Kentsel dönüşüme direniyoruz, direnebiliyoruz.
Ülkemiz deprem kuşağında bulunuyor, dolayısıyla bizler bu gerçeği bilip depremle yaşamasını öğrenmek zorundayız. Deprem olmayacak diye bir şey yok, mutlaka olacak; şu halde, depreme dayanıklı binalar yapmaktan başka çaremiz yok!
İşte yine bir kış günü; 6 Şubat 2023 Pazartesi günü sabaha karşı, saat 04.17’de, merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan ve on il ve ilçelerinde yıkıma sebep olan 7.7 büyüklüğünde bir depremle sarsıldık.
Ardından 6.6 büyüklüğe varan onlarca artçı ve büyük sarsıntının üzerinden 9 saat geçmemişti ki bu kez de merkez üssü Elbistan olan, 7,6’lık bir depremi daha yaşadık.
Yine yıkılan yüzlerce bina ve bunların altlarında kalan binlerce insanımız. Yine girilemeyen ağır veya orta hasarlı binlerce bina ve evlerini, bu kış günü terk etmek zorunda kalan on binlerce insanımız.
Her depremde olduğu gibi, bunda da aynı manzara ile karşı karşıya kaldık. Öldürenin deprem olmadığını, çürük binaların olduğunu gördük.
Kanaatimizce; kentsel dönüşüm işi, şahıslara, şahısların keyfine bırakılmamalı. Umumi seferberlik başlatılıp çürük tespit edilen tüm binalar yıkılıp yeniden yapılmalıdır.
Sağlıkta olduğu gibi, bunda da bilim kurulları oluşturmalı ve kurullar ne diyorlarsa onu yapmalıyız.
Bu adımları atan mevcut yönetimi iktidardan uzaklaştırmak için, üst üste darbeler yaptırdılar; başarılı olamayınca da önce ekonomiden vurmaya başladılar. Ardından da her zaman yaptıkları gibi, yine terör örgütlerini başımıza musallat ettiler ve etmeye devam ediyorlar.
Maksatları, Türkiye’yi kaosa sürüklemek, geniş halk kesimlerinde bezginlik oluşturmak ve bu ülkeyi yaşanamaz hale getirmektir. Diğer bir deyişle, terörün ulaşmak istediği hedefleri gerçekleştirmek; bu ülkede can ve mal güvenliğinin olmadığını tüm dünyaya ilan etmektir.
Seçimlerin hemen öncesinde bu fitneyi uyandırıyorlar ki mevcut iktidarın ülkeyi yönetemediği görülsün ve bunun sonucunda da seçimleri kaybetsin.
Malum yeni savaş konseptinde, en geçer akçe ve en kullanışlı yol ve yöntem terördür. Bu yüzden, emperyalist ülkeler, çeşitli terör örgütlerini kurup geliştiriyor ve istedikleri ülkelerin üzerine salıyorlar.
Bu ibretlik durumun canhıraş örneğini de Türkiye üzerinde sergiliyorlar.
Made in USA olan DEAŞ militanlarını Türkiye’de eyleme zorluyorlar. Yaptırmayı planladıkları eylemler öncesinde de kendilerinin İstanbul’daki konsolosluklarını kapattıkları gibi, diğer ülkelere de bu yönde telkinde bulunuyorlar.
Tüm bu melanetleri, bize haber vermeden, bizimle bilgi paylaşmadan yapan ülkeler, bizim NATO’daki müttefiklerimiz. Yani bir tehlike vukuunda, aynı cephede yer alıp ortak düşmana karşı savaşacağımız silah arkadaşlarımız.
Bu ne menem müttefiklikse, daha barış ortamında bizi arkadan vuruyor; bunların yarın savaş ortamında ne yapacakları ve hatta ne yapmayacakları ne malum?!
Dolayısıyla dost ve düşman herkesin gözleri üzerimizde olacak.
Bu neden böyledir, biliyor musunuz?
Malum, Türkiye’nin üzerinde bulunduğu bölge, dünyanın en netameli ve en önemli coğrafyası. Bu coğrafyada, ülkeler iki şekilde bulunabilirler. Birincisi, güçsüz ülkeler; bunların hayatlarını sürdürebilmeleri için, mutlaka güçlü ülkelerin korumalarına, yardım ve himayelerine ihtiyaçları vardır.
İşte bu muhtaç olma hali, emir almayı gerektirir.
