Gila Benmayor

Sayın Çubukçu bizim içimiz acıyor, ya sizinki

2 Kasım 2008
İSTANBUL’daki Dünya Ekonomik Forumu’nun son gününde sabah saatlerinde yapılan üç oturumdan bir tanesi "Cinsiyet Uçurumu"yla ilgili. Dünyada ve Türkiye’de kadın erkek eşitsizliği tartışılacak.

Bazı çözüm önerileri masaya yatırılacak.

Katılımcılar arasında Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in adı var ama oturum başlamadan önce Kadından sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun katılacağını öğreniyoruz.

Güzel bir sürpriz.

Nitekim küçük gruplar halinde yapılan tartışmalı oturumda, Nimet Çubukçu ile aynı masaya düşüyoruz.

Yanımda ise Türkiye’de kadının durumuyla ilgili bir rapor hazırlamakta olan Dünya Bankası, Avrupa ve Orta Asya İnsanı Kalkınma Bölümü’nden Gordon Betcherman var.

Masanın üzerinde ise Dünya Ekonomik Forumu’nun son dört, beş yıldır hazırlamakta olduğu "Cinsiyet Uçurumu" Raporu’nun sonuncusu duruyor.

162 sayfalık raporun 148’inci sayfasında alfabetik sıralamaya göre, Türkiye var.

İşte o sayfadaki verilere göre, "Cinsiyet Uçurumu"nda Türkiye 128 ülke içinde 121’inci sırada.

Yüz kızartıcı bir durum.

DÜNYA BANKASI’NIN TESPİTİ

Türkiye’nin yanındaki 149’uncu sayfada yer alan Uganda, 128 ülke arasında 50’nci sırada.

Bizim masadaki konuşmacıların biri Bakan Çubukçu, diğeri Betcherman.

Çubukçu, kızların eğitimiyle ilgili sürmekte olan kampanyalardan söz ediyor.

Gerçekten Türkiye’de son yıllarda kızların eğitimi konusunda dev adımlar atılmış.

Ama bunun ne yazık ki "Cinsiyet Uçurumu" Raporu’ndaki utanç verici tablonun değişmesine hiç katkıda bulunmamış.

Neden Türkiye, Etiyopya (113’üncü sırada), Burkina Faso (117’nci sırada) İran (118’inci sırada) ve daha sayısız benzer ülkenin gerisinde?

Tam yerimizi merak ediyorsanız, Mısır ile Fas’ın arasındayız.

Avrupa Birliği müzakerelerine başlayan bir ülke için kadının durumu içler açısı.

Tam yanımda oturan Betcherman, hazırlamakta olduğu rapor nedeniyle Türkiye’deki durumu iyi biliyor.

"Türkiye, dünyada en düşük kadın istihdamının olduğu ülke" diyor.

"Ülkenin modernleşme yolunda attığı adımlar, bu gerçeği değiştirmiyor" diye ilave ediyor.

Şu gözlemini aktarıyor.

İslam ülkelerinde kadın istihdamı genellikle düşük.

Ancak Malezya, Endonezya gibi istisnalar var.

FIRSAT EŞİTLİĞİ KOMİSYONU NE OLDU

"Eğitim önemli ama eğitimli kadınların iş gücüne katılacakları garantisi yok" diyor.

Politikacıların bu konuda ne yaptıklarını soruyor.

Öyle ya, kadın istihdamı biraz da siyasilerin işi.

Nicedir Meclis’te oluşturulması planlanan "Kadın, Erkek Fırsat Eşitliği" Komisyonu’nu soruyorum Çubukçu’ya.

Yasa tasarısını sunduklarını, ancak kadın örgütlerinin bu konudaki çalışmalarını beklediklerini söylüyor.

"Fırsat Eşitliği" için yıllardan beri uğraşan kadın örgütlerinin işi ağırdan almaları mümkün mü?

Dünya Ekonomik Forumu’nun "Cinsiyet Uçurumu" raporlarıyla ilgili bugüne kadar çok yazdım.

Ama bu masanın üzerinde duran 2007 Raporu, canımı her zamankinden fazla acıtıyor.

Acıtıyor çünkü, aynı masayı paylaştığımız Çubukçu, raporla ilgili bir şey söylemiyor.

121’inci sıradan daha yukarılara nasıl tırmanacağımıza ilişkin o konuşmayacaksa, o halde kim konuşacak bu ülkede?

Sayın Çubukçu, kadın istihdamında en geri ülke olmamız, 128 ülke arasında 121’inci sırada olmamız sizin canınızı acıtmıyor mu?

Son söz: Acaba raporu okudunuz mu?

G-20’ler finansal krizi görüşecek

DÜNYA Ekonomik Forumu’nun en çalışkan Türk Bakanı Dışişleri Bakanı Ali Babacan.

Pek çok oturumun konuşmacısı.

Programda adları gözüken pek çok bakan gelmemiş.

Örneğin önceki günkü "Yeni İpek Yolu" oturumundan Dış Ticaretten sorumu Devlet bakanı Kürşad Tüzmen’in adı görünüyor.

Türkiye’nin yeni İpek Yolu’nun rolü konusunda iddialı olan Bakan Tüzmen’i oturumda göremedik.

Aynı şekilde dün sabah "Bölgede Askerin Rolü" oturumunda Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün de adı görünüyordu.

Ama o da gelmedi.

Finansal kriz nedeniyle Muhtar Kent gibi bazı CEO’ların İstanbul’a gelmemeleri çok doğal.

