Şehirleşmede, aklımızın, inancımızın ve bilimin ışığında hareket edeceğimize, menfaatimizin karanlığında yol aldık.
Kimse hakkına razı olmadı. Olmayacak yerleri imara açtık. İmarı iki katlı olan yeri on iki kata çıkarmak için çalmadığımız kapı, vermediğimiz rüşvet kalmadı.
Dere ve nehir yataklarına apartmanlar diktik. Zemini balçık, birinci sınıf tarım arazilerine şehirler kurduk.
Mevzi depremlerin hiçbirinden ibret almadık; ateş düştüğü yeri yaktı ve biz hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ettik.
Gittiğimiz yolun çıkmaz olduğunu görmemize rağmen; bilerek ve isteyerek ve hatta üstüne rüşvetler vererek görmezden geldik.
İnancımız (dinimiz); ‘Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!’, ‘Sebeplere yapışın! (bilimsel gereği ne ise, onu yapın!)’ diyor. Tam tersini yaptık.
On bir ilimizi vuran, 7.7 ve 7.6 şiddetindeki 6 Şubat depremleriyle yıkıldık. On beş milyon insanımız etkilendi; on binlercesi öldü, yüz binlercesi evsiz barksız kaldı, bir o kadarı şehrini terk edip başka şehirlere göç etmek zorunda kaldı.
Türkiye’mizin yapı stokunu dönüştürmekten başka çaremiz yoktur ve bu durum birinci önceliğimiz olmalıdır.
Zira 1950’ye kadarki seçimlerin yalnızca adı seçimdi. Millet, sandığa, dostlar alışverişte görsün diye giderdi. Seçime (!) tek parti girerdi ve adaylar, tek kişi tarafından belirlenirdi.
Muhalefet partisi olmadan, CHP tek başına iktidar partisiydi ve bu partinin şehirlerdeki il başkanları, aynı zamanda aynı ilin belediye başkanı ve valisi konumundaydı.
Askeri ve sivil bürokrasi de, a’dan z’ye kadar CHP’liydi. O vakitler, 1 kilogram şeker, bürokrata 5 kuruş, halka ise 5 liraydı. O halk ki meteliğe kurşun sıkıyordu; 4 lira yol vergisini ödeyemediği için hapsi boyluyordu.
1950 seçimlerinin önemi, ilk defa çok partili ve serbest seçimlerin olmasıydı. 1946 ise, sözde çok partili olsa da şaibeliydi.(‘Açık oy, gizli tasnif’ ile maluldü.)
Milletin tercihi, CHP’nin karşısındaki partiydi; adı, sanı ne olursa olsun, CHP’nin karşısında olması kâfiydi. Onu tanımaları gereksizdi; zira önceki yönetimi ve zulmünü yeterince tanıyorlardı!
CHP’nin maddi ve manevi olarak neler yaptığını tarihler yazıyor. Millet açısından değerlendirilmesi şöyledir ki, 1950’deki ilk serbest seçimlerde sandığa gömdüğü CHP’ye bir daha, seçimle iktidar yüzü göstermedi.
CHP, çok değil, on yılda (DP iktidarı boyunca) bu durumu fark etti ve sandık dışı usullerle iktidarda kalmanın yolunu ve yordamını buldu.
Dışarısı (ABD) ve içerideki uzantıları el ele vererek,
Kurulan hiçbir koalisyon hükümetinde siyasi istikrar sağlanamamış ve bu meşum (uğursuz) yıllar, devlet ve millet hayatımız için adeta ‘Fetret Devri’ olmuştur.
Siyasi istikrarsızlıktan kurtulmak ve ülkemizin önünü açmak için Başkanlık Sistemi’ne geçtik.
Yeni sistemde asıl amaç, bir siyasi partiyi tek başına iktidara getirmekti. Cumhurbaşkanı seçilmek için de yüzde 50 artı 1 şartını getirdik ki, bu durum kanaatimizce yanlış olmuştur.
Doğrusu; yüzde 40’ın üzerinde en yüksek oyu alan kişinin cumhurbaşkanı seçilmesi ve hükümeti kurabilmesiydi. İtalya, onca acı tecrübelerden sonra, böyle bir yolu tercih etti.
Yüzde 50 artı bir şart olunca, ister istemez ittifaklar oluşuyor. Bu ise, seçimden önce koalisyon demektir.
Bu durumun tipik örneği, 6’lı ve hatta 7’li, 8’li, 9’lu... Masa’nın oluşturduğu Millet İttifakı’dır.
