’nın verdiği örneklerden bazılarını sayıyorum:

Örnekler sadece 2007 yılına ait.

Sosyal güvenlikte veri tabanlarının birleşmesi nedeniyle 79 bin 430 kişinin haksız emeklilik aldığı ortaya çıkmış.

352 milyon YTL tasarruf sağlanmış.

Esnaf ve sanatkarlar veri tabanı projesiyle 6 milyon esnaf kayıt altına alınmış.

Gümrük Müsteşarlığı’nın, elektronik imza uygulamasıyla 50 milyar YTL tasarruf sağlanacak.

198 ÜLKE ARASINDA 9. SIRADA

Elektronik imza aynı zamanda kayıt dışı ekonomiyi önlemek için iyi bir araç.

Tasarruf, verimlilik bir yana elektronik ortam halka hizmeti de kolaylaştırıyor.

Etrafımda artık pek çok kişinin örneğin emlak vergisini internet üzerinden ödediğini biliyorum.

Türkiye giderek bir e-devlete dönüşüyor.

Envarlı’nın verdiği bilgiye göre, son birkaç yılda aldığımız yolu Amerikan Brown Üniversitesi’nin bir araştırması net bir şekilde ortaya koymuş.

Türkiye e-devlet konusunda 198 ülke arasında 9. sıraya yükselmiş.

İnanması güç bir başarı bu.

Bu başarıda TÜSİAD ile Türkiye Bilişim Vakfı’nın altı yıldan beri verdikleri "eTR-Ödülleri"nin de payı var kuşkusuz.

Şafak Altay, "Türkiye’de kamuyu, devlet memurunu ödüllendiren bir mekanizma oluşturduk. Ödül rekabeti körüklüyor. Kamu kuruluşları ve belediyeler arasında yarış var" diyor.

EN BAŞARILI BELEDİYE HANGİSİ

Bu arada hatırlatmakta yarar var.

"E-TR ödülleri"nde belediyelere özel ödül kategorisi var.

Geçtiğimiz yıl Şanlıurfa Belediyesi en başarılı belediye seçilmiş bu kategoride.

Ne yapmış bu belediye diye merak ettim.

Urfalıların taleplerini internet üzerinden toplayıp belediye meclisine taşıyor ve tartışmaya açıyormuş.

Halka ulaşmak için bundan daha demokratik bir yol olabilir mi?

Ayrıca kimin ne kadar borcu var?

Ya da kimden hangi mal tedarik edilebilir?

Şanlıurfalıların bu gibi şeylere de elektronik ortamda ulaşmalarını sağlamış.

Peki İstanbul ve Ankara belediyeleri bu konuda başarılı mı?

İşte bu soruya aldığım cevap pek de tatminkar sayılmaz.

Kötü haber: Giderek içimize kapanıyoruz

ALMAN Marshall Fonu’nun ABD ve Avrupa’da gerçekleştirmiş olduğu araştırmayı dün bazı gazetelerde görmüşsünüzdür.

Beş yıldan beri Türkiye’yi de kapsayan bir şekilde yapılan araştırmanın bizim açımızdan ilginç sonuçları var.

ABD ile Türkiye dahil 12 Avrupa ülkesinde 18 yaşından büyük yaklaşık 1000 kişiyle yapılan "Transatlantık Eğilimler" 2008 Araştırması ikilemlerimizi de ortaya koyuyor.

Kimi zaman ABD’ye yakın, kimi zaman Avrupa’ya yakın eğilimler gösteriyoruz.

En büyük tehdit olarak ekonomik krizi görüyoruz.

Enerji bağımlılığında galiba işin ciddiyetinin farkında değiliz.

Zira Türkiye’de bunu bir tehdit olarak algılayanların oranı yüzde 59 civarında.

Oysa hem Avrupa’da, hem ABD’de bu oran yüzde 85’lerin üzerinde.

Batı’dan farklı değerlere sahip olduğumuzu düşünenlerin oranı yüzde 55.

Alanya’
da sokakta mayoyla dolaşan turistler üzerinde kopan fırtınaya bakarsak önümüzdeki yıl bu oranın daha da artacağını kestirebiliriz.

FARKLI DEĞERLERE SAHİP

Ama zaten Avrupalı da yüzde 57 oranında farklı değerlere sahip olduğumuza inanıyor.

Bu durumda şu Avrupa Birliği üyeliğine nasıl kavuşacağız diye kara kara düşünmüyor da değilim?

İyi ki Avrupalılar hiç olmazsa gerçekçi.

Değerlerimiz farklı dese "Türkiye AB üyesi olacak" diyenlerin oranı yüzde 60.