Ama ev sahibi ülkenin konuşmacısı olan bakanlarının gelmemeleri biraz tuhaf.

Her neyse, programda adı olmamasına ragmen Ali Babacan, forumun son oturumunda konuşmacıydı.

Krizin ele alındığı oturumda Babacan, Türkiye’nin dahil olduğu G-20’lerin önümüzdeki günlerde Washington’da toplanacağını ve krizin gelişmekte olan ülkeleri etkilememesi için alınacak önlemlerin tartışılacağını söylüyor.

Babacan, kriz nedeniyle ülkelerin "korumacı" politika izlemelerinin yanlış olacağını, serbest ticaret, serbest sermaye akışının devam etmesi gerektiğini vurguluyor.
Yazının Devamını Oku

İkinci Zeugma vakası mı?

2 Kasım 2008
Bilecik Barajı’nın yapımı sırasında ortaya çıkan Zeugma mozaiklerinin dünyada nasıl yankılandığını hatırlayın. Şimdi de Urfa Haleplibahçe’de milattan sonra 3. yüzyıla ait bir mozaik taban bulundu. Mozaiklerde Hippolite, Antiope, Melanipe, Pentesilya resmedilmiş. Tek göğüslü savaşçı Amazon kraliçeleri.

Şanlıurfa’ya 2007 yılı, haziran ayında yaptığım bir gezide önce onlardan bir tanesini gördüm.

Özenle bir örtünün altına saklanmıştı.

Geçen hafta, Urfa’ya bu kez Garanti Bankası’nın Anadolu Sohbetleri toplantıları nedeniyle yaptığım son ziyarette ise dördü birden karşıma çıktı.

Hippolite, Antiope, Melanipe, Pentesilya.

Tek göğüslü "Savaşçı Amazon Kraliçeleri."

Urfa’da, Haleplibahçe’de yapılması planlanan Dinler ve Kültürler Parkı için ilk kazma atıldığında ortaya çıkartılan mozaik tabanda tüm haşmetleriyle karşınızdalar.

Uzmanların iddialarına göre, "Savaşçı Amazon Kraliçeleri" dünyada ilk kez bir arada mozaik taşlarla tasvir edilmiş.

Samsunlu Amazonların Urfa’ya nasıl ulaştıkları ise bir sır. Samsun, Sinop arasında seyahat ettikleri, Efes’e uğramış olabilecekleri rivayet ediliyordu ama ta Güneydoğu Anadolu’ya kadar uzanabilecekleri kimsenin aklına gelmemişti.

Haleplibahçe’de ortaya çıkartılan ve milattan sonra 3. yüzyıla ait oldukları tahmin edilen mozaik tabanda dördü, dört ayrı sahnede bir av partisindeler.

Elinde iki başlı bir balta tutan Antiope hariç diğerleri at sırtındalar.

Ok ya da mızraklarına hedef olmuş panterler, arslanlar ayaklarının dibinde.

Mozaikler o kadar canlı ki, bir panterin göğsünden sızan kan damlalarını bile görebiliyorsunuz.

Av sahnesinde başka hayvan türleri, meyve ağaçları da var.

FIRAT NEHRİ’NİN RENKLİ TAŞLARI

4 milimetrekare boyutlarında, Fırat Nehri’nin renkli taşlarından yapılan bu benzersiz mozaik tabanlı saray, kuşku yok ki Doğu Roma İmparatorluğu’nun üst düzey bir yetkilisine ait.

Bence Urfa’da ikinci bir "Zeugma Vakası" yaşanıyor.

Nizip’te Bilecik Barajı’nın yapımı sırasında ortaya çıkartılmış olan Zeugma mozaiklerinin dünyada nasıl yankılandığını hatırlayın.

Urfa’da Haleplibahçe’de ortaya çıkartılan "Savaşçı Amazon Kraliçeler" mozaiğinin de aynı şekilde büyük ses getireceğinden hiç kuşku yok.

Uzun yıllar boyunca Zeugma kazılarına katılmış olan Gaziantep Müzesi arkeologlarından Dr. Mehmet Önal şimdi Haleplibahçe’de görevli.

Önal’a göre, Urfa’da ortaya çıkartılan mozaik tabanlı salon Zeugma’daki villalarla benzer özellikler taşıyor. Ancak Zeugma’daki villalarda böylesine geniş ve ihtişamlı salonlar yokmuş. Kaldı ki, Haleplibahçe’deki kazılar halen devam ediyor.

Savaşçı Amazon Kraliçeleri’ni resmeden salonundan başka bahçesinde çeşmeleri, havuzları bulunan sarayın dışında aynı yörede başka kalıntıların olması pek muhtemel.

GÖBEKLİTEPE’DEN SONRA MOZAİKLER

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi arkeologlarından Hasan Karabulut eşliğinde "Savaşçı Amazon Kraliçeleri"ni ziyaret ettiğimiz gün kazılarda yeni bulunmuş olan bir Roma Hamamı da gördük.

Şanlurfa gezimiz boyunca bize eşlik eden Fest Travel’in kurucusu Faruk Pekin’in deyişiyle halen "Türkiye’nin en parlak yeri" bir kült merkezi olan "Göbeklitepe".

Urfa merkezinin 17 kilometre uzağındaki Göbeklitepe’de ortaya çıkartılan 11 bin 500 yıllık dünyanın en eski heykeli Şanlıurfa Müzesi’nde.