Binde oranıyla oy alan partilere muhtaç bu ittifak için en büyük tehlike ‘anahtar’ parti konumundaki HDP’dir. HDP’nin yüzde 10’un üzerinde bir oyu var; bu oylar olmadan Millet İttifakı’nın seçimleri kazanması imkânsızdır.
HDP, bu denli
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, Erdoğan’ın karşısında 13 yılda, 15 seçimin mağlubu olsa da; ‘Yenilen pehlivan güreşe doymaz’ kabilinden, son kalan şansını kullanmak zorundaydı.
Kemal Kılıçdaroğlu, elinde bulundurduğu bu son kozunu oynamak dışında bir seçenekten mahrumdu. Önceki iki adaylıkta da (E. İhsanoğlu, M. İnce) geri durarak, CHP Genel Başkanlığı’nı elinde tuttu.
Ama artık kazın ayağı öyle değildi. Cumhurbaşkanlığı adaylığı, siyaset sahnesindeki son şansıydı.
Zira yaşının kemale geldiğini, başkaları gibi kendisi de biliyordu. Bundan dolayıdır ki, ‘Ekmek için Ekmelettin’ ve ‘Gel bakalım Muharrem’ demeden; ‘Ben Kemal, geliyorum!’ demek zorunda kaldı.
Bugüne kadar geldiği yerlere bakınca; hangi durakta ineceği (Kâğıttepe olabilir mi?) herkesin malumudur!
Demokrasilerde, ben geliyorum demekle gelinmiyor; millet isterse geliniyor, istemezse gelinmiyor, gelinemiyor. Bu denli gelinemeyişin rekoru da zatı alilerinde bulunuyor.
Kılıçdaroğlu’nun hakkını yemeyelim; millet nezdindeki seçimleri kazanamıyor ama partisindeki ve kimi partiler arası atraksiyonlarda eline su dökecek siyasetçi yok gibi.
Kolay değil; egoların zirve yaptığı, kinlerini din edinen onca benzemez partiyi bir araya getirdi ve zorda olsa hepsinin ortak adayı olmayı başardı.
Meral Akşener’in masaya dönüşü, birçok odağın bastırması ve dayatması sonucu, kerhen olmuştur. Zira kendilerince ‘kazanması mümkün olmayan Kılıçdaroğlu’nun adaylığına evet denmiştir. Ayrıca İYİ Parti’nin masaya dönüş şartı olan; İstanbul ve Ankara Belediye Başkanları’nın ‘icracı Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı’ formülü de kabul görmemiştir.
Uzlaşının temeli güvendir; itina ile korunması gereken testi çatlamış ve bu güven yitirilmiştir.
Güvenin olmadığı yerdeki zoraki birliktelik, bir yere kadardır. Ki ortada fol yok yumurta yokken, bu denli kırıcı olunabiliyorsa; yarınki en ufak bir ‘pürüz’ karşısında nelerin olabileceği izahtan varestedir.
Şu yamalı bohçaya bakar mısınız? Yetkileri sözde sınırlandırılmış (anayasal olarak mümkün değil) bir cumhurbaşkanı, beş siyasi partinin genel başkanlarından ve de nasıl olacağı anlaşılmayan, iki büyük kentin belediye başkanlarından oluşan yedili cumhurbaşkanı yardımcıları...
Babil Kulesi’ni andıran, her renk ve her çeşit insanın bulunduğu ve herkesin farklı dilleri konuştuğu, kimsenin birbirini anlayamadığı ucube bir sistem. Bu sistemin, daha doğru ifadesiyle sistemsizliğin yapabileceği tek şey, kendilerini yiyip bitirmektir. Bu kaotik sistemin Türkiye’ye verebileceği hiçbir şey yoktur.
Kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar. Seçimleri kahir ekseriyetle kazanmış ve TBMM’de anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etmiş gibi har vurup harman savuruyorlar. Siyaset kurdu Demirel’in ifadesiyle, doğmamış çocuğa don biçiyorlar!
Allah aşkına; her birinin kerametini kendinden menkul, bunca ‘horoz’un bulunduğu yerde sabah olur mu?
Eski koalisyonların ortalama ömrü bir buçuk yıldı, bu ucube koalisyonun ömrü ise
Tüm biliminsanlarının haykırdığı, yakın gelecekteki 7 üzeri bir İstanbul depremi, bundan öncekilerin hiçbirine benzemeyecek ve ülkemiz için, telafisi mümkün olmayan tam bir yıkım olacaktır.
Zira İstanbul, her şeyi ile bu ülkenin kalbidir ve kalp durunca, bünyenin tamamı mahvolur.
Bundan dolayıdır ki İstanbul için master plan çerçevesinde özel bir kanun çıkarılmalı, bu kadim şehir her yanı ile yeniden ele alınmalıdır.