Dolayısıyla bu bölgedeki güçsüz ülkelerin ‘uydu’ ülke olma zorunluluğu vardır. Güçsüz olup da, “Biz şöyle bağımsızız, böyle müstakil ve hür bir ülkeyiz” demelerinin hiçbir kıymeti yoktur.
Bu denli hamasetle ancak kendilerini kandırırlar.
İkincisi ise, güçlü ülke olup bileğinin bükülememesidir.
Türkiye’miz, demokrasiye geçildiği (1945) günden beri, kolu kanadı kırılmış, güç ve kuvvetten düşürülmüş; devlet ve millet hayatının olmazsa olmazı olan milli savunması ile milli eğitimi dışarısının (ABD-NATO) güdümüne sokulmuş,
CHP’nin Genel Merkezi’nde, ‘Yeter, söz milletindir!’ şeklinde dev bir pankartın asılacağını rüyamızda görsek inanmazdık.
Halbuki o ifade, CHP’ye, CHP’nin zorba yönetimine ve isminde ‘halk’ olmasına rağmen, halkı kale almamasına karşın milletin hissiyatını haykırıyordu.
‘Yeter, söz milletindir!’ denilerek; tek partili sistemdeki göstermelik seçime, çok partili sistemle de ‘açık oy, gizli tasnif’li karakuşi seçime hayır denilmekte; milletin özgür iradesinin sandıklara yansıması istenmektedir.
Milletin özgür iradesinin sandıklara yansımasını kim engellemiştir? Tek partili sistemle uzun yıllar iktidarda kalan CHP engellemiştir.
Aynı CHP, Meclis’in duvarına ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ düsturunu yazdı ama sözünde durmadı.
Hür dünyanın baskısıyla, demokrasiye (çok partili hayata) geçer gibi yapıp onu da; ‘açık oy gizli tasnif’ diyerek kayıt ve şarta bağladı. Bu durumda hem millet istediği partiye oy veremeyecek ve hem de verebilse bile ‘gizli tasnifle’ oyu sayılmayacaktı.
Bütün bu kepazelikleri millet gördü ve yaşadı.
İşte demokrasi adına işlenen bu iğrençliklere son vermek için;
Bunu yaparlarken de önceki tüm tükürdüklerini yaladılar. Zira önceleri, “Tayyip Erdoğan’ın adaylığını mesele etmeyeceğiz” diyorlardı. Hukuka zerre kadar saygıları varsa, zaten mesele etmemeleri gerekirdi, ama...
Her biri ayrı telden çalan 6’lı Masa’nın sözde liderleri, cumhurbaşkanı adayı arayışına çıkıp anket üstüne anketler yaptırdılar ve halen daha da yaptırmaktalar.
Yapılan anketlerde, Sayın Erdoğan’ın önlenemez yükselişini gördüklerinde, hep birlikte deliye döndüler ve hep birlikte eski defterleri karıştırmaya başladılar.
Zira korku dağları sardı!
Eski defterleri, kendilerinin günah galerileri olup binbir çeşit hukuksuzlukla, iğrençlikle, kepazelikle doludur.
AK Parti kökenli birini cumhurbaşkanı seçtirmemek için uydurdukları 367 garabeti, hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Hukuku istedikleri gibi eğip büken bu zihniyet, aynı çirkefliği bugün de sergilemekte ve Erdoğan’ın yeniden aday olamayacağını ileri sürmektedir.
Aynı zihniyet, dün de “Erdoğan’ın üniversite diploması yok; aday olamaz” dememiş miydi? CHP Milletvekili Prof. Dr. Aydın Ayaydın, “Üniversitede Erdoğan’ın hocalığını yaptım” demesine, üniversite mezunu olarak askerliğini yedek subay olarak yapmasına ve diplomasını ibraz etmesine rağmen, mahut kafa, yalan ve iftirasını sürdürmüştür.
2017 yılında anayasa değişikliği yapıldı ve sistem değiştirilerek Başkanlık Sistemi’ne geçildi.
14 Mayıs 1950, Türk demokrasi tarihinin miladıdır. Zira ülkemiz, 1950 yılına kadar tek parti (CHP) sultası ile gelmiştir. Öyle ki, o dönem Türkiye’sinde, CHP’nin il başkaları, o illerin hem valisi ve hem de belediye başkanlarıdır.
1946’daki şaibeli seçime kadar, hep tek parti seçime katılırdı. 1946’da ise, ‘Açık oy gizli tasnif’ karakuşi (mantık dışı) kanunu ile ilk defa birden fazla parti ile seçimler yapılmış; bunun sonuçlarına bile tahammül edilmeyip sandıklar kaçırılmış, yakılmış, tasnifleri (oy sayımları) CHP’lilerin keyfine göre düzenlenmiştir.