Pekin’e göre, Göbeklitepe kazıları bilinen her şeyi altüst etmiş.

Urfa’nın Harran’dan da eski bir yerleşim merkezi olduğunu ortaya koymuş.

Önce Göbeklitepe, şimdi de "Savaşçı Amazon Kraliçeler".

Şanlıurfa, Göbeklitepe kazılarını yürüten Alman arkeolog Klaus Schmidt’in deyişiyle "tarihi yazan şehir" olma yolunda.
Yazının Devamını Oku

Enerji yatırımları krizde darbe aldı

1 Kasım 2008
İSTANBUL’daki Dünya Ekonomik Forumu’nun ikinci gününde ağırlık enerjideydi. Enerji gündeme geldiğinde forumun vazgeçilmez simalarından biri, Uluslararası Enerji Ajansı’nın baş ekonomisti Fatih Birol.

Her zamanki gibi gazetecilerin odak noktası olan Birol’a "küresel ekonomik krizin enerjiyi" nasıl etkilediğini sordum.

Birol’un buna cevabı şöyle:

"Enerji güvenliği deyince bunun ilk koşulu enerji yatırımı. Çeşitli alanlarda enerji yatırımı yapacaksınız ki güvenlik garanti olsun. Ancak finansal kriz, enerji sektörünü kredi konusunda büyük sıkıntıya soktu. Zira enerji yatırımı büyük sermaye isteyen yatırımlar."

Fatih Birol’un aktardığına göre, Avrupa’daki rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji yatırımları küresel finansal krizden oldukça etkilenmiş.

Bunun iki nedeni var.

Birincisi yukarıda sözünü ettiğim kredi sıkıntısı.

İkincisi, petrole alternatif olarak düşünülen bu enerji kaynaklarının petrol fiyatının 65-70 dolara düşmesi nedeniyle petrolden pahalı duruma gelmiş olmaları.

Kriz nedeniyle Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere ve hatta ABD rüzgar, güneş, biyo yakıt yatırımlarını askıya almış vaziyette.

Enerji yatırımlarının yavaşlaması da riskli Fatih Birol’a göre.

Zira yatırımların yavaşlaması, global ekonomi büyümeye başlayınca talebin karşılanamaması demek.

Bu da enerji fiyatlarının yine tavan yapması anlamında.

"Ekonomi düzeldiğinde talep artacak. Talep karşılanmazsa o zaman enerji fiyatları baş döndürücü bir hızla fırlayabilir" diyor Birol.

Peki Türkiye’nin durumu?

Uluslararası Enerji Ajansı baş ekonomisti Fatih Birol nasıl görüyor durumumuzu?

"Finansal krizin Türkiye üzerinde iki etkisi var. Birincisi Türkiye ekonomisinde ticaretin önemli yeri var. Ticaret partnerlerinde örneğin Avrupa Birliği ülkelerindeki yavaşlama ihracatı etkileyecek. Türkiye bundan zarar görecek."

YATIRIMLARA DİKKAT


Ama madalyonun öbür yüzü var.

Temel hammadde fiyatlarının düşmesiyle zararı karşılayabiliriz.

Fatih Birol
, krize rağmen Türkiye’de enerji sektöründeki yatırımların sekteye uğramaması gerektiğinin özellikle altını çiziyor.

"Hükümet enerji yatırımlarını sürekli kontrol etmek durumunda. İhalelere girenler sözlerini yerine getiriyorlar mı? Yatırımlar aksarsa enerji dar boğazına girebiliriz" diyor.

Fatih Birol’u Davos’tan yıllardan beri tanırım, izlerim.

Dolayısıyla nükleer enerjiyi gerekli koşullar sağlandığı takdirde desteklediğini bilirim.

NÜKLEER İHALENİN SAKINCALARI

Peki Türkiye’de tartışmalara yol açan nükleer enerji ihalesiyle ilgili ne düşünüyor?

"Hem uluslararası toplantılarda, hem Türkiye’deki toplantılarda Türkiye’nin nükleere geçmesi gerektiğine inandığımı söylüyorum. Zira nükleer enerji hem çevre, hem arz güvenliği açısından yararlı."

"Arz güvenliği"
Fatih Birol’un da enerji denince olmazsa olmaz koşulu.

Zaten Avrupa Birliği’nin birkaç yıldan beri tartıştığı en önemli konu.

Türkiye’de tek iştirakçinin Rusya’nın olduğu nükleer ihale konusunda ise şunları söylüyor:

"Türkiye’de doğalgazın elektrik üretiminde payının son derece yüksek olduğunu biliyoruz. Gazın büyük bir bölümü Rusya’dan geliyor. Tablo böyle. Bu durumda nükleer ihalesinde gelinen nokta enerji çeşitliliğine katkıda bulunmuyor. Dahası arz güvenliği açısından sakıncalar doğurabilir."

Türkiye’nin Orta Asya ekonomilerine katkısı büyük

DÜNYA Ekonomik Forumu’nun dün sabahki son oturumunda parlayan bir kişi vardı:

Türkiye Yatırımı Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz.

Hayatının büyük bölümünü İsviçre’de geçirdiği için İngilizce, Fransızca, Almancayı ana dili gibi konuşan Korkmaz, "Asya ile Avrupa’yı birleştiren Türkiye" oturumunun moderatörüydü.