Tüm dünyanın gözünde ışıltılı ve görkemli olan bu mega kent, bina stoku bakımından, gerçekte her yanı ile dökülen, yoğun makyajla ayakta durabilen tam bir mega köydür.
Dışı seni içi beni yakar misali!
Şehir, merkezi ilçeleriyle (Şişli, Beyoğlu, Kadıköy vb.), varoşlarıyla (Esenyurt, Beylikdüzü, Maltepe, Küçükçekmece, Kartal vb.) New York City (Manhattan) bölgesindeki gökdelenler diyarını andırıyor.
Ama içlerine girdiğinizde, yalnızca sokaklarına baktığınızda bile gerçekte bir ucube şehirleşme ile yüzleşirsiniz. O devasa binaların önündeki sokaklar öyle dar ve kargacık burgacık ki, gecekondu semtlerindeki sokaklar bunların yanında bulvar kalır.
Bu denli ucube şehirleşmenin yaşayacağı depremi düşünmek bile insanı ürpertiyor.
Halkta karşılığı olmayan bu dört siyasi parti, masaya ‘asalak’ olarak ilişmişti, ilişmek zorunda kalmışlardı. Bu ‘küsurat’ partilerinin genel başkanları bile milletvekili seçilebilmeleri için CHP’ye veya İYİ Parti’ye muhtaçlar.
Diğer bir ifadeyle, bu partilerin, bu denli bir birlikteliğe elleri mahkûmdur. Zira kendi başlarına bir varlık gösterebilmeleri ve TBMM’de tek bir milletvekili ile dahi temsil edilebilmeleri mümkün değildir.
Bu sütunları takip edenler hatırlayacaklardır; Meral Akşener’in büyük oynadığını, ana muhalefet olmayı hedeflediğini birçok kez ifade ettik.
Masa, on üç aydır toplanıp dağılıyor. Kendilerine sorarsanız, yıldızları vadetmenin stratejik hesaplarını yapıyorlardı. Gerçekte ise, zorunluluğun bir araya getirdiği her bir genel başkanın kafasında 40 tilki vardı ve bunların hiçbirinin kuyruğu diğerine değmiyordu!
Kılıçdaroğlu, birbirine değmeyen bu kuyruklardan dördünün iplerini elinde tutuyordu; Meral Akşener ise başından beri Başbakanlığa (en büyük parti) soyunduğunu ilan etmişti.
Meral Akşener yaptığı sert açıklamada bu durumu itiraf etti ve muhataplarını şu şekilde suçladı: ‘Şahsi ikballerini düşünüyorlar.’
Masa, asıl yanlışı, ‘stratejik derinliğin’ tespit ve tayininde yaptı; ilk önce adayı belirleyeceklerine ‘doğmamış çocuğa don biçercesine’ hükümet programını hazırladılar.
Masa’nın aktörlerinin siyasetteki kalibrelerine bakın ki, bir buçuk yıldır bir araya geliyorlar, saatlerce konuşup tartışıyorlar ama gerçekte birbirlerinin neyin peşinde olduğunu bilmiyorlar.
Oysa hastaya ilaç sorulmaz; gerektiğinde, zorla da olsa verilir. Hasta çocuğa, ağlıyor diye iğne yaptırmıyor muyuz? İğne yaptırmayıp hastalıktan ölmesine sebep olmak, gerçekte merhamet midir, yoksa zulüm müdür?
İşte belirli aralıklarla çıkarılan imar afları, belediyelerin aymazlığı yüzünden kelimenin tam anlamıyla zulme dönüşmüştür. Böyle yapmakla, dürüst vatandaşımız cezalandırılmıştır.
Suçlunun narına, suçsuz da yakılmıştır.
Bir ara benim de içinde bulunduğum TBMM’de çıkarılan ve yanlış olarak imar affı olarak nitelenen kanunlara dikkat edildiğinde, ‘Fenni gereklilik yerine getirilmek şartıyla’ der.
Ama maalesef belediyeler, ifade edilen ‘fenni gerekliliği’ yerine getirmeden, sadece ceza keserek, mahut yapılara izin vermiştir.
İmara aykırı şehirler kuruluyor, binlerce gökdelenler yükseliyor. İstanbul’umuzun ilçelerinden hangisine bakarsanız, bu denli kanunsuz yapıların bin bir çeşidiyle karşılaşırsınız.
Bunların inşa süreci aylar sürmekte; bu süre zarfında, bunları engellemekte görevli belediyelerden hiç ses çıkmamaktadır. Demek ki, bile bile göz yumuyorlar.
Neden acaba?