Demokrasi adına; tüm bu ve daha nice kepazeliklerden, ilk kez 14 Mayıs 1950 seçimleriyle kurtulduk. Bu seçimlerle birlikte 27 yıllık CHP’nin tek partili iktidar yönetimi sona erdi. Yüzde 90 katılım oranıyla DP 419 milletvekili, CHP ise 69 milletvekili çıkardı.
1950 seçim sonuçlarına tüm Türkiye halkı ağlıyordu, kimileri kaybetmenin hüznü ile kimileri de kazanmanın sevinciyle ağlıyordu!
Asli lisanıyla okunması yasaklanan ezanlar, on sekiz yıl sonra ilk kez ‘Allahü ekber’ nidalarıyla semada yankılanıyor ve bunu duyan Müslüman ahali, gözyaşları içinde şükür secdesine kapanıyordu.
1950’den günümüze kadar geçen 73 yıl boyunca hep bu tabular yıkılmakla uğraşıldı.
Malum en büyük tabu vesayet sistemi idi; başkanlık sistemine geçmekle vesayetin çanına ot tıkadık lakin tortuları, bugün bile gücümüzü ve enerjimizi boş yere harcamamıza sebep oluyor.
Meclis’in gündemine bakın; en doğal insan hakkı olan kadınların giyim kuşamında bile anlaşma sağlanamıyor; biri kanun, bir diğeri anayasa değişikliği isterken, kapılar birbirlerinin yüzüne kapatılıyor.
Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. 6’nın ikisini anladık; arkalarında belirli bir halk desteği var. Diğer dördünün, demokrasi adına neyi ifade ettiğini, doğrusu biz de merak ediyoruz.
Demokrasi, Latince kökenli bir deyim olup; demos: halk, kratos: iktidar, yönetim yani halkın iktidarı, halkın gücü, halkın yönetimi manasına gelmektedir.
Özellikle bu dört siyasi parti, laf olsun torba dolsun kabilinden, sözde ittifakta yer almaktadırlar. Zira demokrasi adına, halktaki karşılıkları yüzde 05-1 dolayındadır.
Halkta karşılıkları olmayan bu partiler; utanmadan, dillendirdikleri ucube bir yönetim sistemiyle, halktan yüzde 50’nin üzerinde oy almış bir cumhurbaşkanına emir verip onu kendi arzuları istikametinde yönlendireceklerini iddia edebiliyorlar.
Mahut partilerin liderleri aylardır toplanıp dağılıyorlar ve hemen her gün çeşitli medya kuruluşlarında yer alıyorlar; çeşitli siyasi tartışmalara konu ediliyorlar.
Ama gelin görün ki, halk kendi adına ahkâm kesen bu zevatın bir kısmını daha tanımıyor bile; tanıdıklarının da ne menem şey olduklarını yakından biliyor!
Mesela DP ve onun genel başkanı Gültekin Uysal var; tanıyan eden yok, halkta en ufak bir karşılığı yok. Genel seçimlerde aldığı oy, yüzde ile değil binde ile ifade ediliyor.
Halkta karşılığı olmayan bu kişiye cumhurbaşkanının idaresi(!) verilecek öyle mi? Bu kişinin oyu ile halktan yüzde 25 dolayında oy almış CHP liderinin oyu eşit ağırlıkta olacak.
Kendi köklerimizden, değerlerimizden koptuğumuzdan, kendimize de yabancı olduk.
Artık ne Doğulu, ne Batılı olabilen ‘bulanık’ tipimizle; aklımız sıra Batı’nın değerlerine meftunuz.
Meftun olduğumuz tüm bu değerlerin gerçekte bize ait olduğunu ve onları ceket astarımızın içinde unuttuğumuzu bile bilmiyoruz.
Biraz araştırsak, Batı’nın bugün sahip olduğu bütün bu değerler manzumesini A’den Z’ye kadar bizden aldığını göreceğiz, ama...
Batı, daha düne kadar vahşetin kaynağı idi. Değil kendi dinlerinden olmayanları, aynı din mensubu oldukları halde farklı mezheptekileri insan bile saymazlar.
Bu yüzden de yüzyıllar boyunca birbirlerini boğazladılar.
Kadının adı bile yoktu; kadın cinsi şeytanın ta kendisi addediliyordu.
Zencilere hayvan muamelesi yapılır, kafeslerde teşhir edilirlerdi.