Sabah saatlerinde Körfez ülkelerinin sermayesini bir araya getiren "Vizyon 3" fonuyla 3 milyar dolarlık bir anlaşma imzalamış olmanın keyfiyle müthiş bir toplantı yönetti.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Ali Koç, Ahmet Dördüncü’nün de konuşmacılar arasında olduğu oturumda Korkmaz ilk sorusunu Babacan’a sordu.

"Türkleri nasıl tanımlıyorsunuz? Ortadoğulu muyuz? Asyalı mıyız? Yoksa Avrupalı mı?"

İşte, varoluşumuzun temel sorusu.

Biz kimiz?

Babacan bizi şöyle tarif ediyor:

"Türkiye aslında hem Avrupa hem Asya ülkesidir. İstanbul hem Asya’da hem Avrupa da. Türkiye, Akdeniz ülkesi de aynı zamanda. Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da olan bir ülke. Tam bir kesişme noktası. Avrupalılar bize baktığında Asya’nın bir uzantısı gibi görüyor. Asyalılar ise Avrupa’nın uzantısı olarak görüyor."

Peki bir yabancı, örneğin BNP Paribas’nın baş danışmanı Jean Lemierre bizi nasıl görüyor?

Lemierre, bankacı gözlükleriyle bizi en iyi açıdan görüyor.

Ne mutlu...

Türkiye’deki ortağından son derece memnun.

Türk bankacılığının krize çok iyi hazırlandığını söylüyor.

"Yıllar boyunca Türk şirketlerinin Orta Asya’da, Kafkasya’da yatırımlarını gördüm. Türkiye’nin yatırımcı olarak bölge ekonomisine katkısı çok büyük. Türk şirketleri bölgeden alıyor ama fazlasıyla veriyor" diyor.

Nakit zengini şirketleri teşhis ediyoruz

KRİZ döneminde Türkiye nasıl yabancı yatırımcı çekecek?

Sorum, toplantı sonrası Alpaslan Korkmaz’a.

Korkmaz’ın enerjisi bulaşıcı resmen.

"Biz ajans olarak krizi, 7-8 ay öncesinden tahmin etmiştik. Dolayısıyla nakit zengini şirketleri teşhis etmek için sürmekte olan bir çalışmamız vardı. Şimdi bu çalışmayı değerlendiriyoruz" diyor.

Korkmaz, birkaç gün önce ABD’den dönmüş.

ABD ne kadar krizde olursa olsun nakit zengini şirketleri hálá mevcut.

Örneğin Korkmaz çantalarında 7 milyar dolar ile 15 milyar doları hazır tutan iki şirketle görüşmeler yapmış.

Bunlardan biri de yüksek teknolojiye yatırım yapmaya hazır.

Korkmaz, "Dünyada yabancı yatırımda düşüş yaşanacak. Bu kaçınılmaz. Ama Türkiye’de bu düşüş daha az olacak" diyor.
Yazının Devamını Oku

Dünya Ekonomik Forumu’nun ilk gününden ’durgunluk’ mesajı çıktı

31 Ekim 2008
DÜN İstanbul’da en fazla "küresel ekonomik kriz" konuşuldu. Sabah KAGİDER’in toplantısında İş Bankası’nın Genel Müdürü Ersin Özince’yi dinledik.
Öğleden sonra ise kriz sonrası ilk bölgesel toplantısını şehrimizde yapan Dünya Ekonomik Forumu’nun ilk üç oturumundan biri yine bu hararetli konuya ayrıldı.

Ersin Özince’nin neler söylediğine daha sonra geleceğim ama önce Dünya Ekonomik Forumu’nda Ekonomiden sorumlu Mehmet Şimşek’in de katıldığı oturumdan birkaç not.

Şimşek’e göre, Türkiye, Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri küresel krizi daha az hasarla atlatacak.

Gelişmekte olan ülkelerin de krizden etkilenmeye başladıklarını söyleyen Şimşek’e göre, kriz gelişmekte olan ülkelerin ikinci, üçüncü nesil reformlarını gerçekleştirmeleri için bir fırsat.

Aynı oturumda dinlediğimiz Leiden Üniversitesi’nden Victor Halberstadt "durgunluk" sözcüğünü en açıkça teleffuz eden kişi oldu.

Davos’ta Türkiye oturumlarının müdavimlerinden olan Halberstadt’a göre, birkaç yıl süreyle bir "durgunluk" dönemine gireceğiz.

KEYNESÇİ OLUN

Bundan kaçış yok.

Gelişmiş ülkelerin peşi sıra gelişmekte olan ülkeler de "durgunluk"tan paylarını alacaklar.

Peki "durgunluğun" önünü kesmek mümkün mü?

Hayatında beş durgunluk görmüş olan Profesör Halberstadt önlemleri sayıyor:

Faizleri kesmek, reel sektöre destek, bankaların borç vermelerini sağlamak hatta onlara bunu impoze etmek, gelişmekte olan piyasaları desteklemek.

Son olarak Halberstadt "eski moda olmaktan korkmayın, Keynesçi olun" diyor.

Toplantıda, durgunluktan da öte durgunluk artı enflasyondan da söz edenler oldu.

Ama fazla karamsarlık olmasın diye bunu es geçiyorum.

Dünya ekonomisinin bu badireyi nasıl atlatacağı konusunda ise İMF’nin önemi masaya yatırılıyor.

IMF OLMADAN ASLA

Deniyor ki, "IMF olmadan bir şey yapamayız".