Kötü habere gelirsek, araştırmanın bir "termometre" bölümü var.

Türklerin diğer milletlere duyduğu hisleri ölçmüş.

100 derece üzerinden değerlendirmeler yapılmış.

80 dereceyle Türkler en fazla Türkiye’yi seviyor.

Daha sonra neredeyse 40 derecelik bir farkla Filistinliler geliyor.

Sonra 33 dereceyle Avrupa.

İran, Çin, Rusya ve nihayet 14 dereceyle ABD.

Termometre hani "Türk’ün Türk’ten başka dostu yok" deyişi var ya işte tam onu kanıtlamış.

Sanki dünyadan kopuk yaşıyoruz köşemizde.

"Uluslararası konularda nasıl hareket etmemiz gerektiği" sorusuna da Türklerin yüzde 48’i yani yarısı "yalnız hareket etmeliyiz" cevabını vermiş.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı’ya getirdiğim yorum dikkat çekmiş olmalı

7 Eylül 2008
Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi bu yıl ilk kez iki Türk’ü birden üyeliğe seçti. Bunlardan biri yabancı onur üyesi olarak seçilen Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk.

Diğeri Harvard Üniversitesi, Mimarlık ve Sanat Tarihi Bölümü, Ağa Han Kürsüsü Başkanı Gülru Necipoğlu.

Böylelikle, daha önce üyeliğe seçilmiş olan MİT Üniversitesi’nden Profesör Daron Acemoğlu ile birlikte, 4 bin 600 /images/100/0x0/55eadd79f018fbb8f89ba178üyesi olan Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi’nin Türk üye sayısı 3’e çıkmış oldu.

228 yıllık bir geçmişi olan Amerikan Akademisi’nin üyeleri arasında Nobel ve Pulitzer ödüllerine sahip olanların sayısı 250’den fazla.

Einstein’dan Churchill’e, Martin Luther King’den Nehru’yu sayısız dünyaca ünlü üyesi olan Amerikan Akademisi’nin Necipoğlu’na gönderdiği mektupta şöyle deniliyor:

"Akademi üyeliğine seçilmeniz, mesleğinize ve insanlığa yaptığınız değerli katkıların onayı anlamına gelmektedir".

Necipoğlu, geçen yıl da ABD’nin 264 yıllık en köklü kuruluşu olan Amerikan Felsefe Topluluğu üyeliğine de seçilmiş.

ABD’nin bu saygın iki kuruluşuna seçilmiş olmaktan mutlu.

"Osmanlı ve İslam Sanat tarihiyle ilgili çalışmalarımın çok spesifik bulunmayıp insanlığa faydalı bir hizmet olarak görülmesi beni çok onurlandırdı" diyor.

Osmanlı ya da İslam Sanat tarihi çalışmaları Amerikan Akademisi’nin neden dikkatini çekmiş diye aklıma gelmedi değil.

Necipoğlu’nun Osmanlı ve İslam tarihiyle ilgili sayısız makalesi ve "15. ve 16. yüzyıllarda Topkapı Sarayı", "Mimar Sinan", "Topkapı Parşömeni" başlıklı üç kitabı var.

"Genelde yayınlarımda Osmanlı’nın global bir perspektiften ele alınması gerektiğini söylüyorum. Akdeniz Dünyası’nda Osmanlı’yı çok kültürlü olarak yorumlamam hoşlarına gitmiş olmalı" diyor gülerek.

ROMA’NIN DEVAMI

Bu noktadan sonra Necipoğlu ile konuşmamız Osmanlı’nın çok kültürlülüğü üzerine odaklaşıyor.

Tarih kitaplarındaki o bildik, kalıplaşmış söylemlerden farklı bir Osmanlı yorumu dinlemek çok iyi geliyor doğrusu.

Osmanlı’nın global bir bakışa sahip olduğunun kanıtı ne?

"Osmanlı, Bizans’ı almasının sonucu kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak görüyor. Bu mirası kendilerine ait görmelerinin bir kanıtı da Ayasofya. Zira Ayasofya’yı yabancı birşey olarak görmüyor, benimsiyor. Kendi eserlerinde benzer bir üslup kullanmaları global bir bakışa sahip olduklarını gösteriyor."

Osmanlılar İslam Dünyası’nda en uzun yaşamış imparatorluk.

Necipoğlu’na göre bunun en büyük nedeni, hem batıya, hem doğuya entegre olmayı becermiş olması, katı çizgilere sahip olmaması.

Çok yönlü görüşlere yer vermesi sanatına da yansımış.

Osmanlı çok dinli, çok dilli kültürlerarası bir köprü.