Sözünü ettiğim "Dünya Ekonomisine Bakış" toplantısının bir başka konuşmacılarından olan, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası baş ekonomisti Erik Berglöf, IMF’siz bir şey yapılamayacağını ama bu kurumun da tek başına çok fazla etkili olmayacağı görüşünde.

Gürcistan örneğini veriyor.

Kendi bankası Gürcistan’da hem IMF, hem Dünya Bankası’yla işbirliği yapmış.

Aynı şekilde Ukrayna, Macaristan gibi ülkelerde benzer yöntemler izlenmiş.

Yani dünyanın belli başlı kurumları arasında işbirliği.

Sonuç: Dünya durgunluğa girerken yeni fikirlere, yeni kaynaklara ve yeni araçlara ihtiyaç var.

Hem de acilen./images/100/0x0/55eb37fcf018fbb8f8b312f8

Zor dönemde Türkiye’nin ekonomik istikrarına katkı için geldik

AVRUPA İmar ve Kalkınma Bankası
, global ekonomik kriz ortamında geçtiğimiz hafta Türkiye’de faaliyette bulunmaya karar verdi.

Banka 2010 yılı sonuna kadar Türkiye’ye 600 milyon dolarlık bir sermaye ayıracak.

1991 yılında, komünizm sistemin çökmesinden sonra yeni bir özel sektörün teşvik edilmesi için kurulan bankanın fikir babası ve ilk başkanı Jacques Attali.

Attali
’nin başlattığı projeyle Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası bugün Orta Avrupa’dan Ota Asya’ya 29 ülkede faaliyette bulunuyor.

Sadece Rusya’da yedi tane temsilciliği var.

Türkiye , bankanın faaliyette bulunacağı 30. ülke.

Peki Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası Türkiye’de ne yapacak?

Bunu, Dünya Ekonomik Forumu için İstanbul’a gelmiş olan, bankanın başkanı Thomas Mirow ile konuştuk.

Mirow, bankanın beşinci başkanı.

Bankanın neden tam da bu dönemde yani küresel kriz ortamında Türkiye’ye gelmeye karar verdiği sorusuna Mirow şu cevabı veriyor:

"Türkiye başarılı yapısal reformlar gerçekleştirdi. Türkiye’nin global krizi az hasarla atlatmasına destek olmak için böyle bir zamanda gelmeye karar verdik."

TARIM SEKTÖRÜ VE KOBİ’LERE DESTEK


Nasıl bir destek?

Bu soruyla ilgili Mirow şunları söylüyor:

"İMF gibi bir kurum olarak düşünmeyin bizi. Bizim büyük katkımız yapısal gelişmeye olacak. Örneğin tarım sektörünün gelişmesine katkı. Tarım sektörünün tüm halkalarını iyi biliyoruz. Küçük şehirlerin kamu hizmetlerine destek. KOBİ’lere uzun vadeli krediler. Hükümetin özelleştirme operasyonlarına da destek söz konusu."

Global kriz özelleştirme yerine yeniden kamulaştırmayı gündeme getirirken Mirow ’un özelleştirmeden söz etmesi dikkatimi çekiyor.

Mirow bunun üzerine, elektrik dağıtımın özelleştirilmesinden, kırsal alanlardaki kurumların özelleştirilmesinden söz ediyor.

"Enerji, finans sektörlerindeki uzmanlığımızı sunmak istiyoruz" diyor.

Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın en büyük deneyimini eski sosyalist ülkelerin piyasa ekonomisine geçiş döneminde kazanmış.

Mirow’ un dediği şu:

"Gelişmekte olan ekonomilerin daha güçlü olmalarını hedefliyoruz. Türkiye ekonomisi bölgesel ekonomik işbirliği için de önemli."

Ersin Özince’
nin dediği gibi, ülkemizde faaliyet kararı alan Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası "can simitlerden" biri olabilir.

Ersin Özince: IMF yeterli değil, birkaç can simidi gerek

CUMHURİYET’in 85. yıldönümünde KAGİDER’in davet ettiği konuşmacı Cumhuriyet kadar eski bir kurumun İş Bankası’nın Genel Müdürü Ersin Özince.

Özince’nin konuşmasından önce KAGİDER Başkanı Gülseren Onanç, Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in kadın girişimcilerin sıkıntılarını dinlemek üzere onları Ankara’ya davet ettiğini söylüyor.

Türkiye’deki 78 bin kadın girişimci, verilen toplam kredinin yüzde 2 ila 3 oranını kullanıyormuş.

Bu vesileyle öğrendik.

Gülseren Onanç, çoğunlukla hizmet sektöründe faaliyet gösteren kadın girişimcilerin krizden fazlasıyla etkilenecekleri görüşünde.

Şimdi geliyoruz "Küresel Kriz Işığında Bankacılığın Geleceği" başlığı altında Özince’nin söylediklerine.

Özince, haklı olarak her şeyin hızla değiştiğini dolayısıyla konuşma hazırlamadığını söylüyor.

Kriz "geliyorum" demiş bir kere.

"Uluslararası finans sistemlerinin bilançolarının hatalı olduğu ortadaydı. Öyle ki ben bile BDDK’yı göndersek de kaç bankanın ayakta kaldığını öğrensek dedim" diyor.

Hataları, dengesizlikleri görmek istemeyenler şimdi krizin tam göbeğinde.

Örneğin İzlanda.

Özince’nin aktardığına göre, İzlanda’daki tüm balıkçılık yatırımlarını Japonlar satın alıyormuş.

Yani suşi sektörü yakında ihya olacak.

İzlanda battı peki Türkiye ne olacak?

"Türkiye etkilenecek, finansman daralacak ve maliyeti artacak, vadeler kısalacak."

2001 krizinde risklerini azaltanlar bu krizi de daha az hasarla atlatacak.

İş Bankası’ndan örnek vermek gerekirse, bu banka kredi kartında en önde değil, döviz kredisinde üçüncü, konut kredisinde dördüncü vesaire.

Özince’ye göre, şimdi tüm uluslar arası kurumların yapacakları şey tsunami’nin yoksul ve gelişmekte ülkelere sıçramasını önlemek.

Zavallı Afrikalı neden hiç payı olmadığı krizden etkilensin?

Zaten esas sorun ele avuca gelmeyen "küreselleşme".

Peki bu krizden nasıl sağ salim çıkacağız?

"Birey olsun, şirket olsun dalgalı denizde gemisini doğru dürüst yüzdürebilen kazanır."

Türkiye için son söz:

"IMF yeterli değil. Birkaç can simidi gerek."
Yazının Devamını Oku

GAP Eylem Planı’na ne oldu?

28 Ekim 2008
<b>Şanlıurfa</b><br>BAŞBAKAN Erdoğan’ın geçtiğimiz 27 Mayıs tarihinde Diyarbakır’da açıklamış olduğu GAP Eylem Planı’nın neresindeyiz?

Garanti Bankası’nın 55. Anadolu Sohbetleri için geldiğimiz Şanlıurfa’da kafamdaki bu soruya bir cevap bulacağımı umuyorum.

Şanlıurfa GAP’ın en önemli ayağı.

Proje kapsamında sulanması öngörülen alanların yarısı Şanlıurfa’da zira.

55. Garanti Anadolu Sohbetleri’ne kadar son bir yılda, çeşitli illerdeki toplantılar nedeniyle GAP ile yazdıklarımı gözden geçiriyorum.

Yazının Devamını Oku

Mafyanın ölüme mahkûm ettiği adam

26 Ekim 2008
Roberto Saviano, Camorra Mafyası’nın kirli ilişkilerini, kanlı hesaplaşmalarını ortaya serdiği cesur kitabı için Napoli’de kahraman ilan edilmeyi beklerken tüm aksine bu toplumda "satılmış" ve "istenmeyen adam" durumuna düştü. İtalyan gazeteci-yazar Roberto Saviano ölüme mahkûm.

Napoli mafyası Camorra onun ölüm fermanını imzalamış./images/100/0x0/55eae8d3f018fbb8f89e7901

Saviano’nun Camorra Mafyası’nı araştırarak kaleme aldığı "Gomorra" kitabı 2006 yılında piyasaya çıkmış.

Sadece İtalya’da 1.2 milyon satmış.

Başlığı İncil’deki "Sodom ve Gomore"den esinlenmiş olan kitabın filmi Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmış.

Şimdi Hollywood yolunda.

Kısaca Roberto Saviano 29 yaşında zengin ve ünlü bir adam.

Ama onu televizyonda görenler 29 değil, 39 yaşında gösterdiğini söylüyor.

Zira kitabı yayınlandığından beri hayatı değişmiş.

Camorra’nın kitap piyasaya çıkar çıkmaz yağdırdığı ölüm tehditleri üzerine iki yıldan beri gece gündüz polis gözetiminde.

Eskiden Vespa’sıyla dolaştığı yollarda zırhlı bir arabayla seyahat etmek zorunda.

İSTENMEYEN ADAM

Napoli’de oturduğu apartmanın sakinleri "mafya evi basar" diye öylesine korkmuş ki, evini terk etmek zorunda kalmış.

Şimdi oturacak bir ev bulmakta zorlanıyor.

Polis eşliğinde gezdiği kiralık evlerde kapılar yüzüne kapatılıyor.

İsmi Napoli’de dehşet uyandırıyor.

Camorra Mafyası’nın kirli ilişkilerini, kanlı hesaplaşmalarını ortaya serdiği cesur kitabı yüzünden Napoli’de "kahraman" ilan edilmeyi beklerken tam aksine "satılmış" ve "istenmeyen adam" durumuna düştüğünü fark ediyor.

İki yıl önce "Napoli’yi asla terk etmem. Mayfaya direneceğim" diyen Saviano bugün kaçma noktasında.

Tek başına Camorra’ya meydan okuyamayacağını fark etmiş nihayet.

"Camorra’ya karşı mücadeleye tüm Avrupa katılmalıdır. Fransa, Finlandiya, İspanya, Almanya bu mafyadan etkilenen ülkeler arasında. Güç birliği yapmazsak mücadeleyi kaybederiz" diyor.

Saviano ilk kez 13 yaşında iken Napoli sokaklarında mafyanın infaz ettiği bir ölüyle karşılaşmış.

Beynine kazınmış o sahneyle 26 yaşında önemli bir çalışmaya imza atmış.

BEDELİ ÖZGÜRLÜĞÜ

Kendisinden çok daha yaşlı, deneyimli meslektaşlarının 30 yılda çözemediği kanlı ilişkileri çözmüş.

Ama karşılığında özgürlüğünden olmuş.

Saviano, yazmış ya da söylemiş olduklarından ötürü ölüm tehditleri alan Salman Rüşdi ya da Orhan Pamuk gibi bir süreliğine ABD’ye gitmek istiyor.

Besbelli, Camorra karşısında yelkenleri suya indirmiş.