İran, Ortaçağ eski İslam topluluklarının sanat ve mimari mirasıyla, Akdeniz’de ortak Roma mirasını karma hale getirip yepyeni bir senteze ulaşıyor.

Büyük bir imparatorluğa yaraşır şekilde tutarlı bir kültür-sanat politikası var.

Hem Batı’dan, hem İran’dan sanatçıları topluyor, biraraya getiriyor.

Türk sanatçılarla kaynaştırıyor.

Necipoğlu anlatıyor:

"Fatih kurduğu nakkaşhanenin başına İranlı Baba Nakkaş’ı getiriyor. Ona diyor ki ’Sana yardımcılar vereceğim. Onlara Acem stilini öğret ki, benim iklimimde Acem sanatından bir rayiha olsun’".

TOPKAPI’DA ÜÇ STİL

Aynı şekilde çağırdığı İtalyan Bellini’ye de Türk asistanlar veriyor.

Edebiyatta da karma kültür kaygısı var.

Şiirlerin, Arapça, Farsça, Osmanlıca yazılmasına özen gösteriliyor.

Topkapı Sarayı’ndaki katipler Latince, Sırpça, Grekçe, İtalyanca, Türkçe, Farsça, Arapça yazışmalar yapıyorlar.

Osmanlı’nın globalleşmesinin en güzel kanıtları bunlar.

Necipoğlu’na göre bir başka kanıt Topkapı Sarayı.

Fatih, bilinçli olarak İstanbul’un iki denizi ve iki kıtayı birleştiren noktasında kuruyor Topkapı Sarayı’nı.

Sarayda Osmanlı, İran ve Bizans stilinde köşkler yaptırıyor ki, global imparatorluğunun sembolü haline dönüşsün.

Ayrıca sarayın içindeki başka binalarda da üç stili karma olarak kullanıyor.

"Fatih bu üç stili bilinçli olarak kullanıyor. Zira İstanbul’u dünya başkenti yapma projesi var. İstanbul ile Roma’yı birleştirme düşüncesi var. En büyük arzusu Roma’yı almak. Fatih’ten sonra Kanuni de aynı şeyi arzu ediyor" diyor Necipoğlu.

Hem Fatih’in, hem Kanuni’nin kendilerine model aldıkları kişi Büyük İskender.

Batıyi ve doğuyu birleştiren isim.

Osmanlı 16. yüzyıla kadar böyle global bir iddiası olan bir imparatorluk.

OSMANLI MİRASINI ÇARPITIYORUZ

Ancak 16. yüzyılın sonunda Avrupa ile Osmanlı arasında çizgilerin keskinleşmesiyla bu iddia giderek sönüyor.

Peki günümüz Türkiye’sine dönersek Osmanlı’nın bu bilinçli global politikasının farkında mıyız?

Profesör Gülru Necipoğlu "Ne yazık ki hayır" diyor.

"Bugün Osmanlı’nın bu çok kültürlü mirasını tanımıyoruz. Bunun ne kadar önemli olduğunu kavramış değiliz. Mirası çarpıtıyoruz" diye ekliyor.

Necipoğlu yaklaşık iki yıl önce Harvard Üniversitesi’nde ilginç bir konferans düzenlemiş.

"Diyar-ı Rum’da Mimari Miras" başlıklı konferansta sunulan tebliğler Osmanlıların kendilerini Romalıların devamı olarak gördüklerini ortaya koyuyor.

Örneğin Osmanlı tarihçisi Cemal Kafadar’ın tebliğinde Osmanlıların kendilerini nasıl gördüklerine ilişkin şöyle bir ifade var:

"Biz Orta Asya’dan geldik. Yepyeni bir coğrafyaya yerleştik. Nasıl aşılanmış bir ağaç sulu ve şahane güzellikte meyveler verirse öyle meyveler verdik."

Yani Osmanlı soyunun karıştığının bilincinde.

Devşirmeyle bilinçli olarak bir "kültürel mühendislik" yapıyor.

Bugün Osmanlı’ya milliyetçilik perspektifiyle bakanların zor kabul edecekleri bir şey bu.

Bu yüzden Necipoğlu diyor ki:

"Akademi dünyasının görevi araştırmalarla, belgelerle gerçekleri ortaya koymak. İdeolojik çarpıtmaya karşı durmak. Osmanlı mirasını anlayacaksın ama bugün bazılarının yaptığı gibi -Neo Osmanlılık akımı- idealize de etmeyeceksin. Örneğin ben bir kadın olarak Osmanlı döneminde yaşamayı asla istemezdim."
Yazının Devamını Oku