Şaka değil.

Mafya da, radikal dinciler ya da milliyetçiler kadar insana dünyayı dar edebiliyor.

İfade özgürlüğünü, yaşam özgürlüğünü elinden alabiliyor.

Orhan Pamuk dahil altı Nobel Edebiyat ödüllü yazarın, İtalya Hükümeti’ne yönelik açık mektupta dile getirmiş oldukları destek arkasında olsa da Saviano, mafya korkusunun sindirmiş olduğu bir toplumda yalnız bir adam.

29 yaşında yaşlanmış, kaygılı bir adam.
Yazının Devamını Oku

Kadir Topbaş’a açık mektup

24 Ekim 2008
PEŞİNEN söylemem gerekir ki, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a açık mektubu kaleme alan kişi ben değilim. Bizim mahallenin Roman çiçekçisi.

Geçenlerde beni yakaladı ve başkasına yazdırmış olduğu mektubu elime tutuşturdu.

Mektubun altında imzası da vardı.

Ama sonra "başıma bir şey gelir" diye korktu.

"İsmimi verme olur mu" diye rica etti.

Mektubuna iki başlık koymuş.

Biri "Romanların Çilesi".

Diğeri "Biz Roman Halkı Geçimimizi Çiçekten Sağlıyoruz".

Mektuba geçmeden önce Yalçın Bayer’in 17 Ekim 2008 tarihli "Çiçek büfeleri de AKP’li yandaşa gitti" yazısını hatırlatmam gerek.

Bayer bu yazısında, özetle şunu söylüyordu:

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kararıyla, çiçek satış noktaları, bu işi belki yüzyıllardan beri yapan Roman vatandaşların elinden alınıp Erdoğan ailesinin yakını Bekir Uğur’a verilecek.

İSTANBUL’UN BİR RENGİ YOK OLACAK

Uğur, ihale yöntemiyle Roman çiçekçilere, camekánlı dükkanlar kiralayacak.

Yani o köşebaşlarında görmeye alıştığımız çiçekçiler yok olacak.

Aynen Sulukule’deki evlerinden ayrılmaya zorlandıkları gibi bu kez çiçekleriyle bütünleştikleri o köşelerden kopacaklar.

İstanbul bir renginden daha mahrum kalacak.

800’den fazla çiçek satıcısı da işsiz.

Açık mektuba dönersek şöyle başlıyor:

"Bizim hiçbir tahsilimiz yok. Sanatımız yok. Bize iş veren de yok. Biz sadece çiçek satmasını biliriz. Bundan bir süre önce İBB’nin yetkilileri gelip çiçek satmamızın yasak olduğunu bildirdi. Bundan böyle çiçek satacağımız yerler için izin almamız gerekiyormuş".

Bizim mahallenin çiçekçisi arkadaşlarıyla birleşip "alınması gerekli iznin" peşine düşmüş.

Önce Selimiye, ardından Unkapanı, tekrar Selimiye’de İBB’nin kapısını çalmış.

Sonuç şu:

Bizim çiçekçinin anlattıklarıyla Yalçın Bayer’in anlattıkları birebir uyuşuyor.

Yani bundan böyle ihaleye girerek, çiçek satacakları yerleri kiralayacaklar.

Altından kalkamayacakları bir yük.

Ama dahası var.

ÇİÇEK MEZATI DA YASAKLANIYOR

Çiçeklerini mezattan almayıp, İBB’nin temin ettiği çiçekleri satmak zorunda kalacaklar.

Büyük bir olasılıkla İBB’den alacakları çiçekler de mezattan temin edecekleri çiçeklerden daha pahalıya gelecek.

Artık pes.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu yoksul insanların elinden mesleklerini almalarına ben isyan ediyorum.

Bizim mahallenin çiçekçisi mektubunu da zaten şöyle bitiyor:

"Tüm Roman halkı adına söylüyorum. Eğer bizim çiçek satmamızı istemiyorsanız, bize bir iş verin. Biz buna da razıyız. Yeter ki, bizi ekmeğimizden etmeyin".

Umarım Sayın Topbaş bu sese kulak verir.

Londra Belediye Başkanı’ndan Türkiye Lobisine destek

İNGİLTERE’de, Türkiye’nin yeterince sesini duyuramadığını düşünen bir grup genç insan var.

Onlardan biriyle Dr. Onur Çetin ile geçen gün birlikteydim.

Çetin ve arkadaşları, İngiliz Muhafazakar Parti bünyesinde "Türkiye’nin Muhafazakar Partili Dostları" grubunu oluşturmuş.

Benzer bir oluşum İngiliz İşçi Partisi’nin bünyesinde de var.

"Türkiye’nin Muhafazakar Partili Dostları" grubunun kurucuları arasında, damarlarında Osmanlı kanı olduğunu söyleyen Londra Belediye Başkanı Boris Johnson da var.

Çiçekçilerle uğraşmadığı için daha ciddi işleri gündemine alabiliyor demek ki.

Johnson’un yanı sıra Muhafazakar Parti’nin Gölge İçişleri Bakanı Dominic Griev, İngiltere’nin en genç milletvekilleri Douglas Carswell, Mark Harper, David Burrowes de var.

Bu saydığım isimlerden hiçbiri henüz 40 yaşında değil.

Çetin, bunu özellikle vurguluyor.

Zira kurdukları grubun hedefi, İngiliz politikasına gelecekte yön verecek siyasilerle, fikir adamlarıyla iletişim içersinde olmak.

Buna "yeni nesil lobicilik" deniyormuş.

Çetin "İngiltere’nin genç nesil politikacılarına Türkiye hakkında objektif bilgi aktarmak, gerekirse onları buraya davet etmek istiyoruz" diyor.

150 üyeye ulaşan "Türkiye’nin Muhafazakar Partili Dostları"nın Londra temsilcisi Dr. Onur Çetin.

Türkiye temsilcisi ise Dr. Rıza Kadılar.
Yazının Devamını Oku

İstanbul Barosu’na 130 yılda beşinci kadın başkan adayı

21 Ekim 2008
DÜN başlayan Ergenekon Davası, <br><br>Almanya’da patlak veren Deniz Feneri, Metris Cezaevi’nde işkenceden ölen Engin Ceber.

Hukuka en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz.

Ancak böyle bir dönemde yargının bağımsızlığıyla ilgili hepimizin kafasında soru işaretleri de az değil.

Önümüzdeki pazar günü yapılacak İstanbul Barosu seçimleri bu yüzden önemli.

Önemli zira 130 yıllık baronun tarihindeki beşinci kadın başkan adayı Avukat Mebuse Tekay, baronun artık hukukla ilgili her mesele karşısında sesini yükseltmesini istiyor.

İstanbul Barosu’nun bunca zaman sessiz kalmış olmasını içine sindiremiyor.

İstanbul Barosu, Paris, Tokyo barolarından sonra dünyanın 3. büyük barosu.

24 bine yakın avukat kayıtlı.

Yani sesini yükselttiği anda bazı şeyleri sarsabilir.

Buna inandığı için Mebuse Tekay, seçimler için hazırlamış olduğu kitapçıkta "Başka bir baro mümkün" diyor.

AYDINLIK İÇİN 1 DAKİKA KARANLIK


"Başka bir dünya mümkün"e inananlardansanız, "başka bir baro da mümkün" olur elbet.

Tekay, İstanbul Barosu seçimlerinde Katılımcı Avukatların başkan adayı.

Liberallerden solculara geniş bir yelpazeyi kapsayan Katılımcı Avukatlar’ın grubunda Susurluk sonrası "Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eyleminin fikir babası Avukat Ergin Cimen de var.

Mebusa Tekay da 1997 yılı şubat ayında başlayan ve 1 ay 10 gün süren o meşhur eylemin sözcülüğünü yapmıştı.

"Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eyleminin nasıl ses getirmiş olduğunu hatırlayın.

Diyeceksiniz milyonlarca evin bir dakika süreyle karanlıkta kalması neyi değiştirdi?

Değiştirmedi ama değişebileceği konusunda bir umut getirdi.

Ergenekon Davası başlarken hepimizin aynı umuda ihtiyacı var yine.

Tekay, İstanbul Barosu’nun güçlü bir kadroyla bir "umut" meşalesi taşıyabileceği görüşünde.

YARGININ BAĞIMSIZLIĞI İÇİN

"Diğer barolarla güç birliği yapıp baskı grupları gibi çalışabiliriz. Türkiye’de yargıda değişimi tetikleyebiliriz" diyor.

Katılımcı Avukatlar Türkiye’nin "çağdaş ve demokratik bir hukuk devleti" olabilmesi için gerçekten bazı şeyleri değiştirme peşinde.

Önemli isimlerin yer aldığı bir Hukuk Bilim Kurulu, bir de Toplum Bilimleri Kurulu oluşturmuş.

Bunlar anladığım kadarıyla İstanbul Barosu için bir nevi "düşünce kuruluşu" işlevini görecek.

Mebuse Tekay, AKP
Hükümeti’nin halen yaptıklarıyla ve yapmaya hazırlandıklarıyla yargı bağımsızlığına büyük darbe indirdiğini söylüyor.

"Birileri seslerini yükseltmezse yargının bağımsızlığı tümden yok olacak" diyor.

Türkiye’de "Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eylemini ve "Sivil Anayasa" girişimini başlatmış olan kadronun bunu yapabileceğine inanıyor.

Karara bağlanmayı bekleyen 1.5 milyon dosya var

AVUKAT Mebuse Tekay’ın, hukuk sistemimizle ilgili verdiği rakamlar düşündürücü.

Hatta sadece rakamlardan nasıl bir hukuk sistemiyle yaşadığımızı çıkartabilirsiniz.

Türkiye’de 20 bin kişiye 1 hakim düşüyor.

Adalet Bakanlığı geçen ay 4 bin 200 hakim açığı olduğunu duyurmuş ve atamalara hazırlandığını bildirmiş.

Ancak atamalar gerçekleşse dahi 12 bin kişiye 1 hakim düşecek.

Oysa üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’nde 4 bin kişiye 1 hakim düşüyor.

2007 yılı sonu itibarıyla karara bağlanmayı bekleyen dosya sayısı 1.5 milyon.

Bütçeden yargıya ayrılan pay sadece yüzde 1.

Bizi Avrupa’da en geri sıralara düşüren bir pay bu.

Diyanet ile aynı oran.

Mebusa Tekay bu payın yüzde 5 civarında olması gerektiğini düşünüyor.

Yargıya ayrılan payın düşüklüğü yüzünden büyük oranda hakim ve savcı açığı var.

Dosyalar bu yüzden bekliyor.

İnsanlar mahkeme koridorlarını bu yüzden aşındırıyor.
Yazının Devamını